AKP’nin -burjuva- demokratik düzenin asgari/temel koşulu olan bireysel ve kısmen de grupsal hak ve özgürlükleri kuvvetle güvenceye alacak ve böylece 22 Temmuz’u siyasal tarih ve kültürümüz açısından kesin bir dönüm noktası, bir ileri açılım haline getirecek “sivil” bir anayasa konusunda tutumunun -son analizde- ne olacağına dair Birikim’in son (220-221) sayısında söylenenler şöyleydi:
“AKP... demokrasiyi Türkiye halkının gerçek bir edinimi haline getirip pekiştirecek böylesi bir süreci... isteyemez, daha doğrusu isteyemez çünkü muhafazakâr-demokrat bir oluşum olarak “yapısal karakteri” buna izin vermediği gibi engeldir de...”
O yazıda AKP girişiminin özgürlükler üzerindeki yasal ve fiilî sınırlamalar ve mahut “tabular”ımız üzerindeki örtüleri kaldırma bahsinde ciddi, etkin iyileştirmeler getirmesinin beklenemeyeceği ve sözkonusu girişimin parlamentodaki CHP-MHP ve dolayısıyla Ordu ile yapılacak, aranacak bir uzlaşmayla sonuçlanması ihtimalinin yüksek olduğu belirtilmekteydi.
Yine aynı yazıda AKP’nin bu sonuca varabilmek için “kolera ile korkutup sıtmaya razı etme” yöntemini kullandığına da dikkat çekilmişti. AKP, transfer ettiği sol-liberal anayasa profesörü Zafer Üskül’ün -herhalde parti yönetiminin bilgisi dahilinde- öne sürdüğü “ideolojiden -Atatürkçülükten- arındırılmış bir anayasa” formülünün arkasında daha ilk tepkiler gelir gelmez durmayarak bu tutumunun ilk örneğini o sırada vermişti bile.
Eylül ayına girilirken yine anayasa profesörü olan liberal Ergun Özbudun başkanlığında bir akademisyenler grubuna hazırlattığı Anayasa taslağının başına da aynı şey geldi. Parti yönetimi, taslağın genel ilkelerine ve bazı kritik maddelerine yönelik devletçi/milliyetçi tepkilere kulak kabarttıktan, yaptığı toplantıda taslağı gayet ciddi bir revizyondan, budama işleminden geçirip nihaî karar için Başbakana sundu. Henüz detayları ile kamuoyuna açıklanmayan bu metin, medyaya sızdırılan bilgilere bakılacak olursa 12 Eylül Anayasası’nın YÖK, Anayasa Mahkemesi gibi “bürokratik kollayıcı” kuruluşlarının yetkilerinde, “seçilmiş muhafazakârlar” lehine yapılmış kısıtlamalarla sınırlı bir düzenleme öngörmektedir. 12 Eylül Anayasası’nın milliyetçi, devletçi ve topluma karşı kuşkucu “özü”nü belirleyen başlangıçtaki “değiştirilemez” hüküm maddeleri, yeni Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’in sözleriyle “ifade hatalarına bile dokunulmayarak” aynen korunmaktadır.
Bu tutum, tekrar belirtmeliyiz ki, AKP’nin muhafazakâr-demokrat niteliğini başat addedenler açısından ne sürpriz bir geri adım ne de hayal-beklenti kırıklığı yaratması gereken bir durumdur. AKP’nin yerleşik büyük burjuvazi de dahil geleneksel elitlerin “laiklik-Atatürkçülük” bayrağı altında oluşturduğu cephe ile tasfiye hedefli bir çatışmayı asla istemediği, bundan azami ölçüde kaçınarak; sonuçta bir uzlaşmaya, bir blok oluşturmaya varacak sabırlı ve yıpratma/eklemlenme teknikleriyle yürütülecek bir süreci öngördüğü, başından beri bu dergide vurgulanmaktaydı zaten.
AKP’nin omurgasını oluşturan ve onu tek başına hükümet konumuna yükselten otantik Türkiye burjuvazisinin muhafazakârlık ortak paydasında birleşmiş çeşitli unsurları “doğa”ları gereği yerleşik büyük sermaye ve asker-sivil bürokratik eliti -haşâ- tasfiye etmeyi değil, onunla sadece “eşitlenmeyi” isteyebilirler. Bu yüzden, uzlaşmaya çalıştıkları “kibirli” muhataplarının itham ve tahriklerine katlanma, sineye çekme tutumunu daha uzun zaman sürdüreceklerdir. Bu kesimlerin büyük çoğunluğu din/geleneğin şekillendirdiği hayat tarzlarının bir yandan modernliğin teknik ve albenisi ile öte yandan edindikleri servet ve her türden maddi gücün bulaşıcı zevkiyle törpülenmesine açıktırlar. O nedenle de bu hayat tarzının halen de gördüğü ikinci sınıf muameleyi peyderpey yumuşatmayı öngören AKP ve hükümet politikasından fazlaca rahatsız da değillerdir aslında. İktidar mücadelesi verdikleri aristokrasi ile güçlü bir tabandan devrim ihtimali karşısında derhal bir uzlaşma arayan ve sonunda bunu başaran 19. yüzyıl Avrupa burjuva devrimlerinin “orta sınıfı”da epey bir süre bu muameleye katlanmıştı. Dolayısıyla AKP ve hükümetin, şu “sivil anayasa” vesilesi ile örneğin üniversitelerdeki türban yasağını kaldırma teşebbüsünden de sonuç alamaması dahi sineye çekilebilecektir.* Türbanlı eşine karşı gösterilen ve neredeyse “istiskal” sayılabilecek davranışlara tahammül eden ve daha bir süre de edecek görünen Cumhurbaşkanı Abdullah Gül örneği önlerindedir.
AKP, dinî-muhafazakâr inançlarıyla ekonomik saik ve dinamikleri eklemlemiş, bu anlamda Protestanlığın, özellikle Amerikan Protestanlığının Türkiye’ye özgü bir tezahürü olarak tanımlanabilecek genel kimliği içinde görece farklı eğilimleri barındırmakla birlikte; tümünün de şu veya bu ölçüde “modernleştirmeye” yatkın ve istekli olduğu dinî-geleneksel hayat tarzının “ikinci sınıf” muamelesi görmesini sona erdirecek taleplerini dinî gerekçelere dayandırmaktan titizlikle kaçındı. Onun, içinden doğduğu MSP-RP, FP-SP çizgisinden ayrılmasının ve Türkiye merkez sağının omurgası ve tabanıyla birleşip, artan bir oy gücüyle iktidara, “merkez”e yükselişinin de aslî nedeni, kaynağı bu kaçınmadır. AKP, temsil ettiği bütün bu kesimler için aslî güç kaynağının ve saiklerin iktisadî-sosyal karakterinin bilincinde olarak, taleplerini, ardında bıraktığı İslamcılıktan mülhem söylem ve gerekçelerle sunma yerine, bunları birer özgürlük ve postmodern hakların konusu olarak formüle eden neo-liberal bir dille ortaya çıktı. Ondan bu denli hızlı bir yükseliş ve hele tek başına iktidar gibi bir başarı beklemeyen geleneksel elitler tarafından -ilk başlarda, SP içinde bir fraksiyon iken- “ılımlılığı” nedeniyle övülmüş olmakla birlikte; 2002’deki seçim zaferinin geçici bir olgu olmadığının esefle fark edilmesini müteakiben, bu söyleminin inandırıcılığı reddedildi ve AKP kendi başına bu “takiye” ithamını savuşturmakta epeyce zorlandı.
Onun bu kritik zorlukla başedebilmesinde sol-liberal aydın kamuoyunun ülkenin bu hegemonik entellektüel çevresinin payı şüphesiz büyüktür. Büyük çoğunluğu, AKP’de temsil edilen dini-geleneksel hayat tarzının hayli dışında yaşayan bu sayıca az ama bilgi ve fikrî donanımları, medya ve akademyada veya rafine kültür-sanat dallarındaki performans ve kişilikleri ile etkili konumda olan bu çevre, sadece dini-muhafazakâr hayat tarzının “ikinci sınıf” sayılmasından kaynaklanan talepleri özgürlük ve temel haklar açısından savunmak ve bu noktada devletçi muhafazakârlığın ideolojik baskısının “çağdaş” maskesini indirmekle kalmadı; daha da önemlisi aynı odakların AKP’nin parti ve hükümet olarak meşruiyetini sürekli sorgulayan, gündemde tutan siyasal baskısının tersine çevrilmesinde, yani bizatihi bu baskının ve onun dayandığı devletçi Atatürkçülüğün, demokrasi ve hukuk devleti gibi en çağdaş değer ve ölçütler bazında bir meşruiyet sorgulamasından geçmek zorunda olduğu kanısının yaygınlaşmasında, genel kamuoyunda bu havanın giderek daha belirgin hale gelmesinde bilhassa etkin bir rol oynadı.
Burada önemli olan, ileri sürülen fikir ve görüşlerin bilgi, kanıt yükü, içeriksel değerinden ziyade; geleneksel devletçi elitlerin tahakküm duvarlarını gerileten, örseleyen, zeminlerini çatlatan bu çıkışların, o elitler tarafından ikinci sınıf sayılmayı adeta mukadder addedegelmiş dinî-muhafazakâr kesimin o zamana kadar bu yerleşik elitler safında saydıkları “modern-aydın kesim” tarafından kararlılıkla, ve herhangi bir özel çıkar güdülmeksizin yapılıyor olmasıdır. Geleneksel elitlerin askerî gücü ve pozitivist kibirleri karşısında sinmeyi ve aşağılanmayı kabullene gelmiş bu kesimlerin, o elitlerle harhangi bir komplekse kapılmadan eşit hatta bilgi, fikir ve değerce üstün bir konumdan konuşabilen, onlara karşı ithamkar ve savunmaya itici bir dil kullanan bu kesimin bu tutumuyla yarattığı hava, onların yaralı özgüvenlerine merhem olmasının yanısıra AKP ve hükümetinin özellikle Avrupa Birliği’nde ve kamuoyunda bulduğu desteğin de ciddi bir bileşeni, hızlandırıcısı idi de.
Şüphesiz bu sol-liberal aydın kesimin homojenliğinden sözedilemez. Genelde aralarında ciddi fikir, perspektif ve amaç farklılıkları olan, liberal, neoliberal, sosyal demokrat, sol-sosyalist akımlara mensup; belki de tek ortak noktaları bu ülkenin demokratik bir hukuk devletinin ortalama normlarına sahip bir siyasal düzene sahip olmasının aciliyetini kabul etmiş ve bunun uzanımında Türkiye’nin AB üyeliğini prensipte destekleyen kişilerden müteşekkil olmasıydı. Her ne kadar AKP’nin özgürlükler ve temel haklar konusundaki duraksama ve yalpalamalarını ittifakla eleştirmiş ve yine bu konuda ileri adım sayılabilecek icraatını şu veya bu ölçüde ama genelde desteklemiş, teşvik etmiş iseler de; aynı AKP iktidarının iç ve dış politik icraatının hemen her noktasında tutumları çok farklı olmuş, AKP’yi ve birbirlerini şiddetle eleştirebilmişlerdi de.
Hemen hemen hiçbirisi AKP ile organik bağı olmayan bu kesim, yukarıda özetle anlatılan işlevinin etkinliği nedeniyle; AKP’nin iktidar mücadelesi verdiği asker-sivil bürokratik zümre çekirdekli devletçi-milliyetçi cephenin yönetici ve ideologları tarafından belki AKP’den de fazla suçlanmış, daha da öfkeyle düşmanlaştırılmıştır.
Ama bu yapılırken, sözkonusu kesimin AKP ve omurgası ile söz edilir bir çıkar ilişkisinin olmadığı ve hele hayat tarzları itibarıyla aralarında ciddi bir bir mesafenin, kopukluğun olduğu da bilinmektedir.
Şimdi eğer AKP, bu ikinci hükümet döneminde, temsil ettiği sınıf(lar)ın düz iktisadi-sosyal çıkarlarının ötesine geçerek, yani Türkiye’yi uygar bir toplumun temel, asgari değer ve standartlarına sahip bir ülke haline getirme azmini başatlaştırmış bir “misyon partisi” gibi davranabilirse, bunu yapabilecek ise; sözkonusu sol-liberal aydın komuoyunun moral ve entellektüel desteği elbette devam edecektir. Özellikle de halen AKP’nin iktidarına ve hatta bizatihi varlığına karşı iyice arkaikleşmiş bir devletçilik-milliyetçilik ile muhalefet-mücadele eden cephe bu tutumunu sürdürdükçe. Burada bahsedilen aydın kesimin tavrı, en azından çoğunluğu itibariyle ne AKP kollayıcılığı ne de -bu partinin muhafazakâr kimliği dikkate alındığında- bir ehven-i şere razı olmak diye nitelenebilir. Aydın, sol ve liberal sıfatlarının tek tek siyasal değer ve etik içerimlerinin hakkını vermek adına, öncelikle buradan hareketle tayin edilmiş bir tavır alıştır bu. AKP değil, adına hareket edilen değer ve ilkeler savunulmaktadır ve her durumda, “siyasal oyun”un devletçi-milliyetçi aktörleri kadar AKP’nin tavrı da aynı değer ve ölçütlerle gözden geçirilmekte, gerektiğinde en sert eleştirilerden de kaçınılmamaktadır.
Ama eğer AKP, başından beri işaret edildiği üzre, karşısındaki devletçi-milliyetçi cenah ile, bunun merkezinde yer alan geleneksel, yerleşik elitle kalıcı bir uzlaşmaya, kaynaşmaya yönelir ve kültürel/yaşam tarzı muhafazakârlığını, siyasal bir muhafazakârlıkla, bunun postmodern tarzı olan “güvenlik” gerekçesi ve korkusuyla içeriği yozlaştırılan, karartılan bir göstermelik demokrasi muhafızlığıyla noktalama eğilimine girerse; söz konusu konjonktürel “aydın desteği” -eğer tanımladığımız gibi ise- tereddütsüz onun tam karşısında yer alacaktır, almak zorundadır.
Bunu AKP kadar bilen ve “AKP olayı”ndan beri değil, ta “Kürt sorunu”nun bir kez daha kan, yıkım ve gözyaşı ile alevlendiği 1980’li yıllardan, hatta esasında 12 Eylül öncesinden beri o sol-liberal aydın kesimine diş bileyen günümüzün devletçi-milliyetçi/Atatürkçü gerici türleri, şimdi AKP, “sivil anayasa”yı onlarla uzlaşma rotasına sokma eğilimi gösterir göstermez, bunu o aydın kesimin “hesabını görmek” için bir fırsat olarak değerlendirmenin peşindedirler. AKP Anayasa konusunda geleneksel elitlerle uzlaşma niyetini belli eder etmez, “ortada” gözüken ama devletçi-milliyetçi cenaha “empati”sini gizlemeyen birilerinin “sol-liberal aydınlar AKP’ye desteğini daha ne kadar sürdürecek” sorusunu derhal ortaya atmaları ve bunun “yerleşik elit”in bir parçası olan büyük -Aydın Doğan- medyası tarafından manşetlere taşınmasının anlamı budur. Bu kampanyayı yürütenlerin AKP’nin “İslamcı”lığını bir veri sayarak, o sol-liberal aydın kesime Malezya ve de bilhassa İran örneğini hatırlatmaya hız vermeleri; gerçi şu durumda hiç de yerinde değil ama şüphesiz hayli manidar. Yerinde değil çünkü ne Malezya ne İran’da “İslamcı” denilen güçler iktidarı geleneksel -sözde modernist-elitlerle uzlaşarak ele geçirmiş değiller. Malezya zaten bir kenara İran’da “İslamcı” devlet eski yönetici tabakayı tasfiye ederek kurumlaştı ve bunun ertesinde “devrim” için yol arkadaşlığı yaptığı sol-liberal kesimleri de sırayla tasfiye etti.
Kaba hatlarıyla olay böyle. Türkiye’de ise eğer bu “İslamcı” AKP, hazırladığı Anayasa ile zihniyetini kurumlaştıracak ise, bunu geleneksel elitlerle hayli alçak profilli bir uzlaşma ile yapmak istediğini partinin ve hükümetin en yetkili ağızları açıkça ilan ediyorlar. Bu durumda eğer birilerinin tasfiyesi söz konusu olacak ise en yakın aday, bu tür bir uzlaşmaya, şimdiye kadar savuna geldikleri değer ve ilkeler adına muhalefet edecek olan o sol-liberal aydınlardır. Olabilir de; ama kritik nokta şudur ki, böylesi bir tasfiye girişiminin teşvikçisi ve icracıları AKP’den ziyade devletçi-milliyetçi cenah içinden çıkacaktır çok büyük ihtimalle. Bu ihtimal gerçekleşirse; AKP’nin rolünün göz yummak, örtbas etmek, geçiştirmeye, mazeret üretmeye çalışmak gibi bir ferî faillikten öteye geçmesi gerekmez. Hükümet sorumluluğu nedeniyle bu elbette ancak alçakça denilebilecek bir tutumdur ama, söz konusu ihtimalin gerçek fail ve teşvikçilerinin kimler olabileceği sorusunu geçiştirmemizi gerektirmez. Ta 12 Eylül’den beri, “eleştirilemez” devlet politikalarına milliyetçi-militer tahakküme, toplumsal akıl ve vicdanımızı körelten tabulara karşı demokrasi, özgürlük ve hukuk değerleri adına, her şeyden önce sorumlu yurttaş sıfatıyla karşı çıkmış o aydın kesime yönelik cinayetlerin, linç girişimlerinin ve nefret kusan yayınların adresi de, bunları öven, bunlarla “empati”sini gizlemeyenlerin de siyasal meşrebi besbellidir.
Sol-liberal aydınlara “AKP sizinle işi bittikten, size ihtiyacı kalmadıktan sonra tıpkı İran’daki gibi tasfiye edecek sizi” diyen bu miliyetçi-devletçi empatikler, bu cenah adına cinayetler işleyen, linç girişimlerinin her türünü deneyen o “varoş milliyetçi-ulusalcılığı”nın yörelerinde estirdiği -o artık sıradanlaşmış- terörü “mahalle baskısı”ndan dem vurdukları şu günlerde niçin gündeme getirmiyorlar acaba?
Devletçi-milliyetçi cenahın en ılımlı temsilcilerinden sayılan Prof. Toktamış Ateş’in, Hrant Dink’in katillerine övgü karineleriyle yüklü malum türkünün söz yazarı ve icracısıyla empatik bir konuşma yapabilmesi, bu kişilerin o konuşmada Maraş’taki misyoner cinayeti alçaklığını “anlayan” sözler edebilme cüretini gösterebilmesi; eğer bu denli sınırlı bir tepki yaratabilmişse, bunun nedenini öncelikle AKP’nin iktidarını pekiştirmiş olmasında mı yoksa milliyetçi-devletçiliğin korku-korkutmadan beslenen hegemonyasının hâlâ devam ettiği olgusunda mı aramalıyız?
Yeri gelmişken, bu türkünün arkasında “virgülüne kadar” durduklarını iftiharla söyleyen ama o türküye döşenen kliplerle asla ilgilerinin olmadığını, türkünün asla Hrant Dink cinayetini övme iması taşımadığını iddia eden milliyetçi/devletçi söz yazarı ve icracısının tavrına da değinelim.
Bu tavır, tipik faşist-faşizan tavrın bir örneğidir. Yaptığını açıkça sahiplenmeyen, kanıtlanır gibi olduğunda o rezilce “inkar yiğidin kalesidir” sözüne sarılan ve tam bu tavra uygun olduğu için çoğunlukla pusu kurularak işlenen faşist cinayetlerin failleri de böyledir genellikle. Kurbanın karalanmasının asla ihmal edilmemesi, böylece “cezasını buldu” imasının da mutlaka yapılması da usûldendir. Ama bu namertçe tutumu “taçlandıran” şey, -eğer en ufak bir vesile bile bulunursa- cinayeti kurbanın yakınındakilerin işlemiş olacağını öne sürmek ve bu arada öldürülen kişi için üzüldüğünü de eklemektir.
Sol liberal aydınlara “AKP sizi ergeç tasfiye edecek” derken onlar adına üzüldüğünü söylemeyi de ihmal etmeyen devletçi-milliyetçi cenahın sözcü ve “empatik”leri bu alçaklara has tutumun tam karşısında mıdırlar yoksa daha süzme bir türünü mü temsil ediyorlar?
Herhalde düşünmeye değer bir sorudur bu.
ÖMER LAÇİNER
(*) AKP’nin türban konusunda “ağırdan alması”nın pek dillendirilmeyen bir nedeninden de söz etmeliyiz. Malumdur ki bildik başörtüsü değil ama türban, asıl olarak “hareket”in orta-üst katman –veya buraya aday– kadınlarını doğrudan ilgilendiriyor. Bunlar büyük çoğunluğuyla yüksek eğitimli ve daha üst meslek ve statülere kendilerini layık gören, dolayısıyla da dinî veya geleneksel-muhafazakâr hayat tarzının erkek-kadın ilişkilerini, bunun erkek egemen karakterini ergeç zorlayacak, “sorunlu” hale getirecek bir potansiyele sahiptir. Bu potansiyelin önünün “yasak” ile kesilmesinin dolayısıyla o sorunun ötelenmesinin, dinî-muhafazakâr hayat tarzının savunucuları tarafından değil de siyasal rakipleri tarafından yapılmış oluşu, dinî-muhafazakâr çevreler için olabildiğince yararlanılacak bir fırsat olarak görülmüyor mudur?