Lübnan Merceğinden Ortadoğu ve Türkiye

Birikim’in 205-206. sayısında, Türkiye toplumunun özellikle “Kürt sorunu” bağlamında, son derece kritik ve gayet tehlikeli ihtimallerle yüklü bir döneme girdiğini ve tarafların giderek birbirlerine karşı biledikleri bir -etnik, dinî, milli- kimlikçilikle tavır alıyor olmasının tüm toplumu bir uçuruma, yıkıma sürüklediğini belirterek; bu gidişata direnebilmek, bu açmaz karşısında, şimdiye kadar gösterilen çabaların yetersiz kaldığını da bilerek, yeni bir perspektif oluşturabilmek için, bir çağrıda bulunmuştuk.

Bu çağrıya cevap veren ve Türkiye toplumu adına icraatta bulunacak siyasal iradenin demokrasiye, insan haklarına ve hukukun en temel ilkelerine uygunluk çerçevesinde nasıl bir çözümden yana tavır koyması gerektiğini anlatan üç yazıyı bu dosyada yayımlıyoruz.

Ancak, yazarlarımızın da ifade ettiği üzre, sorunun birincil derecede muhatabı olan icra organının hükümetin ve parlamento ile yüksek bürokrasinin gösterilen yönde irade ve çaba göstermesi, en azından şu noktada pek muhtemel gözükmüyor. Ayrıca çok daha önemli olarak, sorunun, özellikle şu son yıllarda yaygınlık kazanan “kimlikçi” düşünüş ve davranışlar ortamında, -o irade gösterilse bile- bizatihi toplumdan, “tabandan”dan gelen bir inisyatif eşliğinde çözümü mutlak bir gerekliliktir. Gerçek bir demokratik çözüme hayatiyet kazandıracak, ona “ruhu” verecek olan yegane unsur da budur.

Bunun niçin olmazsa olmaz değerinde bir şart olduğunun birbirinden önemli iki ana gerekçesi vardır. Birincisi çağrı yazısında da bilhassa vurgulandığı üzre; bizzat kimlikçi yaklaşımın, kimlik ideolojisinin “doğası” gereği, her tür demokratik çözüm-düzenleme girişimlerine karşı oluşudur. Kimlikçilik kendi mantığının uç noktalarına doğru kaydıkça eşit hak temelli bir hukukla bile uyuşamaz. Çünkü “öteki”lerle farkına ve mesafeliliğine titiz bir kimlik algısı, kimlik ideolojisi, insanı diğer canlı türleri gibi algılayan bu mantık, niteliği gereği tıpkı doğadaki gibi “güç”ün belirlediği bir -doğal- hukuka yatkındır. Dezavantajlı olduğunda, kendinden güçlü karşısında talep ettiği eşit hak, gerçekten eşit olmak için değil, daha güçlü hale gelmenin bir ilk basamağı olarak istenir ve bu durumda dahi aynı eşit hak talebinin kendisinden daha mağdur daha zayıf olanlara da şamil olmasını ya istemez, ya da gayret göstermez. Dinî/mezhebi özgürlüklerinin kısıtlandığını, “laik”lerle kamusal alanda eşit hak talep ettiklerini söyleyen çoğunluk dinî/Sünni eğilimlerin, Sünniliğe tanınan bir dizi avantajdan asla vazgeçmeyip, aynı eşitliğin bırakın diğer din mensuplarına Aleviliğe ve diğer İslamî mezheplere de şamil olmasına ne denli karşı çıktıklarını hatırlayalım örneğin.

Şüphesiz kimlikçilik derken sadece şu durumda hak talebinde bulunan ve talepleri kurulu düzence bastırılmaya çalışılan kesimlerin “kimlik” hareketlerini kastetmiyoruz sadece. Son yıllarda Türk milliyetçiliğinin en azından söylemde Müslüman çoğunluğu kapsar olma iddiasından giderek uzaklaşarak etnik Türklüğün sınırlarına çekilip, onun kimlik hareketi haline gelişi, genel kimlikçilik sorununun en çetrefil yanını oluşturuyor. Türk milliyetçiliğinin asimilisyon iddiasından yüzgeri edip kimlikçiliğe çekilişinin ilk bariz göstergesi, gayrımüslim yurttaşlarımıza yönelik hakaret, şüphe ve itham yüklü bir dilin alenen sergilenebiliyor oluşudur. 1940’larda Nazi Almanya’sıyla yakınlaşma yanlısı Saraçoğlu hükümeti dönemini hatırlatan bu durum aslında daha da vahim bir bozulmanın tezahürü. Çünkü şimdi buna ek olarak başta Kürtler olmak üzere Müslüman veya -Sabetayistler gibi- Müslümanlaşmış kesimlere yönelik hakaret, itham ve dahası düşmanlaştırıcı bir söylem, günümüz Türk milliyetçiliğinin en çığırtkan ve sürükleyici unsurlarının gündelik dili haline gelmiş bulunuyor. Ortalama milliyetçiliğin direnciyle karşılaşmayan aksine kimi durumlarda onay ve teşvik de gören bu saldırgan üslup ve tutum, şimdilik her şeye rağmen mevzii/münferit düzeyde kalan linç girişimlerine, anti-Kürt galeyanlara teşne alt sınıf, “tutunamamış”, çoğu genç Türk kökenli kalabalıkları uygun fırsatta peşine takabilecek gözükmektedir.

Kimlikçiliğin eşit hak kabul etmezliği de en açık biçimde burada kendini gösteriyor. Modern öncesi cemaatçiliğin postmodernitede tezahürü gibi görünen kimlikçiliğin kökenindeki bu özelliği taşıyor olması asla şaşırtıcı değil. Modernliğin doğuş, yükseliş -dolayısıyla devrimci- çağında içeriklendirilmiş ulus kavramı, sadece “doğal” ve “ilahi” seçkinlerin, aristokrasi ve ruhbanın ayrıcalıklarını değil, çoğunluk dahi olsa cemaatlerin de ayrıcalıklarını kaldırıp hukuken eşit haklara sahip yurttaşların birliğini kurumlaştırmak anlamına geliyordu. Bu nedenle hemen tüm toplumlarda modern ulus-devletlerin kuruluşu, ayrıcalıklı zümrelerle çoğunluğu temsil iddiasındaki cemaatlerin eşit hak nosyonuna karşı dirençlerini kırma, bastırma çabaları ile birlikte yürümüştür. Modern ulus-devletin sağlamlığı bu çabaların etkililiği ve genel benimsenmenin derecesi ile orantılı olmuştur.

O nedenle de, Osmanlı son döneminde tüm Müslim gayrımüslim toplulukları kapsayan bir Osmanlı milleti/modern devleti oluşturulamayışının nedenini, büyükçe gayrımüslim toplulukların “yabancı”ların desteği ile milliyetçiliğe, kendi milli devletlerini kurma gayretlerinin etkililiği ile açıklamakla yetinmeyip; konuya bir de, önce Müslüman çoğunluğun gayrımüslimlerle eşit haklı olmaya ne denli karşı çıktıklarını gözeterek düşünmekte yarar vardır. İmparatorluğu parçalayan en güçlü neden ve dinamiğin hangisi olduğuna bundan sonra karar verebiliriz. Çoğunluğun eşit haklı olmaya gösterdiği bu direnç TC’nin kuruluşunda da bu kez kurucu elit tarafından gösterilmemiş midir?

TC’nin resmî milliyetçiliğinin en azından Müslüman yurttaşları kapsamaya, onları Türk milletine asimile etmeye, böylece eşit haklı kılmaya çalıştığı doğrudur. Ama daha önce de belirttiğimiz gibi, aşağı yukarı 12 Eylül döneminden itibaren, devlet giderek daha belirginleşen bir tutumla “milliyetçiliğinin bu kapsamını daraltmaya, adı resmen konmamış olsa da etnik Türk olmayanları dıştalayıcı bir yönelime sürüklenmiştir. Bu tarihten itibaren resmî milliyetçiliğin kapıldığı “parçalanma” paranoyası, elbette özellikle organize bir Kürt “ayrılıkçı” hareketinin boy göstermesi ile gerekçelendirilmektedir. Bu gerekçe ile yetinenler, o ayrılıkçı hareketin Kürt dil ve kültürünün on yıllardır yasaklanıp “yok” sayılması ile ilgisini, nihayet iş bu raddeye geldikten sonra kabul etseler bile; bu yasaklama ve yok saymaların tedricen gevşetilmesinden itibaren “kimlikçi” niteliğini sivrilten bir Türk milliyetçiliğinin kitleler nezdinde neden genişleyen bir destek bulabildiğini derinliğine sorgulamaktan kaçınıyor, yüzeysel cevaplarla yetiniyorlar.

Belirtmek istediğimiz nokta şudur: Milliyetçiliğin -Kemalizm içinde- bir devlet ve seçkinler ideolojisi olarak işlevinin ağır bastığı, yaklaşık. 1980’lere kadarki dönemin öncesinde, Kürtlerin ve diğer Müslüman etnik toplulukların dil ve kültürleri üzerindeki yasakları kaldıran bir yasal düzenleme, bazı katı Atatürkçü elit kesimin ve -faşizan- Türk milliyetçiliğinin -%10’u bile bulmayan- mensuplarının şiddetli tepkisini çekebilir ama geniş çoğunlukta fazla bir rahatsızlık yaratmayabilirdi. Ama 1980 sonrasında bilhassa sertleştirilen Kürt taleplerini bastırma ve sindirme politikası, PKK ekseninde ve umulmadık çapta bir tepki ile karşı karşıya kaldığında, sonuçta otuz bin ölüye ve ölçülemez maddi manevi tahribata mal olan çatışmayı, bu bedeli ödeyen kitlelere meşru göstermek için her iki tarafın milliyetçilikleri genel dil ve argümanlarını o kesimlerin idrak düzeyine seslenen ideolojinin bu haliyle içselleştirilmesini kolaylaştıran bir tarza dönüştürdüler. Böylece öznesi, yani asıl taşıyıcı ve yönlendiricisi elitler ve orta sınıf olan, bunların işlevleri bağlamında tanımlanan, içeriklendirilen bir milliyetçilikten, daha alt kesimlerin 1980 sonrası ekonomik düzenin “tutunamayan-dışlananlar”ı veya bu endişeyi yakından duyanları özneleştiren gönümüzün popüler milliyetçiliklerine geçilmiş oldu. Milliyetçiliği, -daha iyiye doğru- değişebilir toplumsal işlev ve konumları üzerinden yorumladıkları bir ideoloji olanak değil, doğuştan ve değiştirilemez özelliklerini ifade eden bir kimlik olarak algılayan, dolayısıyla da kendini bu doğallığın güdü, ihtiyaç ve talepleriyle dışavuran bir milliyetçiliktir bu. Bu haliyle ırkçı/milliyetçiliği andıran ama onun “üstünlük” iddiasının yerine- öznesinin tutunamama, dışlanma endişesiyle yüklü oluşu nedeniyle- varlığını korumaya kilitlenmiş olmayı koymuş bir tavır ve düşünüş biçimidir.

Klasik Türk -resmî- ve Kürt milliyetçiliklerinin 1980-90’lı yıllarda politikalarına popüler meşruiyet sağlamak için besledikleri ve denetimlerinde tutacaklarını hesapladıkları bu “kimlikçi” milliyetçilikler, 2000’li yılların gidişatı içinde pek çok kez görüldüğü üzre giderek onlar tarafından denetlenebilir olmaktan çıktığı gibi, kimi durumlarda onları da sürükleyebilecek bir etkinlik noktasındadır bugün.

Bu yılın ilkbaharında güvenlik güçlerine karşı konulmasından çok, evlerin dükkanların tahrip edildiği Diyarbakır başta olmak üzere yöre kent ve kasabalarında meydana gelen olaylarda DTP’nin bocalayışı, son dönemlerde neredeyse rutinleşen linç girişimleri ve en ufak vesileyle kentlerindeki Kürt nüfusu kovmaya yeltenmeler karşısında kovmaya yeltenenler karşısında “devlet gibi” davranamayan resmî otoritelerin tavrı tam da bunu göstermektedir.

Kimlikçi milliyetçiliklerin kitleselleşmesi ve sınır-kural tanımaz bir saldırganlık potansiyeli ile yüklü oluşu, klasik milliyetçiliklerin tarafları denetleyebildikleri varsayımı üzerinden sunulan çözüm önerilerininin her türünü, en azından şu safhada, derhal dinamitleyebilecek bir faktörden bahsetmek demektir. Nitekim şu son dönemde -resmî-Türk milliyetçiliğinin devlet ve hükümet düzeyinde yetkilileri, “Kürt realitesini tanıma” adına attıkları gayet sınırlı, ihtiyatlı adımların bile bu kimlikçi Türk milliyetçiliği -ve onun üzerine “oynayan” odaklar- tarafından birer taviz, geri adım, geri çekilme olarak değerlendirildiğini bilmekte; bu duygunun beslediği tepkiden ürkerek pekala atabileceği adımları atmakta zorlanmaktadır. Aynı şekilde DTP ve hatta PKK yöneticileri de uzlaşmaya dönük her girişimlerinin “taban”larından beslenen TAK türü oluşumlarla provoke edilebileceği endişesiyle davranmaktadırlar.

Klasik ve kimlikçi milliyetçilikler arasındaki düşünsel sınırın belirsiz olduğu ve bu ideolojinin alanında doğalcı-doğacı zemine en yakın duranların kolayca inisyatifi ele geçirebilecekleri ve o zemine yaklaşıldıkça saldırganlık, kural ve sınır tanımama eğiliminin de güçlendiği dikkate alınırsa; mevcut iktisadi-sosyal düzenin hem Türk hem Kürt nüfusta tutunamayan-dışlanan kesimleri giderek çoğalttığı da hesaba katılırsa, kurum ve mekanizmaları milli ölçüt ve duyarlılıklarla sınırlı ve bunlara göre işleyen ulus-devlet formu içinde “Kürt sorunu” gibi akutlaşmış bir sorunun -orta vadede bile- geçerli olabilecek bir çözümü yoktur. Bu tür çözümler, kimlikçiliğin beslendiği bu giderek yaygınlaşan “taban”ın varlığında, buradan her an patlayabilecek bir hareketin veya çatışarak birbirlerini de besleyecek karşıt hareketlerin tehdidi altında olacaklardır.


Bu tehdidin bir ihtimal olmaktan çok öte olduğunu görmek için buraya kadar söylenenler yetmiyorsa, Kürt sorununun -dolayısıyla Türk ulus-devletinin teşekkülü sorununun- sosyo-politik olarak bir Ortadoğu sorunu olduğu ve özellikle son 10-15 yılın gelişmeleri bağlamında bu genel sorunla gitgide daha fazla içiçe hale geldiği de dikkate alınıp bir kez daha düşünülmelidir. Şimdi Lübnan’a asker gönderilmesi vesilesiyle “Ortadoğu bir bataklıktır, o bataklığa çekiliyoruz” diyenler, muhafaza edilmeye çalışılan ulus devletimizin öz be öz “çocuğu” olan Kürt sorunu ile kendiliğinden çekildiğimiz, dahası hamle ettiğimiz o yerin, zaten tarihsel ve kültürel olarak yerimiz de olduğunu unutmamalıdırlar.

Bu yazının başlangıcında, “Kürt sorunu”nun klasik -ve resmî- milliyetçiliklerin izin verebildiği bir demokrasi ve hukuk devleti zemininde çözümlenmesinin, gelinen noktada mümkün olmadığını, belirtirken işaret ettiğimiz ikinci gerekçe de buradan kaynaklanmaktadır. Hemen belirtelim ki; bu “Ortadoğu sorunu olma” faktörü de, sorunu kuşatan şeyin -tıpkı ilk faktörde olduğu gibi- kimlikçilik, kimlik çatışmaları olduğunu gösteriyor ilk planda.

Şüphesiz çok daha karmaşık ve katmanlı biçimiyle.

Daha önce ABD’nin Irak’ı işgali bağlamında Ortadoğu’da durum ve ABD’nin burada izlediği stratejinin mahiyeti hakkında söylediklerimizi, şu son gelişmelerin ne denli doğruladığı ortadadır. ABD ve İsrail’in bölgede şöyle veya böyle bir düzen, nasıl sağlanmış olursa olsun bir “istikrar” durumu için değil, bir kaos ortamının sürmesi için uğraştıklarını, amacın, daha doğrusu amaçlarını gerçekleştirmek için böyle bir ortamı öngördüklerini belirtmiştik. Bu tespite sadece şunu ekleyebiliriz: ABD stratejisi bölgede böyle bir ortamın “maddi koşulları”nı kendi eylemiyle oluşturmayı hesaplamış değildir. Onun hesabı bu “maddi koşullar”ın zaten varolduğu ve kendi eylem, girişimlerinin sadece bunları “tetikleyeceği harekete geçireceği” varsayımına dayanıyor olmalıydı. Bu varsayım Irak’ta doğrulandı. Ama çok daha fazla doğrulanacağı umulan Lübnan’da beklenmedik bir sonuç ortaya çıktı şimdilik.

Irak’ta doğrulandı. Çünkü, kahredici bir küstahlıkla işgal edilen, en büyük doğal zenginliğine fiilen el konulan bu ülke, işgal kuvvetlerine direnmek, onu defetmek için kullanacağı enerjiden, maddi-manevi araçlardan giderek daha fazlasını kendi içlerindeki savaşa seferber etmekte epeydir. Irak Sünnileri ve Şiileri arasında veya her iki kesimin kendi içindeki cemaatler arasındaki çatışmalarda ölenlerin sayısı, ABD güçleri ile çarpışırken ölen veya onların saldırılarında hayatını kaybedenlerin sayısını şu sıralarda herhalde geçmişti. Eğer Irak’ta cemaatlerin kendi aralarındaki sorun, ortak vatanlarını tam bir aşağılamayla işgal etmiş güçle aralarındaki sorundan daha önde geliyor; birbirlerine karşı duydukları öfke, işgal gücüne karşı duymaları gereken öfkeden daha fazla oluyor ise; üst kimlikleri olan İslam ve Iraklılıkın anlamı ve değeri, cemaat kimliğinin dayandığı güdü ve ihtiyaç karşısında duramıyor demektir.

Irak şüphesiz cemaat/kimlik çatışmalarından ibaret değildir. Orada herhalde pekçok insan ortak kimlikleri adına iç çatışmaları lanetleyip tümünü onursuzlaştıran işgale karşı savaşmak gerektiğine inanıyordur. Fakat, bunun için altında toplanılacak olan İslam bayrağı Sünni-Şii çatışmasının bin yıllık tarihinin ağırlığı başta olmak üzere İslam içi bir dizi etkenle yırtılmış, Araplık, tümü de arkaizmle damgalı Arap devlet ve rejimlerinin “beka” hesapları ile parça bölük edilmiş, Irak’ta ...... bir ulus oluşturma bilinci, bu bilinci milliyetçiliğin pençesine bırakmış tüm ülkelerde olduğu gibi, burada da Baas milliyetçiliği tarafından iğdiş edilmiştir.

Öncesi bir yana, “bağımsız”laştığından bu yana geçen altmış yılda iki kez -sonuncusu neredeyse 20 yıl sürmüş- cemaatler arası savaşın ateşinden geçmiş Lübnan, umulur ki bu kanlı deneyimlerin kazandırdığı bir olgunlaşma ile, ABD-İsrail planının amacı bu olduğu halde, son saldırının tetikleyeceği varsayılan cemaatler arası çatışmaya sürüklenmedi. O bakımdan eğer Lübnan’dan, gelecek için ışıklı bir ders çıkarılması gerekiyorsa; bu ne Hizbullah’ın direniş gücünün örnek alınmasıdır ne de ABD’yi durduracak güç alternatifinin Şii İslam’da mündemiç olduğuna dair bir jeo stratejik/dinî tespittir.

Işık, Lübnan halkını oluşturan tüm cemaatlerin, cemaatçiliğin ayrılmaz parçası olan dar görüşlülükten sıyrılarak; onları Hizbullah ve Şii cemaate karşı kışkırtmak, tecrit etmek amaçlı İsrail saldırısına Hizbullah ve Şii Cemaati’nin arkasında durarak, dayanışmaya, acılarını paylaşmaya koşarak gösterdikleri tutumdadır.


“Kürt sorunu”nun Türkiye bağlamında aynı zamanda bir “Türk sorunu” yani mevcut ulus-devletimizin teşekkül sorunu olduğunu ve daha geniş bir tarih bağlamında da Ortadoğu sorunu, yani günümüz Ortadoğu’suna siyasal çehresini veren ulus-devletlerin tümünü kapsayan sorunun ayrılmaz bir parçası olduğunu vurguladığımız her yerde; çözümün de aynı paralelde Ortadoğu çapında, bu coğrafyanın tüm halklarını “yeniden” ve koşulsuz bir eşit hak hukukuyla biraraya getirecek büyük bir siyasal birliktelik formunun yaratılmasında aranması gerektiğini belirttik defalarca.

Bu “yeniden” yaratılacak birlikteliğin ne bir kimlik cemaat hareketleri toplamı ne de mevcut veya tasavvur edilen ulus veya ulus-devletlerin yanyana getirildiği bir ittifak biçiminde olması sözkonusudur. Bu, çözümün Ortadoğu’da halen mevcut siyasal yapıların kurumlaşmış akımlarının içinden, bunların arasındaki ilişkilerden türemesi de mümkün değildir. Milli-dinî-etnik kimlik hassasiyetlerini değil, bunlarla çatışmak bahasına insanı insan yapan değerler ve edimleri gürleştirme hassasiyetini Ortadoğu halkları içinde uyandıracak, bunu bir hayat tarzının ve yeni bir siyasal yapılanmanın ekseni haline getirmeye kararlı bir girişim ve oluşum, Ortadoğu’nun hem kendine hem tüm insanlığa sunabileceği ışığın fitili olacaktır.