Türkiye’de devlet merkezli suç örgütlerinin hem adlandırılma ve hem de tartışılma biçimleri dönemden döneme farklılık göstermiştir. Bu çerçevede her dönemin özgün gündemleri toplumsal ve siyasi faillere ilişkin temsilleri farklılaştırmış, çeşitli cinayet ve suç tertiplerinin devlet iktidarının merkezine kadar taşınan siyasi ilişkiler örgüsü, birbirinden farklı biçimlerde kurgulanmaya ve açıklanmaya çalışılmıştır.
Buna karşılık 12 Mart 1971 darbesi sonrasında, “kontrgerilla” adlandırması toplumun gündemine getirilene kadar, kendi siyasi çalışmalarını devlet merkezli suç örgütlerinin tarihsel gelişimine ve faaliyetlerine işaretle kurmayı deneyen herhangi bir ciddi siyasi girişim ve örgütlülüğe rastlanmamıştı. İktidar güçlerinin saklı operasyonlarının tarihi tabii ki daha da eskiydi ve Osmanlı’nın son dönemleri ile Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde özellikle de gayrimüslimlere yönelik sayısız cinayet ve suç tertibinin arkasında -örneğin Karakol Cemiyeti vb. gibi- saklı olan bir iktidar örgütlülüğünün aranması kaçınılmazdı. Fakat, 1970’lere gelene kadar hiçbir siyasi hareket, süregelen iktidarların cinayet ve linç tertiplerinin örgütsel ve kurumsal bağlantılarını öne çıkararak ve kendi siyasi çalışmalarının temel unsurlarından birisine dönüştürerek yürütmeyi denememişti. Devletin saklı operasyonları daha önceleri de bilinmekte, medya ve kamuoyu alanında izlenmekteydi. Buna karşılık, Kontrgerilla ise 1973’ten itibaren Türkiye’deki sol hareketin sadece ülkedeki şiddet ve kargaşa ortamını açıklamakta kullandığı bir adlandırma değildi. Aynı zamanda bizzat siyasi iktidarı açıklamakta kullandığı bir temsil olarak da kuruldu. Bu kampanya, daha sonraları giderek somut devlet kurumlarına doğru yöneltildi ve bu kurumların geçmiş cinayet ve kargaşa tertipleri içindeki varlıklarını aramaya doğru ilerlendi. Genelkurmay Seferberlik Tetkik Kurulu Başkanlığı, Özel Harp Dairesi, Sivil Savunma İdaresi Başkanlığı, Kıbrıs Türk Mukavemet Teşkilatı vs. gibi somut kurumlara olan ilgi ve takip bu suretle öne geçti. Bu yönelim devlet kurumlarının cinayet tertipleriyle beraber işkence ve yıldırma faaliyetleri içindeki yerinin ilk kez ve somut gündemlerle tartışılması anlamını taşıyordu. “Ziverbey Köşkü”nde yürütülen işkenceler ve işkencecilerin kimliği üzerine çoğu medya veya Meclis araştırmalarında kalan sorgulamalar da bu dönemde yükselişe geçti. Niyazi Ünsal ve Süleyman Genç gibi dönemin senatör ve milletvekilleri de bu meseleye ciddi bir mesai harcayarak kamuoyu ilgisinin ayakta tutulmasını sağladılar.
1970’lerdeki bu çalışmalar çok somut kurum ve isimler üzerinde yürütülmesine karşın herhangi bir ciddi yargı soruşturmasına konu olmadı veya Savcı Doğan Öz’ün durumunda olduğu gibi, yapılan soruşturmalar cinayetle akim bırakıldı. 1980’lerden 2006 yılındaki Danıştay cinayetine kadar gelen sürecin özeti de 1970’lerdeki süreçlere benzer niteliktedir. Bu dönemlerde de devletin suç faaliyet ve tertiplerini içeren saklı operasyonlara, “Kürt sorunu” gibi oldukça önemli bir tarihsel mekan ve “JİTEM” gibi yaygın “iş yapan” ve seferber bir kurumun katılmasıyla bir derinleşme ve yoğunlaşma görülür. 1996 yılında yaşanan Susurluk kazası sonrası yürütülen araştırma ve soruşturmaların 1973 sonrası sürece benzediği söylenebilir. Susurluk kazasının açıkça ifşa ettiği saklı devlet örgütüne yönelik olarak kamuoyunun ciddi ölçüde dikkatinin çekildiği, Orduya ve onun hep saklana gelen kurumu olan JİTEM’e atfedilen sayısız cinayet ve cinayet tertibinin siyasi çalışmaların temel mesailerine dönüştüğü, iktidarın somut kurum ve kuruluşlarının şüpheli olarak sorgulanmaya çalışıldığı bir yoğun kampanya sürecinden bahsedilebilir. Fikri Sağlar ve Mehmet Elkatmış gibi milletvekillerinin sorumlu ve dürüst çalışmaları bilgilerimize çok şey eklerken, Susurluk kazası sonrası devletin suç ve suç örgütleriyle ilişkisinden yakınan ve daha az siyasal nitelik taşıyan bir kamuoyu alanının da doğduğu ve belirginleştiği söylenebilir. Bu durum 1990’ların 1970’lerden ayrıldığı noktalardan birisidir. Diğer yandan, yine bu dönemde “derin devlet” adlandırması, kanlı bir tarihin apaçık şiddetini ve bariz faillerini arkasında saklayan büyük bir tabela olarak işlev gördü ve devletin illegal operasyonlarına rasyonel bir gerekçe olarak da değer kazandı. Buna karşılık, 1990’larda da yargı soruşturması ve mahkeme süreçleri son derece dar ve Susurluk’ta kazaya uğrayanların yalnızca en yakın ilişkilerini ele alan bir çerçevede ilerlemiş ve iktidar ile suç ve suç örgütleri ilişkisinin kapsamlı bir haritasının çıkarılması mümkün olmamıştır.
2006’nın Mayıs ayından itibaren ise derin devlet temsilinde bir farklılaşma görülür. Önceki dönemlere ait kontrgerilla ve Özel Harp Dairesi, JİTEM vb. gibi çeşitli kurumlar bu meseleyi açıklamaktaki eski önem ve güçlerini hâlâ korumaya devam ederlerken, bu kez Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Necip Hablemitoğlu cinayetleri ve oradan da Cumhuriyet gazetesinin bombalanması ile Danıştay baskını olaylarının kriminal bağlantıları üzerinde yoğunlaşan ve özellikle de son 10 yıllık politik süreçlerin hikâye edildiği yeni bir derin devlet anlatımı öne geçmeye başlar. Ergenekon ise bu yeni derin devlet temsilinin giderek bir “terör örgütü”ne aktarılmasında kullanılan bir adlandırmaya dönüşür.
Bunun iki önemli sonucu vardır. Birincisi bir yeni derin devlet temsili olarak Ergenekon, devletin somut kurum ve örgütlülüklerinden ne kadar uzaklaştırılarak anlatılmaya çalışılır ise bizzat bir derin devlet temsili olmaktan o kadar uzaklaşmaya ve sadece bir “terör örgütü”ne dönüşmeye başlar. Bu durum örgütün Ordu ve polis vb. gibi somut kurumların ve somut devlet faaliyetlerinin dışında aranmasını da getirecektir kuşkusuz. İkinci ve buna karşılık daha olumlu sonuç ise, derin devlet, ilk defa, Ergenekon yoluyla hemen her siyasi-kültürel-toplumsal meseleye uzanan yaygın, kapsamlı, işlevsel bir makine olarak ayrıntılı, somut bir örgütsel varlık olarak tanıtılmıştır. Her ne kadar somut devlet kurumları dışarıda bırakılsa da, diğer yandan bu yeni temsil, aslında, tam da devletin hemen yanında bir paralel devletin varlığına işaret eder bir özellik taşımaktadır. Önceki derin devlet temsilleri belirli kurumlara işaretle yetinirken, Ergenekon bu kez önümüzde gerçek bir “derin devlet” olduğunu, bunun görünür devlete paralel bir devlet yarattığını da söylemiş olmaktadır.
Kuşkusuz, bu durum çeşitli avantaj ve dezavantajları da beraberinde getirecektir. Öncelikle somut kurumlar ve işlevler üzerinden soruşturma yürütmediğinizde siyasi-hukuki çerçevede çözücü bir sonuç doğurmanız son derece güçleşmektedir. Kurulan soruşturma dosyasının giderek parçalanan ve o ölçüde de belirsizleşen yönlerde dağılmasını engelleme imkânını kaybetme tehlikesi ile baş başa bırakmaktadır. Geldiğimiz noktada derin devletin karargah, örgütsel iskelet ve ana unsurlarının somut olarak tanınması, tarif edilmesi zorlaşırken kendinizi kurumsallığın vaat ettiği heyecan verici ayrıntı ve somutluk yerine, geniş bir “siyasi” alana hapsetmiş olursunuz. Bu nedenle somut kurumları temel almadığınızda daha kolay ve çabuk yorulmanız kaçınılmaz görünüyor. Devlete atfettiğiniz suçları subuta erdirmek konusunda sorunlar yaşama tehlikesiyle karşı karşıya kalıyorsunuz. Ve en sonunda da yeni derin devlet temsili olan Ergenekon’un tanınması ve yargılanması sürecinin getireceği demokratik bir birikimin geriye miras bırakılması imkânları da daralmaya başlıyor. Çünkü bu soruşturmada herhangi bir devlet kurumunun somut ve ayrıntılı eylemleri yerine bir terör örgütünü yargılamanın peşine düşerek demokratik-kurumsal birikimin oluşum imkânları daralıyor.
Buna karşılık, Ergenekon dosyasının çok önemli bir özelliğine mutlaka işaret etmek lazım. O da Ergenekon adıyla getirilen bu yeni derin devlet temsilinin o kadar zengin, ayrıntılı ve somut bir arşive dayanmasıdır ki bizzat kendi temsilini aşan başka ve sayısız temsile de ilham vermemesi mümkün değildir. Üç milyon sayfaya ulaşan belge sağanağı ile bu belgelerin iddianamede bulduğu çok sınırlı yer arasındaki büyük boşluk, birbirinden farklı derin devlet iddialarını besleyecek ve hatta ispatlayabilecek güçte ve zenginliktedir.
DERİN DEVLET NEREDE VE BİZ ŞİMDİ NEREDEYİZ?
Ergenekon davasını daha soruşturma sürecinin en başında duyduğumuzda topluca yaşadığımız şaşkınlığın âlâkalı, meraklı ve heyecanlı iklimi, soruşturma sürecinin bir buçuk yılını tamamladığı bugünlerde yerini, artık giderek kayıtsız, beklentisiz ve umutsuz bir siyasi iklime doğru bırakmaya başladı. İşin ümitsizlik tarafından manzara-i umumiye şöyle: Davanın aktörleri ve o aktörlere atfedilen eylemler artık kanıksanmış bir “haber” düzlemine doğru terk edilmeye başlanmış gibi sanki. Kamuoyu ve ilgili siyasi taraflar giderek kendi içine çekilmeye başladı. Bu duruma emekli generallere yönelik ek soruşturma süreçlerinde nicedir gözlenen bir tıkanma, birkaç askerî okul öğrencisi ve teğmen ile sınırlı bir muvazzaf subay profili ile yetinilmesi ve yeni gözaltı dalgalarının Nurseli İdiz ve Cumhuriyet kadını projelerinin popüler simgelerine kadar uzanması gibi süreçler de eşlik ediyor. Tabii ki soruşturma ve soruların doğru bir yol takip edip etmediği konusundaki haklı veya haksız şüpheleri de besliyor. Diğer yandan bu tartışma ve soruşturmaları, 1970’lerde doğru olarak yapıldığı üzere, ilk adıyla Genelkurmay Seferberlik Tetkik Kurulu Başkanlığı, sonraki adıyla Özel Harp Dairesi ve diğer yandan Sivil Savunma İdaresi Başkanlığı vb. gibi gayri-nizami harp tekniklerinin hazırlanmasını üzerine alan ilk devlet kurumlarından bugüne kadar gelen süreci takiben, yani devlet iktidarının somut ve belirli kurumlaşma biçimlerinde odaklanarak sürdürmek yerine sadece “Ergenekon” örgütü ve adlandırması üzerinden yürütülmeye çalışılması gibi bir yöntemin tercih edilmesi de genel manzaranın bir yanına kaydedilmeli. Ayrıca, yine soruşturmanın 1960’lardaki çeşitli şüpheli cinayetlerden başlayarak Maraş, Çorum vs. gibi toplu katliamlar, 1 Mayıs 1977, Mart 1995 Gazi Mahallesi kahvehane saldırısı (bu olay soruşturmada kısmen geçiyor) vb. gibi olaylara ilişkin gündemlerin dışında yürütülmesinin ne derece hedefe matuf olduğu şüpheleri de bazı kesimlerde dillendirilmiyor değil.
Birbirinden farklı derin devlet temsillerinin kapıştığı bu eleştiriler bugün birkaç önemli noktaya dikkat çekmeyi gerektiriyor. Birincisi çizilen bu karamsar tablo beraberinde kaçınılmaz bir umutsuzluğu da getiriyor. Ama burada asıl önemli olan sadece belirli kesimler tarafından dile getirilen yukarıdaki olumsuz tablonun Ergenekon soruşturmasının “müdahil taraftarlar”ına da sirayet eden bir genel beklentisizlikle sarmalanmasıdır. Dolayısıyla, Ergenekon soruşturması açısından bir kısım solun neden müdahalesiz kaldığı yönündeki düne ait eleştiriler bile artık yıllarca geride kalmış gibi görünüyor. Bu durum, Ergenekon davasının da, yakın dönem Türk tarihinin bazı büyük davaları gibi, siyasi gündemin de kısa aralıklarla dönüşerek ve iktidar güçlerinin kimi zaman kapışıp kimi zaman uzlaşarak akıp gittiği geleneksel mecrasında kendine bir yol arayarak ilerleyeceği izlenimi uyandırıyor (1944 Irkçılık-Turancılık davası tam da böyle bir davaydı örneğin). Bunun en açık anlamı, Ergenekon davasının gidişatını belli iktidar güçlerinin saklı operasyonlarına emanet etmek demektir.
İkinci önemli sonuç ise bizzat Türkiye’deki siyaset ve iktidar geleneğine işaret ediyor. Ergenekon soruşturması bağlamında yaşanan kayıtsızlık ve beklentisizlikle karışık bu umutsuzluk, Türkiye’deki siyasi gidişatın ne kadar kaypak, dengesiz ve güvensiz bir zeminde ilerlediğinin de bir göstergesiyken, aynı zamanda iktidara talip politik aktörlerin kamusal eylem ve süreçlerden uzak durarak daha saklı operasyon ve gündemler üzerinde çalışma geleneklerine bağlı olduklarının da bir işaretidir. Bu durum, Ergenekon davasında somut, açık ve kamusal bir eylemin imkânlarını da daraltmaktadır. Ama, Ergenekon davası açısından en tehlikeli olan durum bu değildir. Aslında, yukarıdaki olumsuz manzarayı tam tersine çekilebilecek bir durum olarak tasavvur etmek mümkün olduğu halde, sadece umutsuzluğu besleyecek şekilde kullananların bizzat kendilerinde bir sorun olduğunu artık görmek gerekir. Bu şu demektir: Bugün iktidar dışında kalmış politik aktörler (Örgütün güneydoğu merkezli eylemleri açısından Kürtler ve 12 Eylül önce ve sonrası sayısız cinayet ve tertip açısından ise sol mağdurlar en başta olmak üzere) ile birlikte, tüm toplumun kendi umutsuzluğuna teslim olması, Ergenekon davası ve soruşturmalarında en tehlikeli boyutu oluşturur. Bu durum davanın geleneksel iktidar mücadelelerinin manevralarına terk edilmesi anlamına gelir. Başka deyişle, kıpırtısızlığa ve durağanlığa alışmış bir toplum açısından içine düştükleri bu umutsuz psikolojik iklim, toplumun geleneksel iktidara tam da ve bizzat kendi psikolojik algıları yoluyla teslim olduğunu da düşündürmektedir. Bu nedenle de Ergenekon davasında bir kez daha gördüğümüz üzere, toplumun içine düştüğü şaşkınlık ile başa çıkacak ve onu kendi politik eyleminin çıkış koşullarına yerleştirecek, hükümet dahil, hiçbir politik aktöre sahip olamadığımız artık açık ve net olarak görünüyor. Ve en son olarak Ergenekon soruşturmasının artık yargıya devredildiği ve neredeyse herkesin nefesinin kesilmeye yüz tuttuğu bugünlerde, soruşturmanın yeniden önemsenmesinde yargı örgütüyle beraber iktidar dışı kalmış tüm politik aktörlerin yeni nefeslerine ihtiyaç var. Bu görevin, eğer sivil toplum kuruluşlarının önümüzdeki 25 yıl içindeki düşük yoğunluklu eylem ve hareketlerinin üstüne yıkılmasını istemiyorsak tam da şimdi kolları sıvayıp belki Ergenekon iddianamesini değil, ama bu iddianamenin eklerindeki önemli ve ciddi belgeleri çalışmaya, heyecanın tükenmeye yüz tuttuğu bu ana yeniden heyecan vermeye hazırlanmak gerekiyor. Hep beklediğimiz demokrasi ve hukuk belki de bu yoldan gelecektir.