• Seçimler, Türkiye’de, ima edildiği gibi siyasî bir olay olarak algılanmadı çoğunlukça. Daha doğrusu kazanan çoğunluk için illa ki siyasî bir olay değildi. Özellikle uçuşan anayasa krizi anlatılarından beri, siyaset, işlerin yürümesinin önüne engel çıkarma potansiyeli güçlü bir riziko sahası gibi görülüyor. Ekonomi titretiyor ufku. Boğazına 2001 krizi dayalıyken konuşmak gibi. AKP dışındaki partiler seçim öncesi çalışmalarında hep seçimlerin siyasî bir şey olduğu propagandasını yapmaya çalıştılar. AKP ise güven verici bir tavırla, siyasete gerek olmadığını, yapacak işlerimiz olduğunu söyledi. Değil mi ya, siyasî kutupların birbirleriyle kavgalarıyla mı uğraşacaklar iş mi yapacaklar? Seçimler, Türkiye’de liberalizmin, liberal değerlerin seçimleri siyasî auradan koparma yetkisini elde ettiğini gösterdi. Özalizmin kalıcı bir damara dönüştüğünü ve farklı kılıklarla hükümetleri domine etmeye devam edebileceğinin de açık bir işaretiydi. Üst üste iki seçimdir Özalizm kapatıyor masayı (2002 seçimlerindeki Genç Parti oylarını da Özalizme sayıyorum.)
Seçimlerden birkaç gün önce Erdoğan’ın Bayburt’taki veciz ifadeleri örnekti:
“Bu bağımsızlar parlamentoya girecek. MHP de girerse Meclis’te neler olabileceğini görüyorum. O zaman gör kavgayı. Biz bunların kavgalarıyla mı, birbirleriyle boğuşmalarıyla mı uğraşacağız; Türkiye’ye hizmet mi vereceğiz. Biri bir uç, diğeri başka bir uç. Bunların Türkiye’ye hizmet derdi yok.”
Seçimlere bir iş ihalesi gibi davranma tutumunu gördük burada tekrar. Sonuçta bu siyasî bir seçimse, farklı uçlar Mecliste temsil edilebiliyorsa parlamenter demokrasi anlayışında başarılı bir noktaya gelinmiş demektir di mi, hayır, Özalist demokrasi anlayışı şöyle: siyaset fazla karıştırılmadan ortalama muhafazakar Türk-İslam kültürünün genişleyen egemenliği altında devleti bir şirket gibi idare ederek büyütmek, kâra geçirmek ve siyasetin görünürleştiği bütün anları devlet/şirket’in iş yapmasını engellemeye çalışan ‘iş ahlakına aykırı’ anti-demokratik çıkışlar olarak göstermek…
• Piyasayla işi olanların çoğu AKP seçimi kazandı diye sevindi bu seçimlerde. Emeklilerin, kimi memurların, geliri etkiye görece daha az açık olanların daha rahatlıkla diyelim CHP’liliği sürdürebildiklerini düşünebiliriz. Piyasadaki dalgalanmalarla hayatı doğrudan belirlenecek olanlar genelde tedirgin. Bu güçsüzlük ve tedirginlik siyasete bakışı da değiştiriyor. Siyaseti piyasaların güzel güzel akışını kesmeye çalışan bir engel olarak gören Özalistlerden olmasalar da işten çıkartılmaktan, işlerin kötüye gitmesinden, batmaktan, piyasaların durgunlaşmasından ve benzerlerinden korkan herkes ya AKP’ye oy veriyor ya da gizlice AKP’nin kazanmasını diliyor. Burada çok kritik bir nokta var, AKP iddia ettiği gibi devlet/şirket yönetiminde en iyi Özalist yönetim olduğunu ispatladığı için değil, ama Türkiye’nin bir ‘maceraya kalkışmadan’, dünya ekonomisi içindeki bağımlı yerinde uslu ama tutarlı bir biçimde, sarsılmadan, hafiften hafiften büyümesine kolaylaştırıcı hizmeti vereceği için tercih sebebi. Kendine yeterlilik diye bir şey günümüz küresel dünyasında tam bir safsatadır diyecek, Batı’dan gelen desteğe muhtaçlıktan şikayet etmeyi de global ekonomiyi anlamamak olarak kodlayacak çok ses bulunur. Peki Putin Rusyası başka bir kürede mi yaşıyor? Hrant Dink ve Anna Politkovskaya cinayetlerini ileride tekrar içiçe düşünürken bu karşılaştırmaya geri dönebiliriz ama şimdi Putin ile AKP tutumuna karşılıklı bakalım. Türkiye’de, yukarıda andığım ekonomik olarak kendini güvensiz hisseden seçmenler biliyorlar ki Batı AKP’yi destekliyor ve Türkiye’nin ekonomik dengesi kendi ellerinde değil ve Batı’nın desteklemediği bir iktidarın işi çok kolay bozulabilir. (Buna karşı çıkacak, dediğim gibi sorunu büyütecek ve bir ekonomik krizin ardından ‘ulusal ekonomi’yi doğrultmak isteyecek oluşumlar olabilir ve var, ama bunların ne meşruiyetleri sağlam ne de planları görünür ne de bu tür bir süreçte kurban olma ihtimalini göğüslemeye hazır insanlar yeterli sayıda.)
Dağıtılan bulgurlarla, altınlarla veya başka ufak tefek çıkarlarla belirli bir oy kazanılıyordur elbet, ama bu biriktirilen minik minik başarılar makro ekonomik bir başarısızlık yaşansa tuzla buz olacak şeyler. Sokakta 2001 krizi doğursan kimseyi evine sokup bulgurla besleyemezsin. Bu bulgur oyları geçen seçimde de arena oyları, konser/köfte-ekmek oyları olarak Genç Parti’ye gitmişti. Ne fark etti? Ayrıca seçim sonuçlarında belirleyici rol oynayan liberallerin/merkez sağın AKP’de huzuru bulması olgusu bulgura değil tamamen makro ekonomik dengelere dayanıyordu. Economist dergisinin gönderdiği mesaj daha netti: ya sekülarizm ya demokrasi seçeneğiyle başbaşa kaldıysanız demokrasiyi seçin dediler başyazılarında.
Bir de Putin’e bakalım. Türkiye’deki mevcut durum hiç makbul gözükmese de ekonomik kendine yeterlilik olsaydı başımıza daha kötülerinin de gelebileceğini Putin Rusyası fısıldıyor aslında. Putin Rusya’yı yeniden güçlü ve istikrarlı kılmakla övünüyor. İmparatorluğu ve gücü ve istikrarı imlediği ölçüde Sovyetler ruhunu geri çağırıp yeniden hakim kılıyor. Bağımsızlık efekti kullanıyor. Avrupa ile insan haklarıyla falan hiç canını sıkmıyor. “Putin’im ama doğalgaz bende” çekiveriyor. Ülke içinde mafyatik, diktatörvari, sert bir yönetimle işleri yürütüyor. Basına ve muhalefete baskıdan çekinmiyor. Kolaylıkla sınır aşıyor bu konularda. Emperyal Rusya tahayyülünü yeniden güçlendirmenin propagandasını yapıyor ve üstelik de giderek popülaritesi artıyor. Rusya’da sol zaten Türkiye’dekinden çok daha güçsüz bugün – mesela Rusya’daki komünistlere/anarşistlere, “komünistler/anarşistler İstanbul’a” denebilir her an! Genel dengesizliğin bir tezahürü olarak anılabilir sanırım; Hrant Dink cenazesinin nasıl bir kitlesel siyasî nümayişe dönüştüğünü ve uzun süre etkisinin sürdüğünü biliyoruz. Politkovskaya cenazesinde ise 500-1000 kişi ancak toplanabilmişti. Putin hem solu ve her tür hoşuna gitmeyen muhalefeti kaba yöntemlerle marjinalleştiriyor hem de Politkovskaya’nın ölümünden sonra Dresden’de dediği gibi ‘bunların Rusya’da bir ağırlığı yok ki, Batı için önemli şahsiyetler sadece’ deyiveriyor. Gençlik kamplarında Nazivari mesajlar yayıyor, zaten Rus Nazileri olağanüstü bir genişleme dönemindeler. Bir nükleer karşıtı eylemciyi kısa bir süre önce öldürdüler, Gay yürüyüşlerine fizikî saldırılar düzenliyorlar, Müslüman göçmenlerin boğazlarını Nazi bayrakları önünde kesip internete koyuyorlar. Ve bu arada Putin, Lenin’i dünya sosyalist sistemini Rus halkından önde tuttuğu için eleştiriyor ve kendilerinin Rus orta sınıfını yaratmaya çalıştıklarından bahsediyor. Ekonomik ve askerî güçlenmeyle birlikte İngiliz jetleriyle it dalaşı, çeşitli uluslararası restler, ‘tüm bombaların anası’na karşı ‘tüm bombaların babası’nın ortaya atılması gibi horozlanmalar görülüyor. Türkiye’nin gönüllerdeki Putin’i, Putin olma sevdalısı çok, ama eğer Türkiye’nin gerçek bir Putin rejimi olsaydı, uygulanabilir bir plan olarak seçmenin karşısına çıksaydı, hiç kuşku yok ki liberal/ortanın sağı ‘piyasa rahat uyusun geceleri oyları’ da, bulgur oyları da, bu Putin rejimine kayardı. AKP ülkeyi satıyor peki, ama Putinciler de satın alıyorlar. Putin seçeneği Türkiye’deki nasyonalist kampın elinde ipleri tutabilse masaya atmayı kesin isteyebileceği bir seçenek görünümünde. Ama işte burada küresel adaletsizliklerle yerel adaletsizliklerin karıştığı kesişim kümeleri beliriyor.
• Dünyanın pek çok ülkesinde insanları sandığa çekebilmek için ne yapmalı tartışılıyor. Türkiye’de ise seçmenler sandık Bağdat’ta bile olsa gidiniz modundaydı. Tabii bu, siyasetin propagandasını yapan muhalefet sayesinde oldu. O ya da bu teknik sebeple oy verememiş insanlar yedikleri ağır bir kazıktan, marûz kaldıkları bir dolandırıcılıktan, ellerinden alınan bir güzel şeyden bahseder gibi bahsettiler oy atamamaktan. Hiç de sık rastlanır bir durum değil günümüz dünyasında.
• Seçimler devlet-şirketi idare edecek kadroları belirledi. Bu konudaki kaygılar rahatladı. Şimdi yavaş yavaş siyaset geri gelebilir. Yani seçimler bitti siyaset zamanı geldi.
• Seçim gecesi, CHP’nin seçimleri kaybettiği -hatta ağır bir yenilgiye uğradığı- ama Baykal’ın her zamanki tutumuyla bunu reddettiği kanısı hakimdi hatırlarsınız. Bu kanıdaki silikleşme yukarıda bahsettiğim siyasetin geri gelmesine eşlik edecek sanırım. Çünkü her ne kadar seçimler kelle hesabına dayansa da siyaset kelle hesabına dayanmıyor. 2002 seçimlerindeki insanların 2007’de de aynı partiye oy atmış olmaları ve sayılarının değişmemiş olması siyasî bir ataletin işareti değil. Aynı insanların önemli bir kısmı hiç olmadıkları veya uzun zamandır olmadıkları kadar kendi çizgilerinde militanlaştılar. Bu siyasette daha önemlidir ve aslında siyasileşme Türkiye’de merkez-olmayan solun da tekrar kendine varlık alanı açıp burnunu olayların akışına sokması için bir vesile olabilir.
• Şimdi, üstünde siyaset yapılan genel bölünmenin noktalarına üstünkörü not alırsak şunlar çıkıyor: Bir yanda AKP’nin temsilî odağında olduğu bir yapı birikiyor. Sağ-muhafazakâr çeşnili ama kimlik olarak sol-liberal gazetelerde bir ucu bu yapının, bir ucu AKP’de, ve eğer anasyonalist kamp dediğimiz kampın bir cisimleşmesiyse bu yapı, bir ucu da bizde. Solun farklı anasyonalist yorumları -çok kalabalık olmasalar da- bu yapı içinde konumlanıyorlar. Dediğim gibi Radikal ve ayrıca Birgün, ÖDP, Hrant Dink nümayişi, Hepimiz Ermeniyizler burada. Siyahî, Birikim, Express gibi dergiler burada. DTP bu yapı içinde bir cep gibi. Öte yandan GP ve her tür Özalist pozisyon da burada. Ağar geçmişiyle tam uyumlu olmasa da yer yer buraya göz kırparak öbür tarafta siyaset yaptı (bu amalgamı da pek tutmadı zaten). Öbür yanda da CHP’nin temsilî odağında olduğu bir yapı birikiyor. Askerî sivil bürokrasi dedikleri toplam orada. Resepsiyonlar orada. İP, TKP, MHP orada. Cumhuriyet, türlü Kemalist fraksiyonlar ve Atatürkçü dernekler, oluşumlar, Cumhuriyet mitingleri orada. Bir zamanların toplumcu gerçekçi edipleri, devrimci ressamları, en temiz klasik kesim anti-emperyalizm gömlekleriyle orada.
Şimdi, genel resim buysa, bizden beklenen nedir? Zaten yapmakta olduğumuzu yapmaya devam etmemizin bir sakıncası var mı?
Her iki yapının da biz dışıyız aslında demenin erklendirici yanı pek kalmadı. Birinden birine fazla yanaşansa kendini midede buluyor. Dolayısıyla her iki yapıyla da flört edecek ve her ikisine de ihanet edecek bir siyasete ihtiyacımız olduğu düşünülebilir.
• Son seçimlerden sonra iyice belirleyici görünen bir şey varsa o da iki yapıyla da temas alanlarını farklı oranlarda olsa da sürdürerek her ikisine de ihanet edecek bir seçeneği yaratmamız gerektiği. Eskiden ‘demokrat insanlar’ denirdi. Şimdi bu ifade akla liberal-İslamcıları getiriyorsa radikal sol ihanete mecburdur. Her iki yapıya da ihanet etmek durumunda. Siyasetin otoriter, militer, nasyonalist, tepeden inmeci biçimlerine karşı zemini kaybetmemek için Erdoğan’dan yayılan sol-liberallere kadar uzanan yapıyla flört etmesi gerekiyor, ama bunun sakıncaları var ve ihanet kaçınılmaz. Bu yapının kamusal senaryolarında dile getirmediği ama gizli senaryolarında üzerinde durduğu bir İslamcı otoritaryenizmin zeminini hazırladığı iddiaları veya küresel bir otoritaryenizmin yerel sacayağını kurdukları iddiaları yabana atılır olmasalar da komploculuğa varan veya başka, burada acısını çok çektiğimiz otoriterlik biçimlerini aklamaya yarayan uzantılarla eylediklerinden şu aşamada radikal solun temas edeceği bir yaklaşım olamazlar. Fakat başka bir şey var; bu yapının egemenliği siyasetin hayatta önemsizleştirilmesi demek. Zaten yıllardır siyasetin gündelik hayattan kovulabilmesi için çalışmalar yapılıyordu, şimdi bu çalışmaların en iyi yürütüldüğü form olarak bu son seçimlerde gördüğümüz ampullu formda karar kılınmış gibi görünüyor. Bu nedenle merkez olmayan, radikal sol, bu ifadeleri de sabit bir adlandırma yapmadan kastettiğimi söyleyebilmek için kullanıyorum, Baykal’dan yayılan ve nasyonalizme kayan yapı ile de ikinci ihaneti için temasta bulunmak durumunda kalıyor. Siyasetin hayattan itildiği ve yerini toplum mühendisliğinin veya iş idaresinin aldığı bir ülkede dönüştürücü siyasî vizyonların işi çok zor olacaktır çünkü. Öte yandan böyle bir satırı ben okusam kaşlarım kalkar, nasıl yani?
• Şöyle: flört var flört var. Yapılar mevcut durumda geniş kodlanıyor ve milliciliklere, pro-Putinciliklere alınan her net mesafe AKP-odaklı yapıyla flört anlamı taşıyor. Uyuşmazlıklar diz boyu olsa da. Ve Özalizmden taşan, iş yapmayı değil siyaset yapmayı önemseyen, siyasî meseleleri sokağa ve gündelik hayata öncelikli taşımak isteyen her net tutum da CHP odaklı Cumhuriyet mitingli yapıyla flört anlamı taşıyor. Gene, uyuşmazlıklar diz boyu olsa da.
Her şeye karşın anasyonalist kamp bizim için içinde çalışılabilecek yegane kamp. Eleştirsek de orada nefes alabiliriz. Ulusalcı ortodoks kamp bizim için boğuntudur. Orada hiç nefes alamayız. Orada çalışmamız imkansızdır. Ulusalcı kampın sol kanadı genelde reaksiyoner bir soldur, ama bu reaksiyonerliğe bir kontra-reaksiyondan başka bir şey üretememek de bir tehlike bugün. İki yönlü uyumsuzluklarımızdan ihanetler üretmek seçeneği açılıyor böylece. Pratikte bu ihanetler formülünden şunu anlıyorum: her iki tarafın meselelerine ve konumlarına karşı sürekli hakkaniyetli davranmak, taraflar belirli konuda gözleri kapamaya önem verdiklerinden süreklileştirilen bir hakkaniyetli davranma siyaseti ‘gözlerimi kapatıcam ve seni sevicem’ siyasetine ciddi bir ihanet sayılıyor çünkü. Yani daha da düz söylersek, örneğin, yerel milliciliklerle boğuşurken küresel adaletsizlikler hakkında siyasî tutum almayı minimize edilmiş, yeri gelince baş sallanan bir jest olmaktan çıkarmak şart. Anti-emperyalizmi geldiği yere, sağa iade edelim, ama küresel iktidar meselelerine ve onların yerel uzantılarına karşı diri tavrı gördüğümüz her yerde ezmeyelim. Anasyonalist kampın liberal söz üreticileri öyle bir havayı etkin kılıyorlar ki sanki bütün sınıf vs. meseleleri kapanmıştır, ekonomik adaletsizlikler bir çatışma sahası değil de ‘iş ve çözüm ve iyi demokrasi’ sahasıdır, politika en fazla kimlik ve temel haklar politikasıdır – burada fazla mesai harcadıktan sonra sol bir projenin hayatın herhangi bir alanında gerekliliğine ihtimal vermek zorlaşıyor ve dahası sol siyasî müdahale kanallarını itici bulma refleksini yerleştiriyor. Bunlara direnmekle, hem anasyonalist kampın sola çekilmesine -sol/liberal rehin almalardan sıyrılmasına- bir katkıda bulunmak, hem de nasyonalist kampın içinde olup da kendini o kadar da faşizan görüşlere kaptırmamış, ama liberal-despotizminden ve uzlaşmalar dayatma ve tartıştırmama kültüründen bıkıp reaksiyonlar geliştirip millici görüşlere yakın durmuş, fakat hala aslında diyaloğa açık olanları nasyonalist cehennemden çıkmanın siyasî farkındalıklarına çekmek olası.
• Türkiye’de geleneksel sol entelijensiya Tayyip Erdoğan’ı da Deniz Baykal’ı da anlamakta zorlanıyor. Sürekli onları kategoriden kategoriye gezdiriyorlar. Küresel ve yerel dinamikleri birlikte gözeten yeni kategoriler gerektiği açık halbuki. Burada yeni iktidar oyunları görüyoruz. Çok geçişli pozisyonlardan hareket ediyorlar. İster Marksist olsun ister anarşist, tüm anasyonalist sol perspektiflerin önünde bu yeni pozisyonları daha fazla anlamak ve geleneksel solun hazır kategorilerinden fazla bir şey ummamak gibi meseleler duruyor.
• Hrant Dink’in ölümünün ardından gerçekleşen ve Türkiye siyasî tarihinin en önemli olaylarından biri olan cenaze töreni nümayişi ve orada kitlelerce kullanılan “Hepimiz Ermeniyiz” sloganının katı kültürel yapılarımızın orta yerinde bir yarık açtığını ve bu yarığa yerleşmemiz ve orada kalıcı olmamız, orayı genişletmemiz gerektiğini düşündüğümü söylemiştim. Yarığının içine yerleşmek ve oradan siyaset geliştirmek gerekiyor. Bu kendi başına bir çifte flört/çifte ihanet girişimidir.
• Kürt meselesi her iki kamptaki elitizmleri de yüzeye çıkarıyor ve birleştiriyor. Her iki kampın edebiyatçı yazarlarının aynı günlerde bambaşka yerlerden argümanlarla Kürt milliyetçiliğine saldırı derken belirli bir elitizmin sınırlarını çektiklerini başlattıklarını görmüştük. Bu bir rastlantı değildi. Biri ulusal ırkçılıkla geldi; diğeri ise küresel ırkçılıkla. Küresel ırkçılık ırkçılığı öyle elit bir yerden eleştiriyor ki sonunda yabani Türklerin ve Kürtlerin dışında kalan elit beyazlarla bunların dünyadaki Batılı eşdeğerlerinin tek matah grubu oluşturduklarından başka bir şey anlaşılmıyor.
• Bununla birlikte, küresel ırkçılık hallerine de ‘millî’ ırkçılık hallerimize de dikkat etmemizi gerektirecek zorlu bir dönem de olabilir bekleyen siyasileşme dönemi. Birikmiş çok fazla negatif enerji var...