Zamanı Gelen Ne?

Köpektir zevk alan sayyad-ı biinsafa hizmetten.”

Namık Kemal

ABD işgalinin üçüncü yılına girilirken, Irak paramparça edilmiş bir ülke görüntüsünü her gün daha fazla veriyor, bu üç yıl boyunca Amerikan ordusunun katlettiği onbinlerce sivil ve direnişçinin yanısıra ülke haftalık bilançosu yüzlerce ölü olan kör bir iç savaşın girdabına yuvarlanmışken...

Beri yanda İsrail Hamas iktidara geldiğinden beri Filistin halkına kusturduğu kanı misliyle arttırmış olması yetmezmiş gibi, Gazze şeridine ve Lübnan’a daha şimdiden beşyüze yakın insanı öldürdüğü kahredici acımasızlıkta bir saldırıyı hâlâ sürdürüyorken ve daha da sürdürülmesi için icazet veriliyorken silahların İran ve Suriye’ye doğrultulacağına dair tehditler, hazırlıklar yoğunlaştırılmakta iken...

ABD Dışişleri Bakanının İsrail Başbakanı eşliğinde “Ortadoğu’da yeni bir düzenin zamanı geldi” demesinin anlamı nedir? Yukarıda çizilen manzara o beklenen zamanın geldiğinin işaretleri midir? İşaretleri böyle olan bir düzenin Suriye ve İran’ı kapsaması gerektiği ilan edildiğine göre, bu ülkelerde de mevcut rejimler savaş açılarak çökertilip, halkları bir cemaatler boğazlaşmasına itildiğinde, kendilerine layık görülen düzen de tesis edilmiş mi olacaktır?

Bunlar hiç de yeni sorular değildir. Daha ABD’nin Irak’ı istilasının arefesinde, ABD’nin bir emperyal güç olarak, daha önceki emperyal güçlerinkinden çok farklı bir egemen güç politikası-stratejisi izlemeye meyilli olduğuna dikkati çekmiştik. “ABD İmparatorluğu”nun, Bush yönetiminde iyice belirginleşen tutumu, daha önceki “cihan hâkim”lerinin yaptığı gibi hükümran olduğu ülkeleri de kapsayan bir Pax kurmak, yani çatışma ve kargaşanın en aza indirgendiği, hükümranın da uyduğu bir kurallar bütünü ile en azından sükunetin, istikrarın sağlandığı bir ortam oluşturmak değildir. Tam aksine ABD’nin “kenar ülkeler”de, o ülkenin insani, kültürel ve moral kaynaklarını tüketen bir kaos ve iç savaş ortamını bilhassa öngördüğü, önşart saydığı söylenebilir. Bu ortam, bir yandan “ABD imparatorluğu”nun ve birinci dereceden vassallarının o ülkelerin ekonomik zenginliklerini kendilerine akıtmalarını, yağmalamalarını sağlarken, bir yandan da birbirini kıran bu ülkelerin ikinci sınıf halklarının zaten “lüzumsuz” olan nüfus fazlalığı da böylece “eritilmiş” olabilecektir. Eğer sözkonusu olan ekonomik zenginlik, o ülke insanlarının emeğini pek gerektirmeyen, örneğin petrol gibi bir doğal zenginlik ise bu yöntem bilhassa geçerli kılınabilecektir. ABD imparatorluğunun -büyük- Ortadoğu’da Afganistan ve Irak’ta olduğu gibi ülkenin stratejik direnme gücünü yok eden bir savaşla işgal edip ardından ülkenin cemaatler arası bir boğazlaşmaya sürüklenmesini adeta seyrederken yeni bir düzenden bahsedebilmesinin mantığı başka türlü izah edilemez. O nedenle hükümran gücün işgal ettiği egemenlik sahasına kattığı ülkelerde sükuneti, istikrarı sağlamak gibi bir görevi, yükümlülüğü olduğunu -geçmiş örneklere bakarak- varsayanlar, Afganistan ve Irak’taki -Filistin de eklenmelidir bu listeye- durum ve ortama bakıp “ABD batağa saplandı” derken yanılıyor daha doğrusu yanlış bir ölçüt kullanarak yanıltıcı bir hükme varıyorlar demeliyiz herhalde.

Bu kaos veya kaosa gebe ortam oluşturma yöntemi ve bunun bir “düzen” veya düzen şartı sayılması gibi ilk bakışta “sağduyu”ya aykırı gelen mantığın bu mantığın sahipleri düşünüldüğünde, onlara pekala uyduğu görülecektir. Çünkü, ABD’nin “yeni emperyal” yaklaşımının yeni muhafazakarlık ve neo-liberalizmin bileşiminde ve hiç de hafife alınamayacak bir Evangelist katkısıyla oluştuğu dikkate alınmalıdır. İlk ikisinin çatışmayı gerçek dinamizmin kaynağı olarak neredeyse kutsayan, rekabeti, galip ve egemen olmayı hiçbir şeyle sınırlanmaması gereken bir erdem düzeyinde algılaması ve ABD’ye böylece belirlenmiş bir “kimlik”le varolmayı büyük ölçüde empoze edebilmiş olmaları üçüncü -Evangelist- faktörün de özellikle Ortadoğu’nun mahşeri bir kargaşanın boğazlaşmanın kaosuna sürüklenmesini kendi nihai kurtuluş doğmasının ilk ve ilahi şartı saydığını mutlaka dikkate almak gerekir.

O nedenle eğer Rice, “Ortadoğu’da yeni düzenin zamanı geldi” demişse bunun anlamı Türkiye’nin de dahil olduğu bu coğrafyada halihazır katliam, boğazlaşma ve yıkım manzarası daha da koyulaşacak, zirve noktasına eriş(tiril)ecektir demek istiyordur. Öyleyse, Afganistan’a “uygarlık”, Irak’a “demokrasi ve özgürlük” tiktaklarıyla, kan, yıkım ve boğazlaşma zemberekleriyle işleyen saatin akrebi, şimdi Filistin ve Lübnan’daki hunharlık üstünden İran ve Suriye’yi gösterirken, Ortadoğu’da da düzen yahut mahşerin zamanını işaret ediyor demektir.


Daha geçen yılın Sonbaharında Şemdinli ve civarında ardarda bombalar patlatılır ve bunun üzerine kimi “kamuoyu oluşturucuları” Kuzey Irak’a müdahale gereğinden yükselen seslerle bahsederlerken, ABD’de “Ortadoğu’da yeni düzen”in zaman kurgusunu yapanlar saatin akrebini değilse bile yelkovanını biraz ileriye taşımışlar mıdır bilemeyiz. Ama bu Yazın başlangıcında PKK’nın üç-dört gün içinde 13 askerin ölümüyle sonuçlanan “atağı”nın hemen arefesinde Kuzey Irak’a müdahale korosunun bu kez daha yaygın ve hırçın bir uslupla harekete geçmesiyle neredeyse eş anlı olarak İsrail’in Filistin ve Lübnan’a büyük çaplı bir saldırı düzenlemesine varan olaylar zinciri harekete geçtiğinde o saatin akrebinin de bir adım attığını kolayca tahmin edebiliriz.

Türkiye’deki ve Ortadoğu’daki olanları birarada nakletmemiz hiç de keyfî değil. Çünkü “Kuzey Irak’a müdahale” korosunun en kararlı temsilcileri, Ortadoğu’daki bugünkü -ve daha da ağırlaşacağı belli- mahşerin açılış adımı olan Irak’ın işgaline Türkiye’nin ABD’nin yedeğinde katılmamasının nasıl büyük bir hata, kaçırılmış fırsat olduğunu da bu vesileyle mutlaka belirtmekten geri durmuyorlar. Bunların içinde Cengiz Çandar gibi her sivrilen gücün eteğine yapışmakla maruf, güce yakın olmanın verdiği sarhoşluğa kapıldığı için ne hale düşmüş olduğunun idrakinde olmayan ve acemi satranççılara “bu oynadığınız satranç değil” diyen uluslararası usta üslubunu takınmakta hünerli/aleni ABD pervaneleri de var. Ertuğrul Özkök gibi kasa ve tiraj hesabının dışında ne gerçek ne de değer vardır diyebilecek tıynette olup, böylece yaptığı hesabın yanlış çıkma ihtimalinde hemen tersini söyleyebilecek “esneklikte” olanlar da. Bunlardan biri de Radikal gazetesinin ismi gazetenin ismiyle yanyana konulduğunda “ironinin böylesi de” dedirten yazarlarından Hasan Celal Güzel.

Cengiz Çandar ve Ertuğrul Özkök gibileri, Türkiye’nin ekonomik-siyasi elitini iknaya ağırlık verirken, bir partisi de olan bu bay ise sık sık Turgut Özal devrindeki yüksek bürokratlık deneyimini de hatırlatarak “popüler bir ikna kampanyası” yürütüyor. Hükümeti derhal Kuzey Irak’a sefer açmadığı için ataletle suçlayan Hasan Celal Güzel kendisi başta olsa nasıl cevval davranacağını tamamen “avam bilgiler” üzerinden nasıl gerekçelendirdiğini 18 Temmuz’daki ibretlik yazısında açıklıyor örneğin.

Adını zikrettiklerimiz gibi o da “aslında hatanın en büyüğünü
1 Mart tezkeresinde -tezkereyi reddedip ABD’nin yedeğinde Irak’ın istilasına katılmamakla- yapmıştık” diye vurgulamakla işe koyuluyor. “Hata”nın kanıtını da şöyle veriyor: “... (Irak savaşına girilseydi) şehit tabutlarının Türkiye’ye gönderileceğini söyleyenler, terör saldırılarında hayatlarını kaybeden vatan evlatlarının ABD’nin Irak savaşında kaybettiği asker sayısından fazla olduğunu düşünmezler mi?”

Bırakın ABD kayıplarından sözedilirken niçin ABD’nin müttefiki devletlerin ve daha da önemlisi ABD ile işbirliği yapmış yöre halkının verdiği kayıpların hesaba katılmadığını; ABD ve koalisyonunun Irak’ta öldürdüğü yüzbine yakın insanın, ABD’nin böylece hakettiği katil devlet sıfatının “fatura”ya neden dahil edilmediğini sormalıyız bu zata. Ona kalırsa cevabı basittir bu sorunun. Şimdi bir Ortadoğulu veya bir Müslüman olarak konuştuğumuzda, reva görüldüğü bu hunharca muameleden dolayı üzüldüğümüz, yandığımız Iraklılar, ABD yedeğinde Irak’a savaşa gittiğimizde “düşman”ımız olacaklardı da ondan. Hasan Celal Güzel “düşman”ı eşya bile saymayacak tıynette biri olduğunun gerine gerine işaretlerini veren biri olarak elbette ki öldürülen Iraklı sayısı ne kadar kabarıksa o kadar kabaracaktır bu durumda.

Ama bu tür şişinmelerin gerçek güç sahiplerine değil, büyük bir gücün yardakçılığına teşne, onun gölgesi altında kifaf-ı nefs ederken güçlü olduğunu kanıtladığını sanan yaratıklara özgü olduğunu belirtmek gerekir. Bay Güzel, yazısına “haydi artık girin şu Irak’a” derken oradaki ABD gücüne rağmen, onu hiçe sayarak düzenlenecek bir harekâtı asla kasdetmiyor. 1 Mart tezkeresinin “büyük hata” olduğunu bismillah çekercesine tekrarlamasının, söze böylece başlamasının asıl nedeni de bu. “Efendi”sinin kızgınlığını af dileyerek teskin edip, yardakçılık payesini yeniden kazandıktan sonra onun icazetiyle ve herhalde Suriye mi yoksa İran mı üzerinden ödettirilecek bir bedeli de kabul ederek yapılacak bir harekattan bahsediyor aslında bu zat. ABD’nin bölge için nasıl bir düzen tasarladığının da önemi yok, çünkü o düzenin imparatorunun maiyetinde yer alacaktır. ABD’nin düzeni kurmanın adımlarını Irak’a açılan savaşta olduğu gibi alçakça yalanları basamak yaparak atmış olmasının da Güzel açısından hiçbir anlamı yoktur. Çünkü o “tek hakikat milli menfaatler”dir diyebilen insan kılıklı mahluklar familyasının konuşan bir üyesidir. O tür mahluklar nasıl içgüdülerinin ve doğal ihtiyaçlarının dışında “gerçek” tanımaz, ne ahlakı, ne insafı bu “gerçek” karşısında kaale alırlarsa; Güzel gibileri de “milli menfaatler” adına pekalâ böyle konuşabilir. Bu durumun kayda değer tek uzanımı, onlarla insanlık değerleri, vicdan, adalet adına, bunlardan hareketle konuşma imkânının kalmamasıdır.

ÖMER LAÇİNER