Engin Çeber ve dört arkadaşı, 28 Eylül 2008 günü İstanbul Sarıyer’de Yürüyüş dergisi dağıtırken “görevli polis memuruna mukavemet ettikleri” iddiasıyla darp edilerek gözaltına alındı. İstinye Polis Merkezi’nde ve Sarıyer Emniyet Müdürlüğü’nde polisler tarafından ağır bir şekilde dövüldüler.
Çeber dahil, gözaltına alınan beş kişiden dördü “işkence gördüklerini” beyan etmelerine rağmen Sarıyer Cumhuriyet Savcısı’nın talebi ile Sarıyer Sulh Ceza Mahkemesi tarafından tutuklandı. Metris Cezaevi’ne gönderilen Çeber ve arkadaşları gardiyanlar ve jandarma erleri tarafından dövülmeye devam ettiler. Karakolda ve cezaevinde maruz kaldığı işkence nedeniyle beyin kanaması geçiren Çeber, 7 Ekim 2008 tarihinde Şişli Etfal Hastanesi’nde öldü. Çeber, gözaltına alındıktan sonra 10 gün içinde katledilmiş oldu. Çeber’in katlinden sonra onunla birlikte gözaltına alınan arkadaşları tahliye edildiler ve yaşadıkları işkenceleri ayrıntılarıyla kamuoyuyla paylaştılar. Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin, bu ölüm olayı üzerine özür diledi -ki Türkiye gibi milyonların işkenceden geçtiği ve yüzlercesinin işkenceden öldüğü bir ülkede ilktir- ve sorumlular hakkında soruşturma başlattı. İlk planda 19 resmî görevli açığa alındı. Olayla ilgili olarak ifade veren 19 polis memurunun ifadelerinin “kes-yapıştır” yöntemiyle kopyalandığı ortaya çıktı. Orantılı ve kademeli güç kullandıklarını öne süren polislerden büyük bölümünün beyanlarının birebir aynı olduğu; aynı cümlelerden oluşan ve aynı uzunluktaki ifadelerin büyük bölümünde “korsan gösteri” yerine “karsan gösteri” biçimindeki yanlış yazımın tekrarlandığı ileri sürüldü. Yine süreç içinde Çeber ve arkadaşlarına verilen sağlık raporlarında usulsüzlük ve sahtekarlık yapıldığı ortaya çıktı.[1]
“Engin Çeber ile birlikte gözaltına alınan Cihan Gün ile Aysu Baykal İstanbul Barosu’nda 16 Ekim’de basın toplantısı düzenledi. Toplantıda Cihan Gün, şunları söyledi: ‘Karakola döve döve sokulduk. Daha sonra Sarıyer Asayiş Büro’da parmak izi alınması bahanesiyle dayak yedik. Nezarethanenin önünde yere yatırıp tekme ile vücudumuzun çeşitli yerlerine vuruldu. Kafalarımıza ayakla basıldı. Polisler bizi cezaevine teslim ederken, ‘Bunlar terörist, asker vuruyorlar’ diyerek askerleri kışkırttı. Askerler kafamızda sandalye kırdı ve ıslatarak demir çubuklarla dövdü.’ Aysu Baykal’sa şunları anlattı: ‘Bizi poliste birbirimize kelepçelediler. O da yetmedi, erkek arkadaşlarımızın kemerleri ile bağladılar. Yere yatırdılar. Bir polis üzerimize basarken başka bir polis da aynı Ebu Garip’te olduğu gibi fotoğraf çekti. Facebook’a koyarız dedi.’”[2]
“16 Ekim’de düzenlenen basın toplantısında Türk Tabipler Birliği (TTB) Başkanı Gençay Gürsoy, Çeber’in röntgen filmlerini göstererek, ‘Filmler gösteriyor ki, kafaya iz bırakmayan, künt darbeler vurulmuş. Ölüme sebebiyet veren kanamaların oluşması künt maddelerle olmuş. Beze sarılmış sopa gibi’ dedi.”[3]
Engin Çeber’in devlet görevlileri tarafından işkenceyle katledilmesi Türkiye basınında geniş yankı buldu. Hemen herkes bu olayı kınadı, sorumluların bulunup yargılanmasını talep etti. Hükümet ve AKP yanlısı çevreler olaya “biz tam işkenceyi bitirmişken birileri görüntü kirliliği yaratıyor” kıvamında yaklaştılar ve olayı münferit olarak nitelediler. Tam da bu zihniyet yüzünden bitirilemiyor Türkiye’de işkence. Bu tabii ki AKP ile sınırlı bir zihniyet değil, genel bir muktedir zihniyetinden söz ediyoruz.
Önce uzunca bir özetini verdiğimiz Çeber’in katliyle sonuçlanan olaya bakalım: Çeber ölmeseydi, bu insanlara yapılan işkencelerden basının ve genel olarak kamuoyunun ne kadar haberi olacaktı, ne kadar ilgisi olacaktı? Bakan yine özür dileyecek miydi? Çeber ölmeseydi, bu gençler tahliye edilecekler miydi? Doktor raporlarındaki usulsüzlükler açığa çıkabilecek miydi? İşkence sanığı görevliler hemen açığa alınabilecek miydi? Madem bu gençler adli açıdan hemen tahliye edilebilir durumdaydılar, neden gözaltına alındılar, neden tutuklandılar? Bu soruların cevaplarını gayet iyi biliyoruz. Çünkü Türkiye’de işkence hiçbir zaman münferit derecesine indirilmedi. İşkence dün de münferit değildi, bugün de değil. İşkenceye dair münferit olan işkencede ölüm vakalarıdır, işkencenin kendisi değil. İşkencenin amaçları arasında mağduru öldürmek yer almaz, aksine yaşaması, ezilerek ve işkencecinin taleplerinin yerine getirerek yaşaması istenir. İşkencede ölüm, bütün dünyada arızi bir durumdur ve işkenceye maruz kalanların çok küçük bir azınlığı işkence sonucu öldürülmüş olur. Bu da demektir ki bir yerde işkence sonucu bir ölüm oluyorsa bunun birkaç yüz ya da birkaç bin kat fazlası (ölmemiş) işkence mağduru söz konusudur. Türkiye’de de durum budur. İşkence ve genel olarak insan hakları ihlallerini arşivleyip raporlayan saygın kuruluşlarımızdan Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV)[4] ve İnsan Hakları Derneği (İHD)[5] verilerine baktığımızda durum net bir şekilde görünmektedir. Türkiye’nin karakollarında ve cezaevlerinde her gün yüzlerce Çeber sonu ölümle bitmeyen bir şekilde ve çeşitli derecelerde işkenceye maruz kalmaktadır.
Türkiye’nin işkenceyle imtihanı her zaman zorlu geçti. Yakın tarihimizde, 12 Eylül 1980 askerî darbesiyle birlikte Türkiye dünyanın en işkenceci ülkeleri arasında madalya alabilecek bir konuma gelmişken, uzun yıllar -askerî dönem sonrasındaki hükümet dönemlerine de epeyce uzanacak şekilde- Türkiye devleti ve hükümetleri işkencenin varlığını hep inkar ettiler, meseleyi hep birkaç münferit vakaya indirgemeyi tercih ettiler. 1980-83 askerî cunta döneminde işkence, açık bir devlet politikasıydı. Bu devlet politikasının baş mimarları hala anayasal koruma altında ve Marmaris’te resim yapmaya devam edebiliyorlar. Onlara dokunulamadı. Cunta sonrasında, PKK ile girişilen “düşük yoğunluklu savaş” ortamında işkence ve diğer insan hakları ihlalleri yine duruma göre teşvik edilen veya göz yumulan, ama hemen hiç cezalandırılmayan devletlu uygulamalardı. Devlet ve hükümetler, yine sağır sultanın duyduğu sistematik işkence iddialarını inkar eder, malum münferit söyleminden medet umarlardı. Gün geldi, mızrak çuvala sığmaz oldu, uluslararası baskı iyice arttı, inkar yetmez oldu ve üstüne üstlük AİHM kapısı açıldı, Türkiye boyuna işkenceden mahkum olmaya başladı. Bunun neticesinde, ‘90’ların sonlarından itibaren AB üyelik süreci reform paketlerinde gerçekleştirilen kimi adli iyileştirmeler sonucunda -ve tabii PKK ile savaşın ivme kaybetmesinin de etkisiyle- Türkiye’nin işkence sicilinde kısmi bir düzelme görülmeye başlandı. Bu iyi bir şeydi kuşkusuz, yalnız dikkat edelim; bu düzelme trendine rağmen: 1) işkence hâlâ münferit bir seviyeye indirilememişti[6] ve 2) işkencecilerle samimi ve sahici bir yüzleşme yaşanmamıştı. Polis ve asker bu AB reformlarından şikayet ediyor ve ellerinin kollarının bağlandığını söylüyordu. İktidarının ilk birkaç yılında hızlı reformcu bir çizgi izleyen AKP, giderek daha çok ses çıkaran milliyetçi salvo karşısında, reform sürecini durdurup milli güvenlik mülahazalarına daha çok teslim oldukça işkence sicilindeki düzelme trendi son bir iki yılda tersine dönmeye başladı. AKP, milli güvenlik devletinin talepleri doğrultusunda Polis Vazife ve Selahiyetleri Kanunu’nu değiştirip, polisin zor kullanma yetki alanını genişletti. Biz de son bir iki yılda, silah çekip insan vuran ya da “görevli memura mukavemet etti” gerekçesiyle insanları ağır bir şekilde döven polisleri daha çok görür olduk. Bunlar kameralara yansıyanlar. Bir de tabii karakollarda, cezaevlerinde kameralara yansımayanlar var. Yine defalarca tanık olduğumuz gibi bu malûm reformlar sonucunda karakollara yerleştirilen kameralar ne zaman bir işkence şikayetini incelemek için gerekse hep ‘bozuk’ veya ‘o sırada çalışmıyor’ oldukları söyleniyor!
Özetle diyebiliriz ki, niyetleri ne olursa olsun, işkence gibi kronik ve karmaşık bir meselenin çapını ve derinliğini idrak edemeyen siyasi iktidarların “işkenceye sıfır tolerans” göstermeleri imkansızdır. Çünkü insan hakları ihlalleri içinde işkence, merkez-kaç özelliklerin en önplanda olduğu ihlal tipidir. Düşünce ve ifade özgürlüğü ile ilgili ihlaller birkaç yasa değişikliği ile önlenebilir. Faili meçhul cinayetler gibi ihlaller, derin devlet odaklarının merkezî kararlarla karartılması sonucu bitirilebilir. Ancak işkence, bu pratiğe çeşitli düzeylerde katılan kurum ve görevli sayısının çokluğu, yaygınlığı ve görece özerklikleri nedeniyle bitirilmesi (ya da münferit hale getirilmesi) en çok çaba ve zaman gerektiren ihlal tipidir.[7] İşkenceyle mücadelenin hükümet, polis, asker, cezaevi, yargı, adli tıp, insan hakları kuruluşları ve genel toplum ayakları vardır ve işkenceyle gerçekten mücadele edilmek isteniyorsa bütün bu ayaklarda sistematik, uzun soluklu ve ödünsüz bir uğraş vermek gerekmektedir.
Bir ülkenin polisi, askeri, yargıcı, savcısı, adli tabibi muhalif yurttaşlarını ‘düşman’ ya da ‘sözde vatandaş’ olarak gördükçe, ne olursa olsun yurttaşlarına hesap vermek zorunda olduğunu hissetmedikçe, yasadışı ve keyfî bir şekilde hak ihlali yaptığında fiilî dokunulmazlıktan yararlanabileceği hayat ve meslek bilgisine de sahipse o ülkede işkencenin bitirilmesi mümkün değildir. Türkiye’de olan da budur. Kısıtlı ve kırılgan reformlar, poliste, askerde, yargıda, adli tıpta aynı kadrolarla yola devam edildiğinde istikrarlı ve kalıcı bir etki yaratmamaktadırlar.
Türkiye, işkencecileriyle yüzleşmeyi hep reddetmiş ya da ipe un serer tarzda ele almıştır. Türkiye’deki işkencecilerin binde biri bile mahkemeye çıkmamıştır. Mahkemeye çıkarılabilen nadir örneklerin bir çoğunda yargı ve adli tıp kurumlarının yurttaşı değil devleti kollayan tutumları nedeniyle bir sonuç alınamamıştır. Sonuç alınan çok daha nadir örneklerde de sadece doğrudan elini kirletenlerle yetinilmiş, en alt düzeydeki işkencecilerden öteye, onları kollayan, teşvik eden, göz yuman ya da doğrudan emir veren üst halkalara hiçbir zaman erişilmemiştir. Mahkum olan nadir işkencecilerin çoğunun cezası da tecil edilmiştir. Basına sansasyonel bir şekilde yansıyan ve işkenceden mahkumiyetle sonuçlanan nadir vakalar, işkence vakalarının bütünü içinde küçük bir yekûn tutan örtülmesi imkansız gibi görünen işkence vakalarının içinde bile küçük bir yekûn tutmaktadır. Engin Çeber vakası da bu sınıftandır. Çeber’in katili birkaç polisin ya da gardiyanın yargılanıp mahkum olması, Türkiye’deki işkencecilerin çok büyük çoğunlukla fiilî dokunulmazlıktan faydalandıkları gerçeğini değiştirmeyecektir. O yüzden Adalet Bakanı Şahin ve bütün AKP Hükümeti, sadece Çeber’in işkenceyle öldürülmesi nedeniyle değil, işkence meselesini genel olarak gerektiği ciddiyet ve ağırlıkta ele almadıkları ve işkenceyi sürekli gerileyen bir trendde tutamadıkları için özür dilemeli ve sorumluluğu üstlenmelidirler. AKP, en iyi ihtimalle, başta Kürt meselesi olmak üzere diğer meselelerde olduğu gibi işkence meselesinde de çok sınırlı reformlarla yetinip, hatta daha yerleşik güç odaklarıyla uzlaşmak adına bu reformlardan bile geri adım atıp, gereken yüzleşmeleri yapmadan, habis bir pragmatizm üzerinden kimi dönüşümler/iyileştirmeler yapabileceğini sanıyor olabilir. Bunun mümkün olmadığını hâlâ öğrenemediyse, muktedirler katında yer tutabilmek için görece kontrollu bir işkence pratiğine ihtiyaç duyduğunu düşünmemiz gerekir.
Bunlara ek olarak, işkencenin Türkiye’de son birkaç yıldır tekrar artış trendine geçmesinde etkili olan iki faktörden daha bahsetmemiz gerekir. Bunlardan ilki, uluslararası siyaset arenasında ABD’nin Ortadoğu’daki hoyratlıklarının önplanda olduğu son dönemde, Batı dünyasının başını çektiği uluslararası etiko-politik çerçevede işkence gibi insan hakları ihlallerine eskisinden daha az önem verildiği ve bunun da işkence pratikleriyle marûf ülkeler üzerindeki uluslararası baskıyı azalttığı gerçeğidir. ‘Uluslararası terör ile savaş’ ikliminin işkencecilerin hanesine yazılan katma değeri bu olmuştur. İkinci faktör, tabii ki, son birkaç yılda PKK ile savaşın şiddetlenmiş oluşudur. İşkence gibi pratikler bu tür savaş ortamlarında çok daha kolayca meşrulaştırılabilmektedir. Nitekim, Türkiye’deki işkence uygulamalarının çok önemli bir kısmı Kürtlere yöneliktir.
Bu iki faktörün sinerjik etkileşimiyle, toplumsal düzeyde de işkencenin meşruiyeti konusunda eskisine göre oldukça geri bir noktada olduğumuzu teslim etmek gerekir. Bu konuda bir kamuoyu yoklamasının sonuçları oldukça uyarıcıdır: “World Public Opinion-Dünya Kamuoyu-WPO” tarafından 2008’de yapılan bir ankete göre, Türkiye’de kamuoyunun %51’nin, “masum insanların hayatlarının risk altında olduğu olağanüstü durumlarda teröristlere belli oranda işkence yapılabileceğini” düşündüğünü ortaya koymuştur. Bu oran, 2006’da %24’müş. Hem bu artış çok dikkat çekici, hem de Türkiye’nin bu anketin yapıldığı diğer ülkelere göre işkenceyi meşru görme konusunda ne kadar üst sıralarda yer aldığı.[8]
Bu çerçeveden bakınca işkenceye karşı mücadelenin daha kapsamlı bir şekilde kendini yenilemesi kaçınılmaz görünüyor:
• İşkencenin neden hiçbir koşul altında yapılmaması gereken, kötü bir şey olduğunu hatırlatan etiko-politik konumun yeniden hegemonik olmasının sağlanması
• Eski/yeni, alt kademe/üst kademe, doğrudan yapan/dolaylı katkıda bulunan gibi ayrımları geçersiz kılacak şekilde işkencecilerin hukuki, politik ve toplumsal düzeylerde fiili dokunulmazlıklarının kaldırılması yönünde ısrarlı faaliyet gösterilmesi
• İşkenceyi önlemenin demokratikleşme yolundaki reformlarla, demokratik mekanizmaların ve zihniyetin derinleşmesiyle olan güçlü bağının sürekli vurgulanması
• Örneğin Kürt meselesinin bugünkü şiddet çıkmazına sürüklenmesinde, 1980-83 döneminde Diyarbakır Cezaevi’ndeki ağır işkencelerin rolünün sorgulanması, bu dönemle yüzleşmenin sağlanması
• Karakolların ve cezaevlerinin devlet-dışı kurumların denetimine açılması yönünde faaliyet gösterilmesi
• Kolluk kuvvetlerinin, çeşitli dönemlerdeki yoğun kadrolaşma hamleleri nedeniyle, ideolojik formasyonlarının işkence yapmaya ya da en azından işkenceye göz yummaya oldukça teşne bir durumda oldukları tesbitinden hareketle, söz konusu kurumlarda ciddi bir kadro temizliği talebinin dillendirilmesi
• Aynı şekilde yargı ve adli tıp kurumlarında işkence ve diğer hak ihlallerini koruyup kollayan kadroların elenmesini sağlayacak disiplin mekanizmalarının geliştirilmesinin talep edilmesi
• İşkenceyi geriletmenin topyekun bir yüzleşme faaliyetinin önemli bir başlığı olduğunun unutulmaması
• AKP iktidarından medet ummak yerine, AKP’nin de işkencenin sürmesine katkıda bulunduğunun ve önlemek için gerekenleri yapmadığının farkında olunması.
Türkiye solu, işkence gibi temel bir konuda, olabilecek en geniş koalisyonları oluşturarak yaygın ve uzun vadeli, ısrarlı bir eylemliliği sürdürmek zorundadır.
[1] 29 Eylül-20 Ekim 2008 arası, özellikle Radikal, Taraf, Birgün gazeteleri.
[2] Radikal, 17 Ekim 2008.
[3] Radikal, 17 Ekim 2008.
[4] http://www.tihv.org.tr/
[5] http://www.ihd.org.tr/
[6] Münferitleşmese de işkence vaka sayısı olarak azalmaya başlamıştı ve de işkence yöntemleri profilinde iz bırakan yöntemler yerine daha çok iz bırakmayan yöntemler tercih edilir olmuştu.
[7] Lutz, E.L.&Sikkink, K. (2000). International Human Rights Law and Practice in Latin America. International Organization, 54:3, Legalization and World Politics (Yaz, 2000), s.633-659.
[8] Radikal, 25 Haziran 2008. Haberden alıntı: “Anketin yapıldığı 19 ülkenin 14’ü ‘işkenceye sıfır tolerans’ dedi... Ankete göre Hindistan’da bu oran yüzde 59, Nijerya’da yüzde 54, Türkiye’de yüzde 51 ve Tayland’da ise yüzde 44. Türkiye’de hiçbir koşul altında işkence yapılmaması gerektiğini düşünenlerin oranının ise yüzde 36 olduğu, bu oranın 2006 yılında yapılan ankette yüzde 62 olduğu belirtildi. Türkiye’de ‘genel olarak işkence uygulanabileceğini düşünenlerin’ oranının ise yüzde 18 olduğu, bu oranın Çin ile birlikte en yüksek oran olduğu da belirtildi. Anket, Türkiye’nin yanı sıra ABD, Meksika, Fransa, İngiltere, Polonya, Rusya, İspanya, Ukrayna, Azerbaycan, Mısır, İran, Filistin toprakları, Nijerya, Çin, Hindistan, Endonezya, Güney Kore ve Tayland’da yapıldı.”