Epeyce geniş bir kesimin 22 Temmuz’da seçimin yapılabileceğinden bile kuşkulu olmasına, seçime bir iki hafta kala en azından bir ertelenme gerektirecek kanlı bir komplo/provokasyon endişesini taşımasına, kimilerinin ise sonuçlar “birileri” tarafından kabul edilemez gibi çıkarsa bir iki ay içinde mutlaka bir darbe olacağı söylentisini alttan alta yaymasına rağmen, anketlere bakılacak olursa, partilerin muhtemel oy oranları, Mayıs ortasından, yani seçim kararı alındıktan beri pek fazla değişmiş değil.
Bu, şunu gösteriyor ki; Mayıs’tan beri CHP-MHP ve Ordu çevrelerinin PKK pusularında ölen askerler üzerinden yaptığı milliyetçi-ulusalcı ajitasyon, AKP’nin omurgasını oluşturan modern-muhafazakar orta-üst sınıfın ve onların yörüngesindeki alt-orta sınıf katmanların bu partiye olan desteklerini çözüp gevşetemedi. Hatta belki de pekiştirdi.
Kuzey Irak’a sefer, yani “dış Kürtler” dolayımında tahrik edilen anti-Kürt reaksiyon damasıyla oynamak, milliyetçi-ulusal “cephe” açısından hiç de “verimli” olmadı. Ama bu oyunun asıl “koz”u henüz ortaya sürülmüş değil. Reaksiyonun ana malzemesi olan “iç Kürtler”, öyle tahmin edilebilir ki; 22 Temmuz’a 5-10 gün kala işte o endişe edilen komplo-provokasyonda kullanılabileceği biçimde devreye sokulabilir. AKP omurgasının ve kitlesel desteğinin sağlamlık sınavı asıl o zaman yapılmış olacaktır.
AKP, hükümet olmanın verdiği imkanların da yardımıyla bu sınavın en azından zorluk derecesini düşürebilir. Son günlerde bazı -ulusalcı- emekli subay, astsubay teşkilatlanmalarına yönelik operasyonların sıklaşması, herhalde bunun içindir. Bu soruşturmalar sırasında ortaya çıkarılan cephaneliklerden birinin, yoğun bir Kürt nüfusun yaşadığı Ümraniye’de olması, bu olayla ilgili olarak adı geçen zanlıların, Çukurova yöresindeki ırkçı emekli subay çekirdekli teşkilatlanmanın önde gelenleri ile irtibatta oluşları, muhtemel komplo/provokasyon odakları ile “yakın temas”ın kurulduğunun karineleridir.
AKP ile CHP-MHP ortak zemini arasındaki tartışmanın Kuzey Irak seferi odaklı olmaktan çıkıp DTP konusuna yoğunlaşması da, asıl sınavın başladığının işareti. CHP-MHP’nin DTP’yi külliyen “PKK uzantısı” olarak niteleyen diskurlarına karşılık; AKP liderliğinin, DTP’yi Bulgaristan Türklerinin HÖH’sü gibi olabilecek bir parti ihtimalini dışlamadan ve hatta bu çizgiye yaklaştığı ölçüde işbirliğinin de mümkün olacağını ifade eden bir yaklaşımla ele alıyor olması aradaki farkı yeterince gösteriyor. AKP liderliğinin, Mehmet Ağar’ın o sansasyon yaratan “düz ovaya indirme” önerisinden daha ileri bu yaklaşımını kendi omurgası ve seçmen kitlesine benimsetebilme derecesi ve derinliği 22 Temmuz arefesinde ve sandıkta ölçülmüş olacak. Hatırlamak gerekir ki; Mehmet Ağar’ın sözkonusu önerisinin DYP (DP)’nin geleneksel merkez sağ gövdesi tarafından “hazmedilmediği”, hoşnutsuzlukla karşılandığı söylenmişti. R.Tayyib Erdoğan’ın, DTP ile ilgili sözlerinin, AKP’nin temsil ettiği “yenilenmiş” merkez sağ gövdede benzer bir reaksiyona yol açtığının ikna edici işaretleri henüz yok. Şüphesiz CHP-MHP kampı bu noktada bazı çatlaklar bulmaya ve buradan işlemeye çalışacaktır. Ama teslim etmek gerekir ki, DTP ve HÖH’ü aynı terazide tartma argümanı, milliyetçi-ulusalcı hezeyana mesafeli duran orta-alt sınıf kitleleri nezdinde bir hayli etkili olacak bir argümandır.
AKP’nin bu yaklaşımını koruyarak, Temmuz’un üç haftası içinde ne olursa olsun sandıktan anketlerin şimdi gösterdiği ortalama civarında oyla çıkması; en azından “Kürt sorunu”nun makul bir zeminde çözümüne yatkın bir toplumsal çoğunluğun varolduğunun açık kanıtı anlamına gelecektir. Türk milliyetçiliğinin bazen ırkçı hezeyan sınırına varan kabarışlarına karşı tepkisiz ve sessiz duran ama mesafeliliğini de koruyan bu “mutedil” çoğunluk, Kürt milliyetçiliği ile benzer bir tutum içinde olan Kürtleri de ferahlatacak, cesaretlendirecek ve son zamanlarda sık sık ifade edilen “iki halk arasındaki gönül bağı ciddi ölçüde aşındı, yıprandı” yollu söylemleri de geriletecektir.
Bu bakımdan, AKP’nin hükümet olarak, bir Türk-Kürt kitlesel çatışmasını tetikleyecek muhtemel komplo/provokasyonları önleme konusunda göstereceği uyanıklık ve becerinin yanısıra, parti olarak, seçmen yığınlarına milliyetçi hezeyana kapılmamayı telkin etmedeki kararlılığı da; alacağı seçim sonucunun Türkiye toplumunun yakın-orta vade geleceği açısından belirleyici öneminin bilincinde olma derecesinin ifadesi olacaktır. Eğer bugün Türkiye’de bizim de dahil olduğumuz sosyalist cenahın büyükçe bir bölümü, bu seçimde AKP’nin mi yoksa CHP-MHP kampının mı “başarılı” olmasını tercih edersiniz sorusuna AKP’nin cevabını veriyorsa; bunun nedeni iki farklı türden sağcılığı temsil eden bu iki kamptan birinin, kendini milliyetçi akıl tutulmasına kaptırmamış görünmesidir. Türkiye toplumunun şu son derece özel konjonktüründe, -başka bir durumda ayrıntı gibi algılanabilecek- bu farklılık hayatî bir önem taşımaktadır.
Bundan çok değil iki üç yıl önce CHP’nin mi AKP’nin mi MHP/BBP’de örgütlü milliyetçiliğe daha yakın olduğu sorusuna, herhalde büyük çoğunluk AKP diye cevap verirdi. Şimdiki durum ve konumlanışın CHP’nin sağa kayışıyla mı yoksa AKP’nin “merkez”e doğru hamlesiyle milliyetçiliğini “makul” düzeye çekmesiyle mi oluştuğuna dair çok şey söylenebilir. Ama, şüphesiz seçim sonuçlarının ışığında, 22 Temmuz sonrasında üzerinde bol bol konuşulacak bu konu/soru ele alınırken; mutlaka dikkate alınması gereken bir noktaya işaret etmeliyiz.
Şöyle ki; 1980 öncesi Türkiye’sinin siyasal haritası, 1960’lardan beri merkez sağ (veya ortanın sağı) ve merkez sol (ortanın solu) denilen iki büyük partinin, hemen her durumda seçmen kitlesinin en az % 60’ını temsil ediyor olması ile oluşmakta idi. Kalan % 40’ın büyük kısmını sağ, aşırı sağ partilerin temsil etmesi de o haritanın bir verisi idi. CHP’nin zaman zaman % 40’lara ulaşan oy desteği, “Batılı” anlamda bir merkez sol parti sosyolojisine pek oturmasa da, epeyce bir bölümü ile o “Batılı” merkez sol seçmenin siyasal tavır alışları ile birçok noktada uyuşabilmekteydi.
1980 sonrasında neo-liberal vurgulu ANAP’ın zuhuru ile başlayan süreçte, 1990’ların ortalarına kadar “merkez sol” % 30’lar civarındaki oy oranını pek az düşme ile korur gözükürken, partiler dünyasında hareketliliğin asıl yaşandığı yer sağ, merkez sağ denilen alandı. 1990’larda revize edilmesine çalışılan geleneksel merkez sağın temsilcisi DYP’nin ANAP’ı, geride bırakarak ama eski konumuna da ulaşamayarak kısa süreli bir “yükseliş”ten sonra ANAP ile birlikte önlenemez bir düşüş sürecine girmesi, önce RP’nin ardından MHP’nin sağ-merkez sağ cenahın en büyük partileri olmalarına yol açtı. 2002’de AKP, onların ulaştığı oy düzeyinin hayli üstünde tek başına iktidar olup, iki yıl sonraki yerel seçimlerde bu oy oranının daha da üzerine çıktığında, merkez sağ ve sağın 20 yıllık çalkantılı döneminin sona erdiği, burada “taşların yerine oturduğu”ndan sözedilebilecek noktaya geldiğimiz anlaşıldı.
Ancak belirtilmelidir ki sağ-merkez sağda AKP ile sağlanan “istikrar”, yenilenmiş bir merkez sağı, bu siyasal duruşun kimi yeni ögelerle, “çağın ruhu’yla da bezenmiş bir yeniden harmanlanışını ifade ediyordu. Özel olarak, bunun otantik Türk burjuvazisinin, yüzyıldır verdiği iktidar mücadelesinin - nihai bile denilebilecek- bir aşaması olduğunu her vesileyle belirttiğimizi de ekleyelim.
Türkiye’nin merkez solunda ise benzer bir yenilenme olamadı. CHP’nin şu andaki siyasal konumlanışı bunun nedenini sormayı bile gereksizleştirmiş görünebilir. Bu varış noktasında CHP’nin, “aslında”, zaten sol bir parti olmadığı, sosyopolitik kökeni itibariyle bürokrat-mütegallibe eksenli bu partinin bir “devlet partisi” olarak kurulmuş olmasının genetik belirleyiciliği nedeniyle; şimdi gözlerini “eski”ye döndürmesini, bir ana rahmine dönme özlemi/itkisine kapılmış olmasını doğal bir sonuç olarak görmek daha da kolaylaşabilir.
Fakat, epeyce bir totoloji kokan bu açıklama asıl cevaplandırılması gereken soruya, yani böyle bir partinin nasıl olup da hemen tüm yakın tarih boyunca, “gerçek” bir sol -işçi-emekçi kökenli- bir hareketin rekabetiyle karşılaşmadığına, CHP’nin içinden veya kenarından bu amaçla başlatılmış girişimlerin -özel bir bastırma kampanyasıyla da karşılaşmadığı halde- niçin kısır kaldığına, tutunamadığına pek cevap vermez. Daha doğrusu bu sorudan kaçınır.
22 Temmuz seçimlerine ilişkin CHP’nin tutumu, onun bundan böyle “sol”da değil, DP ile MHP arasında bir yerde konumlanmış bir parti kimliğini pekiştirecek ve herhalde gölgesi bile sola düşmeyecektir. Modern -düzen içi- siyasetin sol ve sağ kanatlarının varlığında işlediği, bu sayede merkezini bulduğu bir vakıa ise de; postmodernizmin böylesi bir temel koşulu gereksindiği o kadar da kesin gözükmüyor.
Modern toplumlardaki biri orta-büyük sermaye sahibi sınıf eksenli -merkez sağ-, diğeri işçi-emekçi sınıf destekli -merkez sol- iki parti/blok şemalı siyasal düzen; ileri endüstriyel toplumlarda postmodernizme geçilirken şeklen fazla değişmedi. Ama merkez solda dikkate değer bir “adaptasyon” olduğunu da belirtmek gerek. Oralarda, bu sol ve merkez sol partiler, 1980’lerde geleneksel işçi-emekçi tabanlarının kısmen daralması, kısmen de -sağ veya kimlik siyasetleri lehine- kaybı ile geçici bir gerileme yaşadıktan sonra; orta-yüksek ücretli çalışanlar kesiminin önemli bir bölümünü saflarına çekerek ve onların giderek inisyatif ve belirleyicilik kazanmalarına imkân veren örgütsel ve programatik düzenlemelerle yeniden iktidar alternatifi haline geldiler.
Bu durum, sözkonusu merkez sol partilerin kendilerini yaşam tarzı ve düzeyi itibariyle servet-sermaye sahibi orta-üst sınıflarla eşdeğer sayan bir kesimin ağırlığına, yönlendiriciliğine girmesi olarak pekala yorumlanabilir. Merkez sağ ve sol partilerin sosyo-kültürel farklılıklarının bu azalış trendi, siyasetin imaj, proje ve teknikleşme baskısına tabi oluş trendi ile birlikte düşünüldüğünde, postmodern siyasal düzenleri, bu gidişle iki kanatlı diye nitelemek de güçleşecek demektir.
O halde, artık, boş(almış) sol alanın neyle/nasıl doldurulabileceğini değil, postmodern siyasete karşı alternatif siyasetin nasıl yaratılabileceği sorusunu sormak zorundayız. Bu ise siyasetin bizzat içeriğinde, kavramında, kavranılışında devrimden bağımsız düşünülemeyecek bir sorudur.
Birikim’in 218. sayısında (Haziran 2007) Ece Göztepe’nin “Sevilmeyen Anayasayı Kim Korumak İster” başlıklı yazısının 7. dipnotunda yer alan “Sabih Kanadoğlu’nun en istikrarlı savunucusu Ergun Özbudun’un...” ifadesi, “Sabih Kanadoğlu’nun en istikrarlı karşıtı Ergun Özbudun’un...” şeklinde olacaktır. Düzeltir özür dileriz.