Bir önceki yazıda ağırlıklı Kürt oyları üzerinde durmuş, DTP’den AKP’ye kayan oyları sorgulamış ve Kürt hareketinin seyrine değinmiştik. Yazı, “bir sol dalga yaratılması” temennisi ile son bulmuştu. Bu yazıda, söz konusu temenninin hayat bulup bulamayacağı noktalara dilimiz döndüğünce, aklımız yettiğince değineceğiz. Hele ki bu Kürt kafa seçimden sonra başını ziyadesi ile vuracak taş arayıp, netice itibariyle Kapital’in yazılışının 140. yıldönümünde “Yolumuz yine Marksizme çıktı, dertli dertli ağlar gönül” ağıdını yakmaktaysa, söyleyecek söz birikmiş demektir.
Yazmaya koyulurken tarih çakışmaları ve “gelinen süreç”in cilvelerinin tesirinde kaldım evvela. 12 Eylül, yukarıda bahsettiğim üzere bir “Kapital anması” ve Abdullah Gül’ün “talebeliği”... Enteresan elbette, İstanbul Üniversitesi’nin ön kapısında solcular bombalanırken, arka kapıda bir müminin emin adımlarla Cumhurbaşkanlığına doğru ilerlemesi. Ve hâlâ ASAM’cıların falan Kürt hareketinin nereden “çıktığını” konuşurken buldukları 12 Eylül’ün Diyarbakır Cezaevi adresi... Yani başından söyleyeyim, hepimizin problemi “kapılarda” başlamış. Kapıdan çıkanlar, çıkamayanlar ve sızanlar meselesi... Dedim ya, dert bu değil, tarihin ve “sürecin” cilvesi diyelim, anmadan edemedim.
Sağ ile solun ziyadesiyle birbirine karıştığı ve kavramların 1980 ile öncesinde olduğu gibi elmayla armudun tanımına pek de benzemediği bir vakitte “sol rüzgar nereden eser, sol dalga hangi kıyıya vurur” sorusuna yanıt aramak takdir edersiniz ki zor. Bu zorluk içerisinde sorunun tam yanıtına gelmeden evvel dalgayı yaratması beklenen kesimlerdeki vaziyete göz atmakta fayda olacak. “Kürt hareketi sol bir hareket midir ya da sol ruhu nasıl tazeler” sorusuna yanıt arayıp, kalıp olarak dilimize her ne kadar yerleşmiş olsa da “kalıbının solu mudur” sorusunu da sormamız gereken “Türk solu”nu bir miktar sorgulayarak başlayalım...
Kürt hareketi ile ilgili herhangi bir yönü sorgulamaya her kalktığımda, hareketin ilk yıllarından tutup, özetleyerek getirmeden yapamıyorum. Bu yazıyı yıllara yayma derdinde değilim. En azından bundan uzak durmaya çalışarak bir iki noktaya değineceğim. “Partiye Karkeren Kurdistan”, yani “Kürdistan İşçi Partisi” adıyla, bayrağında orak çekiç bulunmak sureti ile kuruldu PKK. Bayrağını, ismini ve tüzüğünü değiştiren bir süreç izledi sırasıyla. Ve hâlâ sol hareketler tarafından eleştirilmektedir bu değişikliklerinden ötürü. Aynı sol hareketin en başında “hangi işçilerin partisi” sorusunu sorması daha manalı olurdu ama geçmişle ölmüşe bir şey diyemeyiz. Zira ağalık sistemi bir yandan, yoksul köylülük öbür yandan, bırakın işçi sınıfını köylü sınıfının bile tam manasıyla tanımlanamayacağı bir atmosferde -ki hele de kalkıştığı güç sermaye değil de devletin ta kendisi olduğunda- nasıl olacaktı İşçi Partisi? Mesele, İstanbul Üniversitesi’nin ya da ODTÜ’nün ön kapısında bombalanmaktan başlıyordu. ’68 ruhundan çıkan bir yeni ruhtu ve kendi coğrafyasında başlattığı hareket, kendi ezberini de bozdu. Dağlarda çobanlık yapan, köylerde başlık parası ile evlendirilen genç kızların, erkeklerin yolunu tuttuğu bir hareketin kendisini yeniden tanımlaması gerekiyordu. Hem kendisini hem de savaştığı gücü... Bütün bu yeniden tanımlamalar ve kendi hattına oturma süreçleri Kürt hareketinin “orijinalitesini” bulmasına vesile olmuşsa da Türk sol hareketi ile zamanla mesafeyi açmasına neden oldu. Coğrafya farklıydı, dil farklıydı, inanç, kültür, beklenti farklıydı. Sonraki kısımlarda değineceğiz ama bu farklılık hâlâ da aradaki mesafeyi ortadan kaldırmış ve her iki halkın sol yanını yakınlaştırmış, kısmi bütünlük sağlamalarını engellemiştir.
Yaşanan çatışmalı süreç ise Kürtlerde artık handiyse sınıf çelişkisini ortadan kaldırmış, tam manasıyla bunun yerine “seferberlik” hissiyatını getirmiştir. Bunun için uzaklara gitmeden, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarına ya da başkaca “ulusal kurtuluş” örneklerine bakmak yeterlidir. Ki zaten Kürt hareketinin 1980 sonları ile 2000 yıllarına kadar “ne yaptığı” ve ne yaşadığı Türkiye solu tarafından tam olarak algılanabilseydi eğer, karşılıksız beklentiler ortadan kalkıp yerini farklı ortaklaşmalar alabilirdi. Tersinden de Kürt hareketinin Türk sol hareketlerine karşı “tepeden” bakışı olmasaydı... Salt savaşın yarattığı hak ihlalleri ekseninde buluşmak, bu denli büyük altüst oluşlar için yetersizdir zira. Bunlar bir yana...
Kürt hareketinin bugünkü durumunu seçimler vesilesiyle nispeten değerlendirmiştik. Fakat değinmediğimiz başkaca önemli bir yan bulunuyor: Kürtler içerisinde belirginleşmeye başlayan ve her ne kadar dillendirilmese, sorgulanmasa da Kürt hareketinin temel açmazlarından biri gibi görünen “yeni sınıf.” Bunu değerlendirirken de Kürt hareketinin örgütlenme biçiminin evveliyatına göz atmak gerekiyor.
Kürt hareketinin iki örgütlenme modeli vardı: Askerî ve siyasî... Askerî örgütlenme malum olduğu üzere köylerden, kentlerden vs. dağ kadrosu oluşturmak üzereydi. Ve üniversite öğrencisinden çobana kadar herkes oraya gittiğinde eşit koşullarda yerini alıyordu. Ki o denli “eşitti” ki dağ işi dağ insanına has olduğundan, öğrenciler ve kentliler daha ziyade “küçük burjuva” idi. (Bu yaklaşıma dair çözümlemeler PKK’nin kendi kayıtlarında da genişçe yer alır.) Siyasî örgütlenme ise yine illegaldi ve bu örgütlemeyi yürütenler ise bir dağ kadrosundan farksızdı. Yani militanın kendi sosyo-kültürel veya ekonomik arka planı yoktu. O, tıpkı evine gittiği köylüler, yoksullar gibi “tek tüfek”ti. Babasının kaç dönüm tarlasının olduğunu kimse bilmezdi ve bunun önemi de yoktu. Önemli olan tek şey, kapıdan içeri giren o kadın ya da erkeğin, “bir davaya baş koymuş” kişi olmasıydı. Girdiği evin ekonomik gücü, dinî eğilimi de önemli değildi. Ve “canından başka kaybedecek şeyi olmayan” kültürü nasıl ki Türk solunun vaktiyle örgütlenmelerinde ya da Ortadoğu toplumunun karakterinde önemli bir yer tutuyorsa, Kürtler için de aynı şey geçerliydi: Durumu eşitlemek!
Fakat Kürt hareketinin örgütlenme modelini ve stratejisini değiştirmesi, yukarıda özetlediğimiz tarzın yerine, sivil toplum örgütlenmelerini, siyasî parti faaliyetlerini getirdi. Yani her şey değişti. Top bu sefer gündelik hayatını devam ettiren “küçük burjuvalardaydı”. Artık göçle oluşan mahallelerde illegal siyasî örgütlenmelerin yerini“üçüncü alan” diye tanımlanan sivil toplum örgütlenmeleri ve siyasî parti faaliyetleri aldı. Bu değişiklik ilk anda alabildiğine demokratik bir model gibi görünse de zamanla yeni bir sınıfın oluşmasının ve sınıf çelişkisinin alttan alta belirmesinin kanımca başlangıcı oldu. Çünkü, uzağa gitmeden Türkiye sol hareketlerinin seyirlerine ve bugün geldiği aşamalara bakarak bu sorunun yanıtını bulmak zor olmaz. Sınıf mücadelesi nasıl ki sınıf içerisinde yer alan insanlarla sürdürülmeliyse, Kürt hareketinin mücadelesi de aynı yolla yürütülmeliydi. Seçim sonuçlarından da göründüğü üzere DTP’nin oldukça güçlü olduğu yerlerde AKP’ye oy kaymasının nedenleri sorgulanırken “yoksulluk” tespiti yapıldı. Fakat bu tespit AKP’nin salt “eşya dağıtması” ile neredeyse izah edildi. Üzerinde durulmayan nokta ise Kürtler ve Kürt hareketi aktivistleri ile yoksul halk arasındaki sınıf çelişkisidir. Daha da açalım... Sivil örgütlenmeler ya da siyasî partiler alışık olduğu üzere orta ve üst sınıfın ilgilendiği alanlardır. Bu en azından Türkiye için böyle... Ve bu alanların yürütücüsü olabilmek için belirli “vasıflar” gerekir. En azından orta halli, nispi entellektüel gibi... Kimlikleri, gündelik hayatlarını sürdürdükleri gerçek kimlikleridir. O gün partiye ya da derneğe gelir, işini bitirir ve evine gider. Evini bilirsiniz mesela... Ve kent hayatının olmazsa olmazları vardır. Yani bir kentli mesela evinde uyur, elektrik faturası öder ve maaşlı çalışmak durumundadır. Bir kentlinin gündelik hayattan feragat etme ihtimali düşüktür. Hele ki Kürtlerin halet-i ruhiyesini düşünürsek... Yani koltuklar “doldurabilen” adamlarındır! Evet bir çelişkidir ama sosyolojide her zaman tıkır tıkır mantık işlemez. Velhasıl, artık yoksul köylüler, göç mahallelerinde ekmek bulamayan topluluklar ile onların kapısını çalan “kravatlı siyasiler” arasına “refah düzeyi” girmiştir. Daha da açık ifadeyle “para” girmiştir. Eşitlik bozulmuş, mesafe belirmiştir. Bu, yoksulun penceresinden baktığımız vakit gözümüze ilişendir. Bir de tersinden düşünelim...
Hayat standartları yerinde olan ve hatta yer yer ortanın üstü sayılabilecek bir sınıfa mensup olan siyasiler ne anlatabilir? Etnik kimliği yeniden nasıl tanımlayabilir? Kürt sadece dili, kültürü ve varlığı yasaklanan, kabul edilmeyen midir? Yoksa Kürt artık eşittir yoksul mudur? Yoksul ise onun hangi umudu olunabilir? Yani, geniş ve kaba anlamıyla “seferberlik” denileceği vakit sınıflar ortadan kalkar evet, peki çatışma dinip, roller yeniden tanımlandığında ve hele de şu anda olduğu gibi barış arayışlarına girildiğinde temsiliyeti kimler sağlayacağı oldukça önemlidir. “Entellektüel küstahtır”, bu tespiti hepimiz için yapabiliriz. Entellektüel ve aydının sorumlulukları farklıdır. O bir yana... Fakat bir temsiliyetten ve örgütlenmeden söz edilecekse eğer, o zaman bütün tanımlamaları yeniden yapmak gerekir.
Bahsettiklerimiz Kürt hareketinin nispeten seçimle beraber üzerinde durduğu, en azından nispi tespitini yaptığı açmazlardı. Peki bundan sonra ne olabilir? Bir sol dalga yaratılabilmesi için öncelikle sol rolü yüklenenlerin kendilerini tanımlamaları gerekir. Kürt hareketine ilişkin yaptığımız değerlendirmeler Türk sol hareketleri, partileri için de geçerlidir. Sınıfsal çelişkilerden yola çıkıp, ezilenlerin sesi, adresi olmayı hedefleyen hareketlerin fiilen ezilenlerden uzak oluşu, bu problemler piramidinin tepesini oluşturuyor. Şehirlerin “marjinal” sayılabilecek merkezlerinde biraraya gelip, kurumsallaşmalarını da oralarda sağlayan ve gündelik yaşamını birbiri ile paylayan “kadrolar” sorunu Kürt hareketinde nasıl ki belirmeye başladıysa, Türk solunda da “kalıbına oturmuş” durumda. Daha açık söyleyelim... İstanbul’da İstiklal Caddesi’ni boydan boya tutan partiler, sivil toplum örgütleri, sendikalar vs. hangi sınıfın içine “sızma” yapabilir? “Özgürlükler” caddelerinde kendi özgürlüğünü yaşayan devrimciler hangi devrime öncülük edebilir? Bunlar “babadan-anadan” kalma nasihatla karışık tespitlerdir. Hepimize denmiştir vaktinde, “Hele bir tarlada, inşaatta çalışın, sonra görürüz boyunuzun ölçüsünü...” Aslında mesele, memleketteki tüm solcuların, devrimcilerin kendilerine “aydın” rolü yüklemiş olmaları. Onlara aydın olmadıklarını söyleyen gerçek bir aydın kitlesi de bulunmadığı için, ak ile kara birbirinden ayıklanamamakta. Bunlar elbette işin ironisi. Fakat TKP’nin “kolejli çocuklarını”, ÖDP’nin Beyoğluluğunu, daha yarı illegal sol örgütlerin ise Tuncelililiğini aşamamayı göz önünde bulundurduğumuzda, iş hiç de ironik görünmüyor. Ki vaktiyle yoksullar hayrına yapılan gecekondulara dahi girememekte devrimciler. Bu ise işin trajedisi diyelim.
Ve hâlâ “nasıl olur peki” sorusu cevabını beklemekte... Salt Meclis beklentisine girmek elbette saflık olur. Bugüne kadar anlamlı ortaklaşmalar yakalayamadan, 22 milletvekilinden hareketle yüksek beklentilere girmemekte fayda var kanımca. Lakin Baskın Oran’ın sıkça dillendirdiği, hepimizi “serinleten” ezber bozma yöntemi yakalanabilir. Yazının girişinde de değindiğim gibi zamanın Türk-İslamcıları, Necip Fazıl Kısakürek’in evlatlarına karşı bu ülkenin demokratlarının, solcularının ve Kürt yurtseverlerinin söyleyeceği söz elbette vardır. Fakat söz önce bu güçlerin kendisinde başlamalı. Ciddi bir potansiyel olan Kürt halkının dinamizmi erimeden toparlanmalı evvela... Ha keza “Kayserililer Partisi” diyebileceğimiz ve aslında yoksulun gücünü alıyormuş gibi görünüp toplu sözleşme görüşmelerinde dahi 5 liranın pazarlığını yapan bir kapitalist beslenmeli partiye karşı solun söyleyeceği söz olmalı... Kaynağından beslenmeden hiçbir söz söylenemez elbette. Alışkanlıklar değiştirilmeli...
Sırasıyla göz atabiliriz... Kürt hareketi mevcudiyeti itibariye “klasik” bir sol parti rolünü oynayamaz kanaatimce. Yukarıda da sözünü ettiğimiz üzere varoluşu, öncelikleri, toplumsal ve sosyal yapısı kendi içinde bir sol duruşu her ne kadar gerektiriyor olsa da bütünlüklü baktığımızda Türkiye’de solun adresi olamaz. En azından şimdilik... Fakat Kürt sorunu varlığını mevcut haliyle koruduğu sürece Türk sol hareketleri de kendi rollerini tanımlayıp, güncelleyemez. Çünkü Türkiye’nin temel çelişkileri sınıf çelişkisi olmaktan çıkıp, etnik ve dinî çelişkilere dönüşmüştür. Etnik çelişkinin ve çatışmanın olduğu yerde ise bilindik anlamda bir sol ruhun oluşması güçtür. Yani Kürt dinamizmi ile Türk sol ruhunun beklenen anlamda bir bütünlük arzedebilmesi için Kürt sorununun en azından bilinen etnik anlamıyla çözülmesi gerekmektedir. Dikkat edilirse bırakın bir sınıf mücadelesi oluşturmayı, kaba ırkçı yaklaşımlara karşı dahi kafa karışıklıkları yaşanmaktadır. Bir zamanlar solun beslendiği Artvin, Rize gibi illere, Ege’ye asker cenazeleri gittiği için sadece Kürt karşıtı bir dalga oluşmadı, sol da sıkışma yaşadı. Ve tercih yapmak durumunda kaldı. Ha keza AB’ye yaklaşımda da aynı sıkıntı yaşanmakta. TKP’nin Hırant Dink’in cenazesine katılmaması bunun en basit örneğidir. Ki üç beş Ermeni kalmışken...
Bütün bunlar, ortak ruh oluşturma önündeki en temel açmazlar. Fakat ordu ile AKP’nin uzlaşmaz çelişkilerinin olmadığını bilmek için Gül’ün “talebeliğine” bakıp, solun ve Kürt vekillerin ders çıkarması demek ki yeterli... Bu sanal savaşın rüzgarına kapılmadan, kendi söyleyeceği sözü belirlemelerinin tam vakti. İşçinin, emekçinin, yoksulun, Kürdün, kadının ve kimliksizleştirilenlerin tümünün yanında yer alabilirler... Ülkenin en belirgin ve öncelikli sorunları, solun ve Kürt hareketinin de sorunları olduğuna göre bir çatı örgütü kurulamaz mı? Faşizm karşıtı, gericilik karşıtı dalga yaratmak tam da solun görevi değil midir? Yukarıda da söylediğim gibi kanımca en öncelikli olanı, halklar arası kopuşun önüne geçmek. Çünkü bunun önüne geçilemezse bir zaman sonra sol kendisini halktan korumak zorunda kalır. Yani yoksul halkımız dönüp kendi solunu yer.