20. yüzyılın son on yıllarına gelinceye kadar, modern ve modernleşmeye uğraşan -periferik- ülkelerde, istisnai dönem ve durumlar hariç tutulursa, “toplumun apolitikleştiği”, “siyasete ilgi ve katılımın azaldığı” yolundaki tespitler pek duyulmazdı.
Çünkü, bu toplumlarda politikanın odağında yer alan -iç- düzen konusu, ta modern zamanların başından beri nihaî olarak çözümlenmemiş bir sorun olarak durmaya devam ediyordu. Ve, var olandan şu veya bu açıdan kökten farklı bir ekonomik-toplumsal düzenin, kural ve değerlerin egemen olacağı bir toplumun mümkün olduğunu en azından kendi içinde tutarlı ideolojiler, programlar ileri süren siyasal akımlar, inandırıcılıkları yanısıra, birey ve kesimlere bu tercihi yapma ve gerçekleştirme kudretine sahip oldukları inancını da verebiliyorlardı. Hemen tüm sorunlarının, kendi irade ve kudretleriyle kurum ve kurallarını değiştirebilecekleri bir düzenle ilişkilendirebiliyor olmaları; insanların politika ile şu veya bu ölçüde ama mutlaka ilgilenmelerini gerektiriyordu.
Reel sosyalist düzenlerin, modern çağda kapitalizme alternatif tüm diğer düzen önerilerini de kendi boşluğuna çekerek çökmeleri süreci, önce düzen tartışmalarını ve düzenin değiştirilebileceği fikrini “bitirdi”. Bu bitiş insanların kendilerini ve içinde hareket ettikleri koşul ve kuralları değiştirebilecekleri inanç ve umudunu da peşinden sürekledi. Modern siyasetin aslî ilgi odağını, konusunu ve enerji kaynağını kaybetmesi demekti bu. Bu kayıptan kalan ve postmodern dönemin başlangıç evresinin siyasal alanını işgal eden soru, artık düzenin ne/nasıl olacağı değil yönetenin kim olacağı sorusudur. Siyasetin ve siyasete ilginin “kral, .... kim” sorusu etrafında döndüğü modern öncesini hatırlatan bu durumda “ilgi”nin de o içeriğin kaldırabileceği doza inmesi anlaşılır bir sonuçtur.
“Düzen”in kökten değiştirilebilirliği ihtimalinin, inancının varlığında kapitalizmin kendi iç mantığının doğrudan gereği olmayan -sosyal devlet, kamusal hizmet sektörü gibi- “yük”lerinden kurtulmuş hali ve ideolojisinden başka bir şey olmayan neo-liberalizme, yarattığı veya daha da derinleştirdiği tüm sorunlara rağmen, sözü edilir etkinlikte bir direnişle, bir siyasal karşı çıkış/alternatifle uğraşmadan “yeni düzen”inin tüm dünyada hegemonyasını tesis edebilme gücünü veren de budur. 1980 öncesinin herbiri şu veya bu ölçüde, anlamda bir düzen alternatifi görünümü vermiş partilerinin, kısa sürede neo-liberalizmi özümseme dozları nispileşmiş yönetim şirketi benzeri kuruluşlara dönüşüp, aşırı benzer hale gelmeleri de bunun sonucundadır.
“Siyasete ilgisizlikten, apolitikleşmeden hemen tüm toplumlara şamil bir olgu olarak sıkça bahsedildiği 1980’li yıllardan 2000’lere kadarki dönemin sonunda, -bir ölçüde Latin Amerika ülkeleri hariç- yine hemen tüm ülkelerde, “siyaset”e ilginin yeniden canlandığı izlenimini verecek bir durum ortaya çıktı.
Buna siyasetin modern anlam ve içeriği bağlamında bir siyasal ilgi denilemez. Birincisi bu ilginin odağı aslî konusu, dolayısıyla da tartışılan sorunların bir biçimde ilişkilendirildiği düğüm noktası, -iç- düzen değildir. Öncelikle iktisadî-toplumsal kural ve kurumların toplamı olarak “düzen”i tartışmak yani, örneğin kamusal kaynak ve faaliyetlerin neye göre ve nasıl kullanılacağını, mülkiyet başta olmak üzere paylaşımın kural ve mekanizmalarını, toplumsal hiyerarşinin ölçütlerini konu alan bir ilgi pek az söz konusudur. Özellikle 1980’lerle birlikte bu konularda yapılmış düzenlemeler, yerleşmiş kural ve uygulamalar, mantığına dokunulmaksızın -bunu yapanlar çoktan marjinalliğe itilmişlerdir- belirgin arızaları nedeniyle “ilgi” konusu olabilmektedir ancak.
İkincisi, bu postmoderne geçiş dönemin siyasal ilginin saik ve amaçlarının da aynı ölçüde farklı oluşudur. Modern anlamda siyasete ilgi, düzeni ve dolayımla kendini ve bir ölçüde(!) başkalarını değiştirmek ya da bu ihtimale direnmek (önlemek) gaye ve inancından beslenir. Siyasal alternatif ve akımlar, teorik olarak herkesin benimsemesine açık bir düzen/kimlik değiştirme (veya buna direnme) tarzını temsil eder, dolayısıyla da bu benimsemeyle edinilecek, vazgeçildiğinde terk edilecek bir siyasal kimlik kazandırırlar. Oysa bu -geçiş- döneminin siyasete ilgi biçiminde, zaten başka türlü -farklı bir düzene sahip- olamayacak olan toplumsal ve bireysel varlığımızın “dış”ına odaklıdır. Bu, ya bireysel/toplumsal varlığımızın içindeki “aslen yabancı” ögeleri -en genel ifadeyle- zararsızlaştıracak bir dışarılama itkisidir ya da bunlardan veya fiziken dışımızda olanlardan gelen -düzenimize dair olsa da- bizzat varlığımıza karşı gibi algılayacağımız tehdit/tehlikeye karşı korunma içgüdüsünden beslenir. Bu tür bir siyasal ilgi ile sahip olunacak “siyasal” kimlik, “edinilebilir” unsurları tali sayılan, esasta bireysel ve toplumsal varlığımıza “ezelden beri” dahil, kendiliğinden mevcut olup, başkalarına da aktarılamayan, dolayısıyla “başka”sına “öteki”ne “dış”a açık olmayan bir kimliktir. Postmodern dönemde siyasete ilginin etnik/dinî kimlik hareketleri üzerinden, bunların etkisiyle arttığı ve bu kimliklerin “değişmezlik”ler bazında kurgulanmış olduklarını hatırlayalım. Postmodern çağa “geçiş”te en fazla yankı uyandırmış, etkileyici olmuş siyasal teori, ünlü “Medeniyetler Çatışması” tezi, bununla, daha doğrusu belirli etnik/dinî kimliklerin altlarında gruplaştırıldığı/gruplaşmalarının istendiği, bir mega kimlikler “düzen”i ile tarif eder dünyayı. Postmodern döneme geçişin değiştirme/korunma konusu ettiği şey budur, bu dünya düzenidir.
Siyaset, bu dünya düzenini değiştirmek veya korumak amacıyla yapılacak ise, bireyler olarak katılamayacağımız bir siyaset öngörülüyor demektir. Bireyler, mensup oldukları/olmaları “gereken” etnik/dinî kimliğin “önceden belirlenmiş” kalıbı içinde onun bir parçası olarak yer almakla mükelleftirler sadece. Amacı, içinde yer alınan kimliğin, sürekli olarak çatışma halinde olduğu öteki kimlikler karşısındaki pozisyonunu korumak veya güçlendirmek olan bir mücadelenin neferidir sıradan birey. Bu mücadelede ne kendisi ne de içinde yer aldığı kimlik değişecektir. Değişme, kimliklerin aralarındaki güç düzeyi ile belirlenen -hiyerarşik- ilişkide olabilecek; buna da “dünyanın düzeni”nin şu veya bu yönde değişmesi denecektir. Yani, katılan bireyinin, kimliğinin önceden belirlenmiş, devralınmış niteliklerini sabitleyen, katılımı bu anlamda değişilen ve değiştiren bir süreç olarak görmeyen ve zaten değişmeyi de kimliğin “dış”a, “ötekiler”e güç olarak ölçülebilir etkileri düzeyinde mümkün oynamalar gibi algılayan bir siyasete katılım ve ilgi biçimidir bu.
Buraya kadar, sadece mantığının izlenmesine yetebilecek biçimde özetlenerek anlatmaya çalıştığımız noktalar, postmodern geçişe özgü siyasete ilginin niçin dış politika odaklı olduğunu açıklamaya şimdilik yeter sayılabilir.
Modern siyasette ilginin birçok anlamda “iç”e odaklı olduğu dikkate alınırsa bu önemsenmesi gereken bir farklılıktır. Bu dönemde milliyetçiliğin söz konusu siyasete ilgi biçimini sarmalayan ve içeriklendiren başat ideoloji olma konumu, bu bakımdan şaşırtıcı değildir. Hatırlanacak olursa, modern çağda milliyetçilik, anti-sosyalist/anti-liberal özelliğiyle etkin bir siyasal akım olarak yükseldiği dönemde de, bu başarısını, “iç”te değişmez bir düzen kurgusuna dayalı, değiştirme ve değişme talebini, “dış”a, ötekilere/düşmanlara karşı verilecek bir güç mücadelesine yöneltmesi, bu mücadelenin sonucuyla tatmin etmesi ölçüsünde sağlamıştı. Onun öngördüğü ve körüklediği siyasal ilgi bir iç soruna odaklı halinde bile, hem sorunun dışsal kökenli olduğunu iddia temeline oturur; hem de çözümden anladığı şey, “iç bünye”den dışarı atılması, “temizlenmesi” gereken unsurların tasfiye edilme, etkisizleştirilme biçimleridir. Bu bakımdan milliyetçi yaklaşımın nazarında “iç”te tezahür eden bir sorunun mahiyetini anlama çabası, onda “dış”la ilgili, “biz”e “kimliğimiz”e yabancı olan şeyler bulma arayışından başka bir şey değildir. Bunun bulunması veya atfedilebilir olması ile sorun anlaşılmış, tarif edilmiş olur.
Devam etmeden önce, buraya kadar söylenenlerin ışığında, Türkiye’de milliyetçileşme dalgasının yükselişe geçişinden beri, siyasal-toplumsal tartışma gündemine taşınan hemen tüm sorunların, o dalgayı sahiplenen, körükleyen veya kendilerini buna “uyarlayan”lar tarafından mutlaka bir “dışsal” faktöre ve böyle olduğu için de elbette “bizim” aleyhimize -kötü- bir amaca ilişkilendirildiğini hatırlamalıyız.
Devam edelim. Daha önce, şu yaptığımız analizin bir noktasında, postmoderne geçişteki siyasal ilginin, kendini bir siyasal özne olarak kavrayan ve kabul eden insanı öngörmediğini belirtmiştik. İnsanlar ait olmaları gereken etnik-dinî kimliği temsil eden organizasyonların, veya bu kimliğin -linç kalabalıkları, gösteri yürüyüşleri, yas ve kutlama törenleri gibi- geçici toplu tezahür biçimlerinde bir parçacık olarak yer alırlar. Bizzat kendilerinden değil, kendilerinde hissettikleri onulmaz bir zaaf duygusunu telafi eden, örten o, bir bütüne ait olma hissiyatının şevkiyle, her parçacığın birlikte oluşturdukları gücü kendi gücü addetmesinin verdiği bir kudret sahibi olma taklidiyle, siyasete dahildirler. Ait oldukları topluluğun uzağında onun varlığının kuşatıcılığı, besleyiciliği olmadığı takdirde bir hiç oldukları bilgisi ile dağlanmış bir zihin yapısıyla, bu dağlanmanın acısından kaynaklanan bir öfke yüküyle oradadırlar.
Postmoderne geçiş dönemi siyasete ilginin kökeninde, bu zaaf “bilgisi” ve onun verdiği öfke, endişe, tehdit/tehlike korkuları yer aldığı için, söz konusu ilginin “taşıyıcı”ları, “politikleşmiş” görüntüsünü en fazla verenler, nesnel varlık koşulları ve toplumsal-iktisadî statüleri ile o zaaf ve endişe algısına en açık olanlardır. Modern dönemle kıyaslanamayacak ölçüde fazla ve giderek büyüyen bir “tutunamayanlar” kitlesi yaratarak işleyen postmodern iktisadî-toplumsal “mekanizma”nın çarklarının savuracağı boşluğa düşmeye en yakın duran toplumun alt-orta kesim mensuplarının etnik-dinî kimliklere sarılarak yapılan siyasete en canla başla koşuşturanlar olmaları bu açıdan anlaşılır bir sonuçtur.
Oysa, yine bilindiği üzre, klasik liberal ve sosyalist akımları doğuran modern siyaset, insanların herbirini başlıbaşına birer siyasal özne kabul ederek başlarken; onların zaaf ve korkuları ile niçin siyasetle ilgilenmeleri gerektiği noktasından değil; tam aksine insan olarak sahip oldukları yapıcı/kurucu yaratıcı özellikleriyle ortak ve evrensel “iyi”nin oluşmasına katkıda bulunacakları inancından hareket eder. Modern siyasetin varış noktalarında, bu inancın, önce gelişip sonra -aşamadığı sınırlar önünde- tökezleyip yıpranması ve giderek azalması diye özetlenebilecek bir tarihsel süreç yaşandığını tespit etmemiz elbette yanlış değildir. Ama bu -ve benzeri- tespitler siyasete ilginin postmodern biçiminin ne haklılığının ne de “gerçekçi”liğinin kanıtıdır. Modernizmin bütün boyutlarıyla ancak belirli bir içerik ve güçlülük düzeyiyle oluşturabildiği o inancın yetmediğini, daha köklü ve kapsamlı bir inanç oluşumuyla tazelenmesi ihtiyacını gösterir.
Postmodern siyasal ilginin, modern siyasetler tarafından “dışsal” diye nitelenebilecek ve çoğunlukla da “dış politika”nın konusu sayılacak sorunlar üzerinden harekete geçmesi, duyarlılığının buraya yoğunlaşmış olması da irdelenmesi gereken bir noktadır. Tekrar etmiş olmaktan kaçınmayarak bir kez daha belirtmeliyiz ki; postmodern siyasal ilginin perspektifinde yoksullaşma, gelir uçurumlarının büyümesi, toplumsal eşitsizlikler gibi “iç politika”nın başlıca konu ve sorunları dahi “dışsal” bir nedene, fail veya amaca derhal bağlayabilme ve bununla yetinme eğilimi baskındır. Bu iç sorunlar da böylece “dış” kökene bağlandığında, çözümünün aktörü de, yani çözümü için yapılacak siyasetin öznesi de, o “dış”a müdahale edebilme kapasitesine sahip -devlet gibi- organize güçler olacak demektir. Dolayısıyla emperyalizm gibi gayet gözde bir “dış” faktörle doğrudan ilişkilendirilmiş bir iç sorunla ilgilenen postmodern siyasetin bireyleri için, siyasal etkinlik, devlet -gibi- kurumları öngörülen çözüm biçimine teşvik etmek, yönlendirmek amaçlı girişimlerdir.
Modern dönemde, devletin dışa dönük bir eylemini, daha genel ifadeyle dış politikayı gündeme getiren bir siyasal tartışma ve ilgilenme hali, istisnai bir durum sayılabilirdi. Ulus-devletler bazında modern siyasetin olağan işleyişinde, devlet aygıtının ilgili -uzman- kuruluşlarınca yürütülen dış politika, ender hallerde iç siyasetin konusu olduğunda bile, önerilen çözümlerin diplomasi denilen “ince”lmiş tekniklerle icra edileceği bilgisi ile ve asıl önemlisi - siyasal akım ve partilerde bile olmayan bir uzak görüşlülük, çok yönlü, çok değişkenli bir hesaplama yetisi atfedilen- bir “devlet aklı/hikmet-i hükümet” ile kararlaştırılıp yönlendirilmesi gerektiği kabulü ile konuşulur, davranılırdı, kural olarak. Dış sorunların çözümünde, “dış politika”nın belirlenme ve icrasında bilhassa şart koşulan bu üstün akıl ve aklilik ile donanmış farzedilen devlet yetkilileri, aynı zamanda ülkenin uzun vadeli çıkarlarının bilinci ile mücehhez sayılmalarının da yardımıyla, hem olağan dönemlerde “dış politika”nın emin ellerde yürütüldüğü algısının sürüp gitmesini ve “iç politika” konusu olmamasını sağlarlar, hem de kritik bir sorun baş gösterdiğinde, kendiliğinden -genellikle milliyetçi- bir reaksiyon kabardığında onu istenen doz ve kanala yönlendirebilirlerdi.
Kurulu düzene kökten karşı siyasal hareketlerin, muhalefette iken genellikle bir aldatmaca olarak niteledikleri bu “devlette mündemiç/temsil edilen üstün akıl ve aklilik” atfını, iktidara geldiklerinde, dahası devleti ele geçirip, yeniden biçimlendirdiklerinde bir biçimde koruduklarını biliyoruz. Bu nedenle, modern çağın sonu kabul edilen 1980’li yıllara kadar, rejimi ne olursa olsun bütün ülkelerde ulus-devletin bürokratik aygıtları tarafından belirlenen ve uygulanan “dış politikalar” iç siyasetin konusu olsa dahi, istisnai durum ve örnekler dışında bu alandan fazlasıyla etkilenmeden yürütülebildiler.
Postmodern evrede ise bu durum ve “geleneğin” artık söz konusu olmadığını gösteren olgu ve işaretler giderek çoğalmaktadır. Başlıcalarına değinmek gerekirse; ilk olarak dış politika konularının iç siyasette daha fazla konuşulur olmanın ötesinde, neredeyse siyasal ayrılıkların belirleyicisi olma konumuna gelişlerinden bahsetmeliyiz. Partilerin iç siyasetin sorunlarına ilişkin çözümler bahsinde farklılıklarının giderek nüanslara indirgenmesine paralel olarak “dış politika”ya ilişkin tutum ve önerilerinin farklılığı ile tanımlanmaya başladıkları bir süreç, bugün örneğin hem Avrupa ve ABD’de, hem de Türkiye’de izlenebilmektedir. Avrupa’da Türkiye gibi ülkelerin AB’ye katılmalarını onaylama veya karşı çıkma, ABD ile ortak bir dünya siyaseti izleme veya ona alternatif bir “liderlik” oluşturma tutumları, mevcut siyasal partileri, kamuoyunu ve siyasetle ilgilenen yığınları ayıran önemli göstergeler işlevini görmekte. Türkiye’de AB’ye katılım konusunun, Irak başta olmak üzere Ortadoğu’ya ilişkin politikaların neye göre tayin edilmesi gerektiği bahsinin de benzer bir tanımlayıcı işlev görmesi gibi.
Daha önemli bir olgu ve gösterge ise, yukardaki gelişmeye paralel olarak “dış politika” konuları üzerindeki, o bahsedilen, -üstün- devlet aklı, uzak görüşlülüğü ile yürütülmesi gerektiğine dair mitin neredeyse geçersizleşmiş olmasıdır. “Devlet aklı/hikmet-i hükümet” denilen mitik örtü aralandığında içinin sanıldığı kadar ve nitelikle dolu olmadığı görülmüştür. Dış politika konu/sorunları konuşulurken bunun “devlet aklı” ile ifadesi ile “sivil” siyasetin lehçeleri ile konuşulması arasındaki, birincisi lehine hiyerarşi kaybolmaya yüztutmuş, olsa olsa nispi bir bilgi farkına indirgenebilir hale gelmiştir.
Ve bütün bunların sonucu olarak “dış politika”yı yürüten devlet/hükümet, gerek buna ilişkin kararlar alınırken ve gerekse uygulamada, ülke içi siyasal atmosferden, tartışmaların seyrinden ve yönünden gittikçe daha fazla etkilenir, hatta belirlenir hale gelmektedir.
Bunun bir demokratikleşme olduğu öne sürülebilir elbette. Ancak, bırakalım nesnel iktisadî toplumsal koşulların, teknolojik, iletişimsel ... imkânların küreselliği kaçınılmaz kıldığı bir süreçte, giderek silikleşen iç-dış siyaset ayrımına dayalı bu nitelemenin ne ölçüde geçerli olduğunu; asıl önemlisi bu yazı boyunca içeriksel değeri hakkında söylenenler ışığında, postmodern siyasal ilginin belirleyiciliğine koyverilmiş bir “dış politika”nın hangi saik ve ölçütlere teslim edilmiş olacağıdır.
Türkiye’nin AB’ye resmen aday ilan edilmesinin arefesinde, konu Avrupa Birliği ülkeleri kamuoyunda tartışmaya açıldığında bunun çarpıcı bir örneğini gördük. O zamana kadar AB Türkiye ilişkilerindeki her önemli karar geleneksel dış politika kanal ve platformlarında alınır ve uygulanırken, en azından bir ölçü gözetilerek ve belirli değerlere saygı adına gemlenmiş olan ne denli ilkel güdü, korku ve çiğ çıkar kaygısının ortaya dökülüverdiğini hatırlayalım. Modernliğin öncesine ait bastırılmış ufuneten kimlik hareketleri kılığında yeniden canlanması ile kendine özgü siyasetle ilgilenme biçimini oluşturmuş postmoderniteye geçişin Avrupa’sı idi bu.
Şüphesiz Avrupa’ya bundan ibarettir demek ağır haksızlık olur. Ama bunun ağırlığını görmemek de ağır ihmale girer. Tıpkı şu son Kuzey Irak’a müdahale hezeyanının hepimizi kuşatma tehlikesini hafife almanın ölümcül bir hata olacağı gibi.