Darbe ile Debelenme

Anayasa Mahkemesi’nin AKP’yi kapatma kararı verebileceğinin ciddi bir ihtimal olarak gündemin odağına oturuvermesi, ilk başlarda, sanki siyaset zemininin zaten sağlam olmayan temel taşlarını tekrar ve bu kez iyiden iyiye yerinden oynatmış, siyasal ufuk ve geleceğimiz üzerine koyu bir belirsizlik bulutu çökertmiş gibi göründü.

Daha doğrusu durum böyleymiş gibi bir hava estirildi ise de; çok geçmeden bu hava sakinleşti, ilk günlerin gerilimi hafifledi ve kağıt üzerinde askerî darbeye eş ağırlıkta gözüken ve bu nedenle de “yargı darbesi” diye bile adlandırılan bu girişim, şimdilerde siyasal satrançtaki bir mat tehdidi gibi değil, karşılıkları mümkün bir hamle gibi konuşulur, tartışılır hale geldi.

Kanımızca bunun esas nedeni; söz konusu girişimin ciddi bir kapatma kararlılığını içermediğinin bizzat AKP yönetimi tarafından da fark edilmiş olmasıdır. Sadece iddianameden bile bu sonucu çıkarmak mümkündür. Her ne kadar CHP başkanı Baykal, iddianame açıklanır açıklanmaz, “mükemmel hazırlanmış” demiş ise de, Başsavcının AKP’yi laiklik karşıtı faaliyetlerin odağı olmakla suçlama gerekçelerinin ciddiyet ve tutarlılık derecesinin zayıflığı makul AKP muhaliflerince bile dolaylı biçimde bile olsa ifade ediliyor. Gerçi buna rağmen Anayasa Mahkemesi’nin iddianameyi “kabule değer” bulmuş olması, AKP’yi kapatma kararlılığının hafifsenir olmadığının kanıtı olarak yorumlanabilir. Ama konu ile ilgili lehte veya aleyhte ilk tepkiler ve tartışmaların gösterdiği toplu sonuç şudur ki; yüksek yargı üzerinden yapılan bu girişimi; kendi açılarından bir siyasal... faydaya tahvil edebileceklerini hesaplayarak şu veya bu şekilde destekleyen başlıca güçler; AKP’nin hele böylesi bir iddianameyle kapatılmasının doğurabileceği tepkileri, yol açacağı gelişmeleri cepheden göğüslemeye ne hazır ne de isteklidirler. Özellikle de AKP’nin, tıpkı Cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk etabında, 27 Nisan e-muhtırası karşısında gösterdiği sakin ama kararlı duruşa benzer bir tavrı bu “yargı darbesi” sürecinde de gösterip hem mağdur hem mağrur olmanın prestijini devşirmeyi hesapladığı belli olduktan sonra. 22 Temmuz seçimindeki oy artışında bu prestijin ciddi payı olduğu biliniyor iken bu tavrını, bir yıl -2009 Nisan’ındaki mahalli seçimlerin arefesine- kadar sürebilecek mahkeme safhasında koruyacak bir AKP’nin, kapatılsa bile yedekleyeceği bir partiyle gireceği -belki de erkene alınmış bir genel seçimde olabilecek- bu seçimden oy oranı çok daha artmış olarak çıkabileceği pekâlâ öngörülebiliyor.

Kaldı ki; asıl önemli nokta, AKP kapatılsa ve yerine “laiklik” bahsinde sicili yeterli bir hükümet işbaşına getirilebilmiş olsa dahi; o hükümetin AKP’nin halen izlediği politikalardan farklı ne yapacağının gayet belirsiz olmasıdır. O hükümetin AKP’nin yaptığı kimi “kadrolaşma”ları dağıtmak, tasfiye etmek, böylece laik cephenin yüreğine su serpmenin ötesinde ne yapması gerektiğine dair AKP muhalifi güç, çevre ve odaklar tarafından öne sürülmüş görüşleri bir ana mecrada toplandığında ya sözü edilir bir farklılık görülmüyor ya da çelişkili, uyumsuz bir yumak çıkıyor ortaya. Ordu, CHP ve MHP’den en az ikisinin desteğiyle kurulabilecek böyle bir hükümetin, AKP iktidarda iken, dile getirebildikleri milliyetçi-ulusalcı perspektif damgalı AB karşıtı ve ABD’ye gayet mesafeli görüşleri yürürlüğe koyma cesaret ve iradesine sahip olamayacakları da pekâlâ kestirilebiliyor, hatta şimdiden biliniyorken.

AKP’nin yargılanacağı ilan edildiğinde usulen “üzüntüsü”nü bildiren ama nasıl tavır alacağını belirtmeden bir süre sessiz kalıp ve herhalde bu süre içinde girişimin ardındaki güçlerin çap ve ciddiyetini ölçüp, alternatifleri gözden geçirmiş olması gereken, yerleşik büyük sermayenin örgütü/sözcüsü TÜSİAD’ın yaptığı ilk resmî açıklamasında ana temanın “Türkiye’de muhalefet boşluğu var” mealinde olması; AKP karşıtı cephenin bu asli zaafının bilindiğinin ve hesaba katıldığının ifadesidir. Şüphesiz TÜSİAD açısından Başsavcının iddianamesinde hayli dikkat çekici bir yer ve işlev bulabilmiş o milliyetçi-ulusalcı perspektif ürünü “küreselleşme karşıtlığı”na dayalı söylem kabule değer bir muhalefet, dolayısıyla alternatif sayılamaz. Ancak az önce de ifade edildiği gibi, her ne kadar bünyelerinde ateşli savunucularının varlığına izin veriyor, hatta ajitatif işlevi nedeniyle destekliyor olsalar da, Ordu ve CHP’ye hâkim anlayışlar tarafından bile o söylemin gerçek bir alternatif sayıldığını söyleyemeyiz.

Bu bakımdan CHP ve hatta MHP, TÜSİAD’ın “muhalefet boşluğu var” derken, AKP’nin izlediği politikaları sürdürecek bir alternatif kadronun olmadığı tesbitini dile getirdiğini, böyle bir kadroyu “muhalefet” saydığını biliyor; TÜSİAD’ın bu tesbitine şiddetle karşı çıkarken, öylesi bir muhalefet olmak istemediklerini değil, bu görüntüyü vererek asıl buna layık görülmedikleri için kızgınlıklarını ifade etmiş oluyorlar.


Kapatma davasının, bu “yargı darbesi” denilen girişimin ne amaçlı bir siyasal hamle olabileceği konusuna dönerken, 2007 Nisan’ında Cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk etabında vuku bulan “sanal darbe” esnasında bu “darbe”den medet ummuş bazı siyasal güçlerin yaptığı hesapları hatırlamamak elde değil.

Kasdettiğimiz ANAP ve bilhassa DYP’dir. Şimdi artık esamisi bile okunmaz hale düşmüş bu iki parti, Cumhurbaşkanlığı seçimini AKP’nin zaptettiği merkez sağın büyük partisi konumunu tekrar ele geçirebilme fırsatı olarak görüyor ve bu fırsatı değerlendirmeye hazırlanıyorlardı. Özellikle istekli ve umutlu olan DYP ve onun başkanı Mehmet Ağar, hesabını Ordudan geleceği kesin olan zorlama karşısında AKP’nin ricat edeceği beklentisi üzerine kurdu. AKP geri çekilmeye, yeni bir aday göstermeye niyetlendiğinin işaretlerini vermeye başlayınca DYP ve Mehmet Ağar ileri atılıp “halk ve Meclis iradesi”nin savunucusu ve dolayısıyla da AKP’nin vasisi halesiyle donanmış olarak AKP’ye geri adım atmama çağrısı yapacak; böylece AKP ister dirensin ister geri çekilsin, büyük -oy- kazancı DYP ve Ağar’ın hanesine akmış olacaktı. Birkaç ay öncesinden bazı generallerle ağız dalaşına girerek darbeye-Orduya direnişin kahramanı rolünün ön koşullarını hazırlamış olan Ağar’ın bu hesabı, AKP’nin geri çekilmeyi sakin ve kararlı bir tutumla reddetmesi üzerine altüst oldu ve Ağar’a/DYP’ye düşen yegane rol de -oy ve prestij kaybını bile önleyemeyecek olan- “uzlaştırıcılık” oldu.

Günümüzdeki “yargı darbesi”nin AKP’yi gerçekten kapatmaya kararlı sayılamayacağını öne sürdük. Bu girişim, böylesi bir kararlılık için şart olan siyasal irade için gerekli toplumsal, ideolojik, moral ve ayrıca – her anlamıyla askerî desteğe yeterince sahip değildir. Ama elbette bir yüksek yargı tasarrufu olarak “kapatma” tehlikesi mahkemenin sonuçlanacağı tarihe kadar ülkenin ve özellikle AKP’nin tepesinde bir kılıç gibi asılı duracaktır.

Kanımızca ortada bir siyasal hesap varsa, bu muhtemel hesap veya hesaplar, o kılıcın mutlaka ineceği üzerine ve indikten sonrasına ilişkin değildir. Bu hesaplar kılıcın asılı durmasından duyulabilecek tedirginlikler üzerine ve asılı durduğu süreyle sınırlı olabilir herhalde. Ayrıca amaçlananın da AKP’yi geriletip yerine geçmek ve kapatılması halinde doğacak hükümet boşluğunu doldurmak ve böylece bir güçlenme kanalı edinmek gibi “büyük beklentiler” olmayıp daha mütevazı düzeyde olduğunu söyleyebiliriz.

Yargı darbesi karşısında AKP’nin “sanal darbe”de gösterdiğinden daha sert ve meydan okuyucu bir tavır, “duruş” beklenebilirdi. Nitekim parti içinde bunu öneren kesimler de vardı. Bahsettiğimiz siyasal hesaplar, AKP içindeki bu kesimin iddianame ilan veya kabul edildiğinde gösterebileceği aşırı tepkiyi “paniğe, ölçüsüzlüğe kapılmayın” diye kınayan ama aynı zamanda da tepkinizin meşru olduğunu kabul ediyor, hakkınızın çiğnenmemesi için ne gerekiyorsa yapmayı taahhüt ediyoruz diyen bir vasilik gösterisi üzerine kurmuş olabilir ilk adımı. Bunların açısından ülkede çoğunluğu oluşturan merkez sağ seçmen üzerine “oturmuş” olan AKP’nin altındaki bu desteği oradan kendilerine çekmenin kanalı, askerî zorlama halinde “dik duruş”la, buna mukabil yargısal veya iktisadî zorlamalar halinde ise bunlardan sıyırma maharetiyle, bunun için gerekli, sakin ama etkili davranma becerisiyle açılabilirdi. Yani 2007 Nisan’ının askerî-sanal darbesi bağlamında DYP-Ağar’ın tasarladığı eğilmiş AKP’ye dik duruşla vasilik etme rolü bu kez, diklenen AKP’ye eğilerek çalıyı dolanma yolu vaadedecekler tarafından üstlenilmiş olabilecekti.

AKP yönetimi aşırı tepki gösterimlerine izin vermeyerek buna fırsat vermeyince, örneğin MHP, AKP’yi parti olarak kapatma tehdidinden sıyıran ama partinin MSP-RP çizgisinden gelen tüm çekirdek-yönetici kadrosunun siyasetten men’ine açık kapı bırakan bir yasa değişikliği önerisiyle yeni bir deneme yaptı. “Başsız” kalmış bir “AKP sürüsü”nü kurt kapışına bırakmaya matuf olduğu apaçık sırıtan bu pek kurnazca yemin yegane eksiği, ona atlayacak sazanın olmamasıydı. Öte yandan MHP, AKP’nin kapatılma tehdidine karşı hem AB ve ulusal-uluslararası demokratik kamuoyu desteğini, hep hesap veren, savunan konumunda kaldığı laiklik bahsinden -en azından CHP ve MHP karşısında- daha atak ve iddialı konuma geçeceği demokrasi meselesine kaydırmak için başlatabileceği girişimlere katı bir milliyetçi söylemle saldırıya geçmeye de hazırlanmaktadır. Kürt ve Kıbrıs sorununa ilişkin hükümet - hatta “devlet”- politikalarının hayli esnekleşebileceğinin işaretleri son zamanlarda epeyce sıklaştığı için, bu nokta da dikkate alındığında, MHP’nin milliyetçi tabulara daha da vurgu yaparak, milliyetçi kabarışın her zaman favori konuları olagelmiş bu iki konu üzerinden başlatacağı bir kampanyanın, kapatılma tehdidi altındaki AKP’nin oy depolarından ne kadar döküntü sağlayacağı önümüzdeki ayların konjonktürüne bağlıdır. Ama eğer siyaset zemini milliyetçilik/demokratlık eksenine kayarsa ikircikli konumda kalacak CHP’li seçmen kitlesine yıllardır aşılanan AB-Kürt ve yabancı karşıtı -hatta düşmanı- fikir ve argümanlar AKP’ye karşı bilenmiş olmanın da itkisiyle pekâlâ MHP yandaşlığına “evrilebilir” de. Halen yürütülen Ergenekon soruşturmasında, bu ilişki ağlarıyla iç içelikleri değilse bile flörtleşmeleri açığa çıkmış “ulusalcı” “laik”lerin at oynattığı “sivil toplum örgütleri”nin üyeleri ile onların paralelindeki kamu görevlilerinin de aynı nedenlerle, azımsanmayacak oranda MHP’ye sığınmaları pekâlâ mümkündür.


CHP’ye gelince: Halihazır, kemikleşmiş kadro ve yönetimiyle bu partinin AKP’ye “laiklik” üzerinden muhalefet etmekten başka yapabileceği bir şey hemen hemen kalmamıştır.

CHP, tarihsel oluşumunun, burada üzerinde duramayacağımız kadar geniş ve derinliğine nüfuz etmiş psiko-politik kökleri nedeniyle, genel olarak halka -avama- ve özel olarak da o avamın kendisi ile organik bağı olan iddialı unsurlarına karşı kibir ve küçümseme yüklü bir bakışı adeta bir genetik özellik gibi taşıyan bir partidir. Cumhuriyetin kuruluş devrinde o iddialı unsurlar imam, köy ağası, kasaba tüccarı vb. iken söz konusu kibir ve küçümseme duygusunu, modern bilgi ve eğitim fazlalığı, idari, fenni, örgütsel donanım, görgü ve beceri üstünlüğü ile gerekçelendirebilen, bunu onların da kabullenmesini sağlayabilen tipik CHP’li; geçen on yıllar içinde o unsurlar değişip imamların yerini ilahiyatçılar ve dindar entellektüeller, ağa ve tüccarların yerini “Anadolu kaplanı” fabrikatör ve ihracatçılar, bankerler alırken artık eskisi kadar rahat gerekçelendiremediği, kabullendiremediği o kibir ve küçümseme duygusunu terk etmek yerine ona büsbütün ve öfke dozu artan biçimde sarılır hale geldi.

Bahsettiğimiz bu adeta genetik kibir ve küçümseme duygusu, CHP’li olmanın muhatabına bir biçimde hissettirdiği bu özellik, 1980’lerin sonlarında bu partinin “sosyal demokrat” olmaya niyetlenmesine rağmen umduğunu olamamasının da önemli nedenlerinden biridir. O dönemde, şiddetle ezilmiş Türkiye sosyalist hareketi ve çökmekte olan, çöken reel sosyalist rejimler bağlamında, sahipleneceği bir mevzi-yuva arayan işçi-emekçi yığınlar, 1983 ve 1987 genel seçimlerinde ve 1991 mahalli seçimlerine kadar büyük kesimleri ile oy verdikleri CHP’de, onların organik temsilcisi olabilecek bir yaklaşımı, sahiplenecekleri bir örgütlenmeyi değil, onlara “sahip” gibi, maruzatlarına gönül indirmiş gibi bakan bir muamele gördüler ve 1990’lı yılların başından itibaren oradan uzaklaşmaya başladılar. Hâlâ süren bir uzaklaşmadır bu.

Bu uzaklaşmayı “kibirine yediremediği” için görmemiş gibi yapan veya aynı nedenle ardından gidip niçin uzaklaşıyorsunuz demeyen CHP, 1990’ların sonlarına doğru, metropoller dışındaki geniş oy depolarını taşranın yükselen burjuvazisinin yöneldiği RP ve MHP lehine süratle kaybetmekte olan merkez sağın çöken bileşiminin önde gelen unsuru olagelmiş yerleşik/büyük sermayeye ve muhafazakâr olmayan mülk ve sermaye sahiplerine, orta-yüksek ücretli “beyaz yakalı” kesime yönelik bir girişimde de bulundu. Batı’da bazı sosyal demokrat ve sosyalist sıfatlı partiler, geleneksel tabanlarındaki erozyonla yitirdikleri gücü, bu kesimlerin önemli bir bölümünü kendilerine çeken yeni ideolojik-örgütsel revizyonlarla telafi edebilmişlerdi. CHP genel Başkanı Baykal’ın bu “postmodern sol”un o dönemde en gözde figürü olan İşçi Partisi başkanı Tony Blair’e öykünerek, Ricky Martin müzikleri eşliğinde ilân ettiği bu girişim, sanırız CHP’lilerin hatırlamak bile istemedikleri bir fiyasko oldu. Ele aldığımız bağlamda bunun nedeninin, sözünü ettiğimiz zümrelerin, her devirde gemilerini yüzdürebileceklerine, ister faşizm ister İslâmî bir rejim kurulsun, onların çıkar ve hayat tarzlarına dokunulmayacağına güveniyor olmalarından kaynaklandığını söyleyebiliriz. Kendilerini bir partinin desteklemesine veya tersinden, ifade edersek bir partiyi sahiplenmeye, onu desteklemeye ihtiyacı olmayacak yükseklikte bir konumda addetmenin modern/postmodern özgüveni kibiriyle, arkaik(leşmiş) bir kibrin taşıyıcısı olduğunu herhalde bildikleri CHP’ye “boşuna zahmet etmeyin” bile dememiş olabilirler.

Dolayısıyla, bugün mevcut siyasal partiler içerisinde AKP’nin kapatılmasını en fazla isteyen ve bunu engelleyebilecek her tür teşebbüse tüm gücüyle karşı çıkıp, sonuçsuz bırakmaya çalışacak parti CHP’dir. Bunu ne AKP kapatıldığında hükümet olma fırsatı bulabileceği ve bu sayede güçlenebileceği için ne de bunun mevcut oy dağılımından kendisine de epeyce bir pay düşecek bir ortam yaratabileceği için istemektedir. Tepeden bakmaya, kibiriyle ezmeye alıştığı otantik muhafazakâr Türkiye burjuvazisinin özdeşleştiği o partinin burnunun sürtülmesinden ve beş-on yıl bu sürtülmenin acısıyla yaşayacak olmasından başka bir tatmin amacı -üzeri hangi politik söylemle örtülmüş olursa olsun- objektif olarak yoktur. CHP’nin tepeden bakışına artık aldırmayarak, hatta rastlaştığında, parasal gücünü ve toplumsal statüsünü, post moernleşen hiyerarşideki yerini yükseltmeye odaklı tutumu ile nüfuzunu arttırıyor olmanın güveniyle ve o otantik muhafazakâr Türkiye burjuvazisi artık alaycılaşan bakışıyla yanından geçerken haddini bildirememenin aczidir CHP’nin laiklik feryatlarının dozunu kabartan. Bir de uzakta kalmış ve giderek uzaklaşan bir muktedirlik anısının bir daha yaşanmayacak olmasını iliklerine kadar hissetmenin acısı.

Deniz Baykal’ın özellikle laiklik bahsinde konuşurkenki hali, bütün bu söylenenlerin tam bir özeti gibidir.


TÜSİAD’ın AKP’nin, yani iktidardaki partinin, kapatılması gündemin başköşesinde dururken, konuya ilişkin açıklamasının “muhalefet boşluğu”na odaklı olması, son derece anlamlı değil midir? AKP’ye açık bir destek içermeyen bu tespit aynı zamanda, açıkça AKP dışında bir iktidar adayı yok da demiyor. AKP kapatılırsa yerine nasıl bir hükümet kurulur diye de sormuyor, bu noktadaki belirsizlikten kaygı duyduğunu da ancak şöyle bir belirtiyor.

İktidarın, bir kadroda mündemiç olmadığını, yürürlükteki kurallar, kurumsallaşmış ilişki ve işleyişler olduğunu bilmenin, bu bilincin yansıması mıdır bu tür ifade ediş? Egemen olmanın, muktedirliğin bizzat vaziyet ediyor olmak değil, kurallara, kurumlara, ilişkiler, işleyişler üzerinden yürüyen davranışlara ve onların yöneldiği amaçlara sindirilmiş bir zihniyetin kendiliğinden türettiği bir sonuç/durum olduğunu, dolayısıyla kendi varlığında tecelli ettiğinden ve hep edeceğinden duyulan özgüveni de mi yansıtmaktadırlar?

Dünün büyük burjuvazisinde aynı bilgi, bilinç ve özgüveni bu çapta, bu belirginlikte ve bu denli sakin, sıradan ifade ediliş halinde asla göremezdik. İktidar(ına) alternatifi bahsini konuşmaya bile değmez bulma raddelerine gelmiş bu yüksek burjuva/kapitalist tavrı; aristokratik monarşinin zirvesi denilebilecek olan o ünlü “devlet benim” sözünü çağrıştırıyor haliyle.

Zamanın bugüne göre, kıyaslanamaz bir yavaşlıkta akışıyla iki yüz yıl geçtiğinde, aristokratik monarşi, yükselen burjuvazinin koluna bacağına tutunmaya çalışarak devrilmekteydi o zirveden. Kendisinin dışında ve ötesinde “devlet” görmeyenler, bambaşka bir devletin dün hakir gördüklerinin, konuşmaya bile tenezzül etmediklerinin bağrından teşekkül ettiğini görmek ve kabul etmek zorunda kaldılar. “Devlet benim” dedikleri sırada, ne onların ne de şimdi yeni devleti kurmakta olanların dedelerinin olabileceğini asla düşünmediklerini düşünürtecek emareleri asla fark etmedikleri bir şey gerçekleştirilmekteydi.

TÜSİAD ve onun yerel parçası olduğu uluslararasılaşmış büyük sermaye, postmodern kapitalizm, mevcut hayat tarzlarının hemen tümünü, neredeyse bütünüyle sıkıca kuşatmış olduğundan iktidarlarını hayatlarımızın kendisinde, içeriğinde tecessüm etmiş olarak görebilir. O hayallerin aynasına bakıp işte iktidar(ımız) bu ve artık başka türlü de olamaz, düşünülemez diyebilmenin güveni içinde de olabilirler. Bu yüzden de örneğin yaşadığımız şu gürültü patırtıya rağmen iktidarlarının asla tartışılabilir bir konu olamayacağından gayet emin, gerekirse hükümetteki kadroya alternatif-olacak bir kadro anlamında “olsa olsa muhalefet boşluğu var” diyebilirler. Hangi kadro gelirse gelsin iktidarları yerli yerinde kalacaktır çünkü.

Çünkü iktidarları hayat tarzlarımızın ta kendisidir, ona sinmiş, neredeyse içselleşmiştir.

O nedenle, giderek eşzamanlılaşan dünyada ve Türkiye’de, gelinen şu noktada, iktidardan, “iktidar alternatifi”nden -deyimin tam anlamını vererek- konuşmak, hayatın ta kendisinden, dokusundan konuşmak demektir. “Alternatif”in bizzat o dokunun farklı oluşundan başka bir şey olamayacağının bilincine varmış olmayı öngerektirir bu da.

Bu önkoşulu oluşturmanın ihtiyacını duyma noktasında bile değiliz henüz. Ama bunu duyduğumuzda gerisinin gelmesi içten bile olmayacaktır.