AKP ve MHP'nin “Kürt Sorunu“ Üzerinden Milliyetçilik Mücadelesi

Ekim ayında Anayasa Mahkemesi’nin AKP hakkında verdiği kapat(a)mama kararı, o partinin 22 Temmuz seçimleri ile mühürlenmiş galibiyetinin “laik cephe”nin merkezindeki asker-sivil yüksek bürokrasi zümre/aygıtı tarafından da tescil edildiği anlamına geliyordu.

Böylece, onyıllardır ülke gündemine egemen kılınmasına uğraşılan laik-anti-laik geriliminin zorla şişirilmiş balonu da çatlayıp sönmeye başlamış oldu. Muhafazakâr burjuvaziye karşı yüzyıldır verdiği sosyo-politik iktidar mücadelesinin -3 Kasım 2002’den beri süren- bu nihai etabından, üzerine gidilmeyeceği, imtiyazlarının korunacağı ve ortak noktalarının çokluğu bilgisi ve sözüyle, üslerine doğru çekilen yüksek bürokrasi, eteğine yapışmış -CHP, Ergenekon artıkları, İP cinsi hizmetkârlar gibi- ağırlıkları ellerinde laiklik adına kavganın hurdalarıyla artık siyasetin konusu olmayacak o meydanda bırakıp gitti.

Partileri hâlâ modern siyasetin kavram ve kalıpları içinde görmeyi sürdürdüğümüz, buna mukabil onların postmodern gidişata uyarlı olarak birer “siyaset/yönetim şirketi”ne evrilmesi yönünde ne denli mesafe aldıklarını pek hesaba katmadığımız için; örneğin CHP’nin yıllardır üzerinde duran o bitmiş kavganın artığı etiketlerden bunca kolaylıkla silkindiğini farzedip, “siyasal simge değildir” ilanı ile kara çarşaflar üzerine parti rozetleri takarak yaptığı yeni” “siyasi açılım”a pes dememiz gayet doğaldır. Aynı şekilde Maraş katliamının yıldönümü yaklaşırken MHP’nin bir “Alevi açılımı”na girişmesi de pişkinliğin dikâlâsı diye nitelenebilir.

Ama, “evrilme” sadece partilere mahsus değil. Yurttaş-seçmenin siyasetle ilişki tarzındaki “evrilme”, aslında daha önemli, önsel; yani parti kurumunun söz konusu başkalaşımının da aslî etkenidir. Bu bakımdan CHP ve MHP’nin o “açılım”larının karşılıksız kalmadığını görürsek şaşırmayalım. Gerçi CHP’nin “AKP tabanı”ndan devşirebileceği “kara çarşaflı” -yoksul- sayısı pek fazla olmayabilir ama MHP’nin Maraş’ı, Çorum ve Sıvas’ı unutmaya hazır “milliyetçi-ulusalcı” Alevilere ilişkin hesabının o kadar da boş olmadığını umarım görmeyiz.

Yukarıda değinilen “açılım”lar, “laiklik” sorununun ağırlığını yitirmesinden sonra yeniden şekillendirilme sürecine giren siyasal arenada partilerin mevzilenme hazırlıklarının ilk işaretleridir. 2009 Mart mahalli seçimleri yaklaştıkça bu başlangıç manevraları hızlanacak ve konumlar netleşecektir.

Bu yazıda 2009 mahalli seçimleri ile ilk raunduna tanık olacağımız müstakbel arenanın nasıl bir şey olabileceğine dair bir çerçeve çizmeye çalışacağız.


2008 sonbaharından beri, partiler düzeyinde yapılanlara sınırlı olarak bakıldığında; AKP’nin Doğu-Güneydoğu Anadolu’da Kürt nüfus yoğunluklu yörelerde DTP’yi geriletme amacına birincil öncelik verdiği, dolayısıyla 2009 mahalli seçimlerine giden süreçte AKP ve DTP arasındaki rekabet-çatışmanın ön planda olacağı; buna mukabil CHP’nin de AKP’nin yoksul tabanına doğru hamlelerle sonuç almaya çalışırken, bir yandan da MHP’nin başta Alevi kesim olmak üzre CHP’nin -özellikle Batı Anadolu ve Trakya’daki- milliyetçi-ulusalcı orta sınıf gövdesine doğru atağına -Devlet Bahçeli’nin ifadesiyle “cenge”- hazırlanacağı şeklinde bir eskiz çizmek mümkün.

Bu eskiz 2009 mahalli seçimleri arefesi Türkiyesi’nde, biri Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da diğeri Ege-Trakya bölgesinde, iki yoğun mücadele alanı olacağını, birinde AKP ile DTP’nin ötekinde CHP ile MHP’nin karşı karşıya geleceğini gösteriyor. Bunun sonucu olarak, Balıkesir/Kütahya’dan Elazığ’a, Trabzon/Giresun’dan Hatay’a iç-merkez Anadolu’nun görece çok daha sakin, rutin; dolayısıyla da daha az dikkat ve önem atfedilen bir alan olacağı izlenimi doğuyor.

Ancak, yüzeye yansıyanlarla jest ve gösterilerle yetinmeyip, postmodernite etkilerinin sadece ifade tarzlarını eğip büktüğü sosyo-politik olguların mantığına eğilebilir isek; bu izlenimin bir hayli yanlış ve yanıltıcı olduğunu görürüz. Bu açıdan bakıldığında o izlenimin aksine, 2009 mahalli seçimlerinin “asıl muharebe alanı”nın bu iç-merkez Anadolu olduğunu, kritik önemdeki mücadelenin burada ve AKP ile MHP arasında cereyan edeceği sonucuna varırız. Dolayısıyla, aslında AKP’nin Doğu, Güneydoğu Anadolu’da DTP’ye karşı vereceği mücadele, iç-merkez Anadolu’daki tayin edici mücadelenin parçasıdır; o mücadelenin mihenk taşı olmak gibi bir değeri ve önemi olacaktır. Bir başka deyişle, AKP’nin örneğin Diyarbakır, Batman ve Van’da alacağı sonuç, Maraş, Konya, Kütahya ve Trabzon mahalli seçim sonuçlarını elbette değiştirmeyecek ama 2009 ilkbahar sonrası iç-merkez Anadolu’da gidişatı belirleyecek birincil derecede faktör bu olacaktır. Az sonra daha etraflıca açıklamaya çalışacağımız üzre, burada “sonuç” kadar ve hatta ondan da fazla, o sonucun nasıl alındığı, yöntem ve araçları -“dil”i- önemli olacaktır.

AKP ve MHP arasındaki mücadele, ne iki farklı sınıf blokunun ne de iki farklı ideolojinin karşı karşıya gelmesidir. İç-merkez Anadolu’nun kırsal ve kentli -daha ziyade kasabalı-alt/orta sınıf- katmanlarının pasif destekçiler -kitlesel destek- işleviyle katıldığı, Türklük faktörüne daha fazla buna mukabil iktisadî beceri ve dinamizme daha az eğilimli orta-üst toplumsal statü sahiplerinin yönlendiriciliğinde bir milliyetçi/muhafazakârlık ile, muhafazakârlık ve din/Sünnilik dozu daha belirgin bir Türk milliyetçiliğini aynı pasif kitlesel desteği yönlendirmek için kullanan iktisadî beceri ve dinamizm düzeyi daha yüksek bir üst-orta sınıf ideolojisi olarak -daha ılımlı denilen- milliyetçiliğin arasındaki hegemonya mücadelesidir söz konusu olan.

1970’lere, hatta 80’lerin ortalarına kadar, bu bölgede yerleşik kentli -eşraf- kesimin ve bürokrasinin nüfuzu ile belirli -birçok vilayette Alevilerin çoğunluğunu da içeren- bir kitlesel desteğe sahip olan ama son yirmi yıldır o sosyolojik desteğin zayıflaması, azalması sonucu çoğu ilde üçüncü parti konumuna inen CHP’nin “ulusal”(miliyetçi)lığının ise hegemonya iddiası kalmamıştır. Fakat elde kalanı korumak ve MHP’ye kaymaları önlemek için onun da taşralılık ve muhafazakârlık tınısı kuvvetli o milliyetçiliklerle arasındaki farkı “kentli-çağdaş yaşam” vurgusu üstünden kuran milliyetçiliğini savunacaktır.

Özetle, bu üç büyük partinin, sadece söz konusu iç-merkez Anadolu’da değil ülke genelinde, mahalli seçime odaklı dönemde, kampanyaları ile oluşturacakları ile oluşturabilecekleri ideolojik atmosfer, -orta/üst sınıfların belirli kesimlerinin varoluş durumları, hayat tarzları ile ilişkilendirebileceğimiz- milliyetçilik versiyonlarının karmasından başka bir şey olmayacaktır. Aslına bakılırsa, kimi marjinal İslami grupların ve bazı küçük sosyalist hareket ve çevrelerin dışında, sol sıfatlı birçok parti de dahil olmak üzere günümüz Türkiye’sindeki siyasal partilerin tümü de milliyetçiliğin kuşattığı bir ideolojik zemin üzerinden konuşmaktadırlar. Çünkü eğer sıfatları farklı tüm parti ve hareketler alamet-i farikaları olan kavram ve önerileri bile milliyetçiliğin beslendiği/üzerine kurulduğu önyargı, güdü, korku ve tabulara dokunmadan, onların süzgecinden geçirilmiş olarak sunmayı içlerine sindirmiş, buna alışmış iseler, milliyetçiliği renklendirmekten, onun ötesine geçmenin akıl kârı olmadığı fikrini beslemekten başka bir şey yapmış da sayılamazlar.

Bu bağlamda altını çizmemiz gereken iki nokta daha var: Birincisi; ’80’li yıllarda reel sosyalist rejimlerin krizi, çöküşü ile sosyalist ideoloji(ler)in, 90’lı yıllardaki orta çaplı krizlerden sonra yakında patlak veren ağır krizle birlikte neo-liberalizmin hegemonyasının dağılması sonucunda, tüm dünya ölçeğinde, siyasal düşünüş boşluğu, belirsizliği adeta elle tutulur hale gelirken; aslında ideoloji bile denilemeyecek olan milliyetçilik, kaynaklandığı doğal -yani insanî olmayan- güdülerin, korkuların çevredeki düşünce artıklarına bürünerek bu boşluğu dolduruyormuş gibi bir hava yaratma imkânını buldu. Birikim’in ’90’lu yılların başından bu yana pek çok sayısında, bu dünya ölçeğindeki milliyetçileşmenin, sözünü ettiğimiz ideolojik boşluğun yanısıra, postmodern/endüstriyel çağın, halihazır işleyiş tarzından, mekanizmalarından kaynaklanan ve özellikle toplumların “çalışan” kesimlerinde ve giderek onun en üst katmanlarını da içine alan bir tutunamama endişesinden, bunun panikletici özelliğinden beslendiği hayli etraflıca açıklandığı için buna sadece işaret etmekle yetinelim burada.

İkinci nokta; Türkiye’de milliyetçiliğin tüm varyantlarının, diğer pek çok ülke/toplum için söz konusu olmayan iki zıt yönde faktörün etkisi altında, gayet ciddi yarılmalara yol açacak tahripkâr bir gerilimle yüklü oluşudur. Türk milliyetçiliği üzerinden konuşursak -ki buna dair söylenenler, bazı önemli farklılıklar hariç Kürt milliyetçiliğine de uyarlanabilir- bu “ideoloji” bir yandan “Kürt sorunu”nun içerdiği kopma, ayrılma ve dolayısıyla nüfuz alanı kaybetme, daralma tehlikesi ile yüzleşmek zorundadır; öte yandan ise Avrupa Birliği’ne katılma süreci/ihtimalinin uygarlık, refah beklentileri ile “Batı” kavramının depreştirdiği fethedilme, erime, bozunum, tâbileşme endişeleri arasında gidip gelen iç sarkacını nerede durduracağını bilememenin ağır sıkıntısıyla maluldür. Bu durum milliyetçiliğin refleksif, güdüsel temelini, kaynağını uyardığı ölçüde bastırır ve o nedenle de düşünceye, bilgiye ve nirengi noktalarına ister istemez ihtiyaç duyurtur. Ama, kritik koşullarda, dönemeç eşiklerinde -ki Türkiye halihazır ekonomik krizin ağırlaştırıcı etkisiyle beraber bu noktadadır- milliyetçilik versiyonlarının tümündeki bu eklektizmin unsurları uzun süre birarada duramaz. Bir noktada kopar ve birbirlerini zıt yönde iterek milliyetçi camiaların parçalanmasına, bir kısmının milliyetçilik dışı mecralara yönelmesine, diğerlerinin ise pür milliyetçiliğin hiçbir insanilik barındırmaz güdüsel çekirdeği etrafında yoğunlaşmasına yol açar. 20. yüzyılın büyük kitlesel desteğe sahip Nazı ırkçı barbarlığının ve faşist hareketlerin, o ülkelerdeki yaygın milliyetçiliklerden bu tarz bir parçalanma ile kopan unsurların pür milliyetçi/ırkçılığın küçük çekirdeklerine yönelmesiyle oluştuğunu ve bu safhanın son derece hızla cereyan ettiğini hatırlatalım.

AKP’nin, İç-batı Ege’den Doğu Karadeniz’e kadar Anadolu illerinde, yeni edindiği merkez sağ toplumsal-politik iktidar konumunu genişletmek ve pekiştirmek perspektifi ile MHP’nin son yıllarda genişleyen alanını daraltmaya yönelik stratejisini yukarıda özetle ifade edilen mülahazalar ışığında ele almak zorundayız. Görüleceği üzre bu stratejinin ne sonuç vereceği kadar, bu sonucun nasıl alındığı konusu da herkesi doğrudan ilgilendirecek önemdedir. Ve yine belirtildiği üzre, söz konusu stratejinin kaderi, iç-merkez Anadolu’da AKP-MHP mücadelesinin seyri kadar AKP’nin Doğu-Güneydoğu illerinde DTP’nin şahsında “Kürt sorunu”yla, daha açıkçası Kürt milliyetçiliği ile mücadele/yüzleşme imtihanından nasıl geçtiği ile de belirlenecektir.

Başbakanın, iki ay önce, AKP lideri kimliğiyle de gittiği Doğu-Güneydoğu illerinde karşılaştığı DTP organizasyonlu tepkiler ve onun/partisinin bunlara karşı gösterdiği tavır, eğer bu mücadele/yüzleşme sürecinin nasıl cereyan edebileceği hakkında yeterli fikir verebiliyorsa ortada kaygı duymamız için birçok ve ağır nedenler var demektir. Tayyib Erdoğan’ın, Türkiye merkez sağ geleneğinin yerinden emin parti ve hükümet başkanlarının özellikle bu bölgede ve bölgenin özel sorunu ile ilgili konuşur ve davranırken bilhassa dikkat ettikleri “ılımlı,” “sizi anlıyor, hatta hak veriyorum ama ellerimin bağını, bağlıyanları gevşetmem için yardım ve sabrınızı istiyorum” tavrını bir yana iterek; “devlet”in ve MHP’nin bu konudaki mütehakkim, hak tanıyan değil ihsan eden tutumlarını içselleştirmiş bir kimlikle boy göstermesi hiç de hayra alamet değil. DTP’deki Kürt milliyetçi damarın zaten teşne olduğu simetrik tavra ve konuma daha rahatça geçmenin yeterli bahanesini veren bu üslûp, Başbakan ve AKP liderinin, aynı gezide verdiği DTP’ye karşı mücadeleyi hangi argüman ve araçlarla sürdüreceğine dair işaretlerle de birleştirilince bu izlenim daha da koyulaşıyor.

Çünkü, Erdoğan, o gezisinde, bölgede muhatap alıp konuştuğu kesimlerden de anlaşılacağı üzre, yeni Kürt burjuvazisinin ve burjuvalaşmış aristokrasisinin iktisadî çıkarlarına ve onlara kazandırılacak dinamizm aracılığı ile Kürt toplumunun orta-alt kesimlerinin refah beklentilerine odaklanmasına dayalı; bunun vaad değil somut bir imkân/ihtimal olduğu kanısını güçlendirecek bir kampanya stratejisi izlemeye kararlıdır. Önceki seçimlerde kendisinin ve partisinin muhafazakâr-İslamcı imajı ile Sünni dinî inanç ve önderliğin gücünü büyük ölçüde koruduğu yöre ve kesimlerden -kendiliğinden- sağladığı azımsanmayacak desteği -Kuzey Irak’taki Kürt otoritesinin de yardımıyla- koruyabileceğini varsayarak, bu stratejinin DTP etrafındaki heterojen toplumsal desteğin bir bölümünü kendine çekerek AKP’yi galip konumuna taşıyacağını hesap ediyor.

Bu hesabın tutmayacağı söylenemez. Kürt burjuvazisinin bir burjuva olarak maddi çıkarlarını gerçekleşme ihtimali yükseldiği ölçüde diğer her şeyi üzerinde gözeteceği; en dinamik unsurları da Türkiye ve bölgenin metropol kentlerinde toplanmış orta-alt katmanların epeyce bir bölümünün de kendi burjuvazilerinin peşinde tüketim ve refah artışı umudunun rüzgârına kapılabilecekleri hiç de olmayacak bir şey değildir.

Ama sırf bu hesaba dayanmak; “Kürt sorunu”nun -özellikle de bu tür sorunların postmodern koşulların etkisiyle de içeriklenmiş biçiminin- taşıdığı gayet güçlü ve patlayıcı sosyo-psikolojik moral faktörü yok saymak, onu tepkisel mecraya itelemek de demektir. “Kürt sorunu”nun halihazır yaşanmış ortamında, o faktörü işleyecek, o tepkiyi sahiplenip organize edecek unsurlar da mevcuttur. Ve buradan seferber edilebilecek yıkıcı gücün karşısına aldığı “yapılmış olan”ı ve yapıcı gücü, dumura uğratmak, işlevsiz kılmak için ondan daha büyük olması da şart değildir. Son iki yıl içinde Diyarbakır, Ağrı ve Van gibi bölge şehirlerinde patlak veren ve tüm ülke çapında yankılanan olaylar bunun kanıtıdır. Ve 2009 seçimlerinin bölge ve Kürt sorunu için kritik önemi belirginleştiği ölçüde ne tür ve çapta olaylarla karşılaşabileceğimizin işaretini verirler.

Hükümet ve AKP liderliği bu ihtimali elbette düşünmemiş değildir. Bu ihtimalin gerçekleşmesi halinde nasıl davranacaklarını da kestirmek mümkün. Bununla en azından kısa vadede istedikleri sonucu da alabilirler.

Ancak, DTP’ye karşı böylece sağlanmış bir AKP zaferi gerçekleşmiş olsa dahi; bunun bir diğer sonucu da DTP’de diğer ideolojilerle eklemlenmiş veya yanyana duran Kürt milliyetçiliğinin bütün o eklentilerden sıyrılıp, milliyetçiliklerin kör edici çekirdeğine yapışarak, bölgenin, Türkiye’nin ve Ortadoğu’nun mevcut gidişat içinde istikrarsızlığa mahkûm “kader”inin ona kesinlikle ve çok geçmeden sunacağı fırsat ve bahaneye hazır beklemesidir.

Bununla tetiklenecek veya bundan bağımsız -örneğin AB ile yaşanacak ciddi bir sorunun itkisiyle- Türk milliyetçiliğinde de aynı türden bir kanalın hızla genişleyebilme ihtimali bir arada düşünüldüğünde, önümüzdeki ayların değilse bile orta vadenin, bu toplum/ülke için gayet ciddi tehlikelere gebe olduğu sonucuna varmamız ürkütücü ama hiç de temelsiz değildir.

Özellikle dikkat edilmelidir ki; bu tespiti milliyetçiliğin komünist etiketi altında içselleştirilebildiği, İşçi Partisi adı altında yabancı düşmanlığı, Marksist düşünür sıfatıyla anti-semitizm yapılmasının yadırganmadığı, yani milliyetçiliğin türlü kılıklarda büyük toplum çoğunluğuna her yolla enjekte edildiği, kuşattığı bir ideolojik ortamı veri kabullenilmiş bir gerçeklik saydığımızda yapabiliyoruz.

Oysa bu kabullenilmesi asla gerekmeyen bir gerçekliktir; yok edilmesi ve yok sayılması -şimdilik- mümkün olmasa bile, olabildiğince geriletilmesi, kaale alınmaz derekeye düşürülmesi elzem olan bir “veri”dir. Sorunlarımızı çözmese dahi, onların çözümünden çok daha acil ve öncelikli olarak insanlığımızı koruyabilmek için, insan olma niteliğimizi sürdürebilmek için bunu boynumuzun borcu kararlılığı ile yapmak zorundayız.

İlk planda Kürt sorunu olmak üzere, bir farklılık ve ötekileştirme ihtimali taşıyan her konu/sorunda önümüze dikilen, ufkumuzu karartan, en ilkel ve sınır tanımaz güdüleri tetikleyen yaklaşım ve tutumuyla insanlığımızı insanî değer ve ölçütlerimizi çiğneten bir rotaya yöneltebilen milliyetçi ideolojiye, doğrudan, tam cepheden ve özellikle de empoze ettiği “dokunulmaz”larını hedef alarak bunların ne denli kof ve karanlık köklerden beslendiğini teşhir edecek bir kampanyayla apaçık karşı çıkılmalı, böylece bir düşünüş ufku açılmalı ve işlenmelidir. Hakim milliyetçilik(ler) karşısında savunmacı, onun yasak bölgelerine dokunmamaya, hışmına uğramamaya dikkat eden alışılagelmiş tutumun tam aksine insanları milliyetçiliklerini sorgulamaya, bundan utanmaya ve silkinmeye teşvik eden “titreyip kendi insan olma hasletlerinin bilincine dönmeye çağıran bir dille yapılmalıdır bu.

Bu dilin gürlük derecesi, cesaret ve ahlakilik derecesi ve elbette yayılma, benimsenme hızı ve genişliği önümüzdeki yıllar Türkiye’sinin kaderini belirleyecek en önemli ve istisnai faktördür.