Türkiye’de milliyetçiliğin “kabarması”, milliyetçi doktrini temsil eden -MHP, BBP gibi- partilerin ideolojik nüfuzlarının, taraftarlarının artması ve milli aidiyet ve “kimliği”nden başka sığınacak bir avantajı olmayan Türk ile o kimliği tüm mağduriyetlerinin nedeni olarak algılamaya yatkın donanımsızlıktaki Kürt “tutunamayan” gençliğinin sayıca çoğalıyor olmasından ibaret bir olgu değil.
“Kabarma”nın bu iki kaynağı hem milliyetçiliğini tüm davranış ve ilişkilerine “yedirerek” total bir duruş gösterme peşindedir; hem de -büyük çoğunluğu- orta alt kesimlerin oluşturduğu bu yığın için milliyetçilik bir amaç değerindedir.
Ama buna rağmen milliyetçiliğin halihazır hegemonyasının nedeni ve farkı bunlar değildir. Bu hegemonya siyasal kimliğini muhafazakar, dindar, liberal, solcu, demokrat ve hatta sosyalist diye ifade eden, davranış ve ilişkilerinin birçoğu “tutarlı milliyetçilik” ile taban tabana zıt olabilen toplumsal omurgaya, orta-üst sınıflara mensup kesimlerce kurulmuştur. Bu hegemonya sözkonusu kesimlerin milliyetçilikle kurdukları amaçsal ilişkinin çeşitlilik ve yoğunluğundan ötürüdür. Dolayısıyla “kabarma”, araçsal tutumla amaçlaştırma arasındaki büyük boşlukların birbirine eklenmesi ve birbirini büyütmesiyle oluşan bir “kabarma”dır.
AKP’den neo-faşist İP’ye, CHP’den BTP ve Adnan Hocacılar gibi “esrarengiz” tarikat çekirdekli yapılara kadar tüm yelpazenin “milliyetçiliğime laf söyletmem” böbürlenmesiyle hem içinde toplaştıkları hem de içinde birbiriyle tepiştikleri bu kubbeyi dolduran hava, bütün bu unsurların aralarındaki farklılık ve çatışma konularını birer gayrımillilik nedeni olarak pompalama gayretleri ile şişmektedir büyük ölçüde. Bu gayretin yoğunluğu milliyetçiliğinin “tözü”ndeki “arıza”nın derinliği ve bununla gerektirdiği araçsallığı oranında artmaktadır. O nedenle de mevcut durumda “en milliyetçi” görünenlerin “tutunamayanlar” ile “ulusal”cı cenahın unsurları oluşu şaşırtıcı değildir.
İlk kategoridekiler milli aidiyetleri dışında hemen hiçbir olumlu, güven ve gurur verici vasfa sahip olamamanın onulmaz ezikliğini “iç ve dış düşman”lara duyulan som nefretle sarmalayıp bu arızalarını gizlediklerini sanırken; ikinci kategoridekiler, daha dallı budaklı bir arızanın gizlenme telaşı ve öfkesi içindedirler. Çünkü bunlar hem adına hareket ettikleri milletin gerçekte ona atfettikleri niteliklere sahip olmadığı “bilgisi”yle onları “aşağı” saymakta, içten aşağılamakta; hem de kendilerini onlardan üstün, onların üstü saymalarını meşru haklı gösterecek nitelik ve gerekçelerden –artık– yoksun olduklarını bilmekte ve bu çifte bilginin ezikliğini, bunun oluşturduğu arızalı “bilinci” sarmalayan bir kirpi öfkeliliğine bürünmektedirler. “Millet”, demokrasinin imkân ve kuralları ile bundan yararlanarak, içinde tutulduğu aşağılama çemberinden sıyrılıp kendi üstün statüleri ile eşitlenme talebiyle hamleler edip, “egemen” statülerini gittikçe daha fazla zorladığı için, bu zorlamayı mümkün ve etkin kılan demokrasiye düşmandırlar.
O nedenle de bunların milliyetçiliğinin öfkeyle gösterdiği “iç ve dış düşman”lar ya içeride ve dışarıda demokrasinin kural ve kurumlarının daha tam ve tutarlı işlenmesini isteyenlerdir; ya da taleplerini demokrasinin herhangi bir kural veya kurumuyla “haklı” kılmaya uğraşanlardır. Korumaya ve “çağdaş(laştırma)cılık adına meşru göstermeye çalıştıkları toplumsal-siyasal egemen statülerini, çağdaşlığın bir rüknü olan demokrasinin kural ve değerlerini gerekçe göstererek zorlayanlarla karşı karşıya olmaları, ne denli yıkım çapında bir arıza ise; hayallerindeki -onlara biat etmiş- “millet” ile gerçek milletin dişlileri birbirine çarpan iki çark gibi işliyor oluşu da o denli tahripkar bir gerilim yaratmaktadır.
“Milletin çoğunluğu”nun yani halin büyük ölçüde AKP’de temsil edilen Sünni Türk toplum, bu “laik-çağdaş” etiketli kesimle “demokrasi”ye yaslanarak iktidar-paylaşımı mücadelesi verirken, diğer cephede de Sûnni Türkler olarak “böyle olmayanlar” karşısında asırlardır sahip oldukları imtiyazları koruyabilmek için uğraşmaktadır. O imtiyazların kalkması en azından törpülenmesi için diğer etnik-mezhebi toplulukların, gayrımüslimlerin demokrasi, eşitlik ve insan hakları adına ileri sürdükleri talepler de bu Sünni Türk kesimi tarafında “gayrımilli” veya milliyetçiliğe aykırı -tehlikeli- talepler olarak nitelenmektedir. Demokrasi ve hukuk temelinde reddedilemeyecek olan bu talepler, böylece milliyetçilik kalkanıyla savuşturulmaya çalışılmaktadır. Dolayısıyla Sünni Türk çoğunluk, aslında gerçek milletin bileşenleri birbiriyle eşit haklara sahip bir toplum olmadığını bilmekte ama kendi “doğal” imtiyazlılığını koruyan bu gerçekliğin değişmemesi için millet içi eşitlik taleplerine direnmekten de geri durmamaktadır. Tüm millet ve milliyetçiliklerde varolan bu “yapısal” arıza-demokrasi insan hakları ve eşitlik gibi evrensel değer ve kurallarla yüzleşildiğinde, milliyetçiliğin aslında hiç de milletin genel çıkarı ve yüce ideallerini değil, ne kadar geniş de olsa bir kesimin ilkel ve bencil güdülerinin tatmin aracı, örtüsü olduğunu deşifre eden işaret kapısıdır.
Buraya kadar milliyetçi kabarışın Türk renklisi üzerinden söylenenlerin izdüşümlerini, “kabarış”ın Kürt renkli cenahında da görmek artık zor değil. Burada da Kürtlerin haklı, eşitlik mahreçli taleplerini, o taleplerin gerçekleşme yol ve zeminleri ağır aksak da olsa genişleme sürecine girmiş olmasının verdiği güvenle, şimdi artık kendi siyasal nüfuz hesapları doğrultusunda işlemek isteyen çeşitli Kürt milliyetçilikleri hem aralarında sürtüşerek hem de “pay”larını arttırmak için “kabarma”yı körüklemektedirler.
Özetle ifade edilecek olursa; her ne kadar vatansever nutuklardaki sevgi sözcükleri ve “milletin yüce idealleri” hamasetini süsleyen manevi, ulvi değer hafızları ile sarmalanmış da olsa, -bir istilaya uğramış olma hali bir ölçüde istisna tutulursa- milliyetçi “kabarış”ların hemen o kabarışa katılanların herbirinin birbiriyle tepişmelerini de gerektiren kirli çıkar ve konum hesapları asli saiklerdir. Bu çıkar ve konum hesaplarının doğrultusunda birbirleriyle çatışanlar, kendi doğrultularını geçerli hukuk, teknik ve ekonomik rasyonalite ölçülerine göre haklı veya etkin kılamadıklarında, o doğrultunun “milli çıkar” gereği olduğunu iddia edecekleri bir milliyetçi diskur tutturma yoluna giderler. Eğer belirli bir durumda tarafların herbiri benzer bir tıkanıklık yaşıyor, vazgeçemediği çıkar ve konum hesabını akli ve hukukî kanallardan yürütemiyorsa, öncelikle akliliği ve hukukiliği, ardından demokrasi, insan hakları ve haliyle de eşitlik gibi evrensel değer kurumları iptal ettirten bir milliyetçi diskuru kendi hesabına işleterek, sonuçta hepsini birden kuşatan bir milliyetçi kabarış atmosferi oluştururlar. Geçerli hukukun, teknolojik ve ekonomik rasyonalitenin kendi çıkar ve hesapları lehine işlediğini bilen -örneğin Türkiye’de TÜSİAD çevresi gibi- kesimler kendilerini rahatsız eden bu gidişata çıkar ve hesapları açıkça tehlikeye düşmedikçe ses çıkarmayabilirler. Ama dünyaya çıkar hesapları ile bakmayan demokrasiyi insan haklarını özgürlük ve eşitliği insan oluşumuzun kaynağındaki değer ve niteliklerle özdeşleyen, bunları törpülemeyi ve hükümsüzleştirmeyi insanî varoluşumuzun temeline yönelik bir tehdit ve tehlike olarak kavrayabilen insanlar, böylesi milliyetçi kabarışları insanlığa -insanlığımıza- karşı bir saldırı, arsızca bir meydan okuma olarak görürler, görmek zorundadırlar.
Ve onlar bilirler ki; başta özgürlük ve eşitlik olmak üzere demokrasi, insan hakları ve hukukun temel değer ve ölçütleri, sadece genel olarak milliyetçiliğin, insan-dışı karakterini teşhir etmekle kalmaz aynı zamanda milliyetçiliğe sarılmış olanların soğuk, kirli çıkar hesaplarının, tatmin etmeye çalıştıkları ilkel güdülerinin de örtüsünü kaldırır. Bütün bir toplumu, bu manzara karşısında ne olarak tercihini yapacağı sorusuyla yüzleşmeye çağırabilir.
Bu bakımdan önümüzdeki genel seçim döneminde; herbiri bu milliyetçi kabarıştan kendi hesabına pay alabilmek için kapışacak parti ve siyasal odakların karşısına, doğrudan doğruya o kabarışı hedef alan, bunu cepheden teşhir eden bir kampanya ile çıkmak, gerçek bir “sol” tutum açısından bir siyasal yükümlülük değil, aynı zamanda bir insanlık ödevi, borcudur.
Önümüzdeki -Cumhurbaşkanlığı ve özellikle de- genel milletvekilliği seçimleri böyle bir kampanya için kaçınılmaz ve kaçırılmaması gereken bir imkân olarak görülmelidir. Birikim’in sürekli yazarı Ahmet İnsel’in de sunucularından biri olduğu, “bağımsız aday”lar önerisini bu açıdan değerlendirmek gerekiyor. Bu öneri, geçen seçimlerde denenen veya denenmesine çalışılan “CHP dışı sol” küçük partilerin basmakalıp sol lafızlardan ibaret bir “program” üzerinde birleşip tek bir parti çatısı altında seçime katılmaları yönteminin yeni taklidi, versiyonu biçiminde kullanılırsa, öncekilerden de zavallı bir sonuç verecektir.
Fakat daha fazla oy toplayabilmek için değil; asıl olarak, milliyetçi şirretliklerden, onun “doğallaştırdığı” cinayet, linç, tehditleri ile şiddet yüklü havanın boğuculuğundan bu havanın insanlığımızı mengeneye alışından, törpüleyişinden bunalan, Hrant Dink’in cenaze töreninde olduğu gibi “yeter” demek isteyen ve daha ötesinde bir çıkış yolu arayan, “sindirilmiş” yüzbinlerce insanı, sosyalizmin temel, vazgeçilmez değer ve idealleri olan eşitlik ve enternasyonalizmin ufuk açıcı ışığında biraraya getirebilmek için yürütülmelidir bu kampanya.
Korktukları için korkutanların kabarttığı o milliyetçi alacakaranlık, özgüven ve cesaretle donanmış bu ışıklı hareketten daha geniş yer kaplasa da asla daha etkin olamayacaktır. Ve ilk sonuçları ne olursa olsun, bu etkinlik varsa umudumuz da var demektir.