AKP siyaseti, şu son yerel seçimlerde de açışa çıktışı üzere bir yışın ayrıntıyı gözeterek ihtiva etmek mecburiyetindedir ve fakat AKP’nin bu ayrıntıları tutarlı bir politik çizgiye eklemleyebileceşi ne siyasî bir aklı var ne de gerçeği söylemek gerekirse, gücü.
Bu yetersizlik, bir taraftan partinin üzerinde oturduşu sağ siyasal muhafazakârlığın geleneksel çıkmazlarından kaynaklanıyor, mesela eninde sonunda devlet gücünün sınırlandırılmasına dayanacak bir demokratizasyona yönelik örgütlü gönülsüzlük gibi, dişer taraftan bu partinin toplumsal kökenlerinin ideolojisi, İslâmcılık, Türkiye’de kurgulandışı biçimiyle, bütün popülist retorişine raşmen, aslında “halka güvenmemekten” kaynaklanan bir paranoyanın eşlişinde toplumla “birliktelişi” engelliyor. Özellikle ikinci boyut, AKP’nin 27 Nisan geriliminden sonra bile, Türkiye’deki egemen sınışarla bir “karşılaşmadan” çekinmesini de açıklamaktadır. Parti yönetiminin aşırlıkla, çoktan devlet siyasetçisi sıfatını hakeden isimlerden oluşturulması, zaman zaman bir siyasal sinizme, bir taraftan, dişer taraftan en kötüsünden bir oportünizme de yol açan, bu çekinik tutumun istendik bir sonucu olsa gerektir. Bir örnek vermek gerekirse bütün söylemiyle, icraatlarıyla insan hakları kavramının yanından geçmesi bile sakıncalı bir isimle AKP’nin yurttaşların hukukunu koruyacaşını düşünmek, bu isim için bile ironik kaçar. AKP’nin muhafazakâr demokrat bir parti kimlişini “benimsemesi”, bu partiyi demokrat kılmadışı gibi, muhafazakârlışının da şu bildik mahalle baskısına dönüşmesine engel olamıyor. AKP’nin, “cemaatle” giderek organikleşen beraberlişi, bu muhafazakâr tonun, gölge-fenomen olarak bile tahammülü zor bir anti-komünizme de yol açan ve sonuçta AKP’nin sosyolojik varlışıyla da çelişen bir durum üretmektedir. Bu cemaatle ilişkili olarak, başta günlük gazetesinde, sonra dişer yayın organlarında da dile getirilen, görünür kılınan tutumun esaslı bir çelişkisi var; en azından, bu cemaatle hareket eden liberaller açısından: Bir taraftan, siyasal liberalizmin bütün argümanlarına alabildişince yer açmak, dişer taraftan bu argümanları çişnemeyi bir erdem hâline getiren kişi kutsallışına ve asla eleştirilemeyen bir hiyerarşiye boyun eşmek. AKP için saşladışı katkı ne olursa olsun, cemaatin kendi öncüllerine daha sadık kaldışı ve kalacaşı açıktır. Bu öncüllerle daha demokrat bir toplum yaratılamaz. Başa dönersek, İslâmcılık, hangi versiyonunda olursa olsun, siyaseti ve iktidarı, toplumla paylaşmaya, toplumu ve iktidarı toplumun tamamlayıcı bir ögesi olarak kurmaya yönelmek yerine, en basit hâliyle, bir elitler topluluşuyla toplumu çekip çevirmeye inandışından, bu cemaat açılımı zaten beklendik bir şeydir. Fakat, toplumu giderek, kendisine mecbur bir gönüllüler ordusu, hizmete ve şefkate aç “engelli statüsünde” bir varlık olarak görme eşilimi, toplumsal ve siyasal taleplerin mahiyetini anlama konusunda daha köklü yanlışlara yol açmaktadır.
SİYASİ SINIRLAR
AKP siyasetinin yapısal ve ideolojik sınırlarını daha da billurlaştıran yerel seçimlerin politik sonuçlarına bu bakımdan biraz daha yakından bakmak gerekiyor. İlk husus, AKP’nin milliyetçilikle imtihanıdır. Kurulduşu günden bu yana milliyetçilik konusunda daha duyarlı bir hâle gelen partinin, MHP’nin İç Ege ve sahil şeridindeki yükselişini daha fazla milliyetçilik yaparak durdurması mümkün deşildir; bu hem AKP’yi MHP’ye karşı güçsüzleştirmekte hem de DTP’ye karşı sürdürdüşü “hizmet siyasetini” sorunlu hâle getirmektedir. Batıda ve sahil şeritlerinde CHP ve MHP’nin sahip çıktışı orta sınıf hayat tarzı savunusuyla, Doşu’da DTP’nin temsil ettişi kimlik siyaseti, iki farklı stratejiyle karşılanacak olgular deşildir ve zaten AKP’nin, böyle bir stratejiyi geliştirebilecek donanıma sahip olup olmadışı kuşkuludur. Burada “demokrasi” gibi eski bir kavram, işe yarayabilir. Daha fazla demokrasi, kurumsal ve deşersel olarak yürürlükte olduşunda, hem orta sınışarın yükselen Batı karşıtlışı ve hem de Türk ve Kürt milliyetçiliklerinin “eşitilmesinde” etkili ve geçerli olabilecek bir yolun denendişinden emin olabiliriz. Gelgelelim, AKP’nin saşcı kökleri, bu yolun kazandıracakları konusunda öteden beri var olan şüphecilişin sonuna kadar kullanılmasını saşlamaktadır. Burada da yine, demokrasiyi büyük oranda parlamenter sürecin, özellikle de saşın iktidarına izin veren popülist bir tercihi yansıtıyorsa, işlemesine yönelik olarak algılayan ve bildik “millî irade” kalıbına dökülmüş hâline tercih eden araçsalcı bir yaklaşım carî olmaktadır. Aynı şekilde “Doşu Sorunu”nu hususunda, AKP geleneksel devletçi politikaları ve askerî perspektifi sorunun çözümü için –bütünüyle geçerlilişi hakkında iknâ olmamışsa bile- sürekli olarak gündeminde tutmaktadır.
YOLSUZLUK İKTİSADI
AKP’ye yönelik eleştirilerin önemli bir kısmının, yolsuzluk başlamında dile getirildişini Birikim’in bir önceki sayısındaki yazıda belirtmiştik. “Yolsuzluşun”, sadece, ihale, rant, kayırma biçimlerinde gerçekleşmedişini, kamusal kaynakların kullanımında irrasyonel, ölçüsüz ve hesapsız davranmanın, malî hususlarda şeffaşık ve denetimin gözardı edilmesinin, kamu kurum ve kuruluşlarında, yerel yönetimlerde iktisadî sarkazmın tavana vurduşunu tekrar ifade etmek durumundayız. İstanbul ve Ankara başta olmak üzere, belediyelerin futbol takımlarına, Türkiye’de futbol ekonomisi açısından bile kabul edilemez ölçüde kaynak aktarması, buna karşılık, doşal gaz ve su fiyatlarının, sözgelimi, dar gelirlilerin taleplerinin hilâfına yüksek tutulması gibi bir “yüzsüzlüşü” bu çerçevede zikredebiliriz. Dişer taraftan, AKP seçkinlerinin, “bir lokma, bir hırka” tevazuundan, “bir lokma, bir hırka, bir de cip” düzeyine sıçramasıyla, tesettür defileleri, umre gösterileri, toplu yemek ve törenlerdeki Roma görkemine dayanan, ve hakikaten sadece Millî Görüş geleneşine başlıların moralist eleştirilerine bırakılmayacak bir dekadansın görünürlüşü, kendileri açısından belki daha önemli bir çözülmeyi belgelemektedir. Şu son global kriz tedbirlerinin uygulanmasında, siyasal iktidarın KDV oranlarının düşürülmesiyle, ideolojik nedenlerle “çelişir gibi yaptışı” burjuvazinin taleplerine karşılık vermesi, krizin muhtemel iktisadî sonuçlarını yine bu tür durumlarda her zaman olduşu gibi hazır vergi deposu alt sınışardan karşılamaya çalışması beyaz eşya popülizmiyle giderilemez elbette. Genel olarak, yerel yönetimlerin yapısal olarak hiçbir şey ifade etmeyen, çoşunlukla da şova yönelik bir biçimde düzenledişi yardım kampanyalarının bile, hayırsever “işadamlarının” vicdanlarını temizleme konusunda daha işlevsel olduşu söylenebilir.
ERGENEKON YURDUN ADI
Meselenin bir yanı oldukça açıktır: Türkiye’de seçilmiş iktidarı, meşru ve hukukî addedilemeyecek araçlarla deşiştirmek isteyenlerin yaptıklarının bir karşılışı olmalıdır. Tıpkı Susurluk olayında açışa çıktışı üzere, bunu siyasal rejimin baştan aşaşı yenilenmesi için bir fırsat saymak ve bu yapılmıyor diye bu illegal örgütlenmeyi görmezlikten gelmek, neredeyse eşdeşerli liberal yanılgı ve sol yanılgıların baskınlışı, meselenin çok hayatî bir mesele olduşu gerçeşini deşiştirmez. AKP’nin Ergenekon soruşturma ve davasını, siyasal muhalefeti bastırmak üzere kullanıp kullanmadışı ayrı bir tartışma konusu ama bu siyasal muhalefet, Ergenekon’la arasına mesafe koymak şöyle dursun, onunla özdeşleşiyorsa, burada artık üzeri örtülemez bir ayıp var demektir. Türkiye’nin askerî bir vesayet rejimiyle yönetilmesi tutkusunun savunulacak bir yanı yoktur. En açık hâliyle, Türkiye toplumunun büyük bir kısmını baskılamayı amaçlayan bir girişimden AKP karşıtlışı türetmek ancak zihinsel bir zaafiyetin ürünü olabilir. Bu karşıtlışın türetilebileceşi daha verimli alanlar fazlasıyla mevcuttur. Ergenekon o kadar gerçek bir örgütlenmedir, o kadar canlı bir oluşumdur ki hükümetin içerisinde bile varlışını sürdürmektedir. Ergenekon dolayısıyla oluşan bölünmeleri ve farklılaşmaları, reel politika açısından ne kadar anlamlı sayarsak sayalım, her durumda daha derin ve sosyolojik bölünmeleri vurgulama yükümlülüşü de üzerimizdedir.
DIŞ POLİTİKA
AKP, Kıbrıs, Ermenistan-Azerbaycan, AB ve Irak konusunda da köşeye sıkışmış durumdadır. Bir taraftan bu konularda geleneksel toplumsal ve siyasal duyarlılıkları okşamak, ancak dişer taraftan bunların operasyonel hiçbir anlamının kalmadışının da bilinciyle, “karar almaktan” kaçınmak, neredeyse AKP’nın dış politika konularında esas tutumu hâline gelmiştir. Türkiye’nin elini kolunu başlayan Karabaş ve Kıbrıs meselesinde, oturup, “ne yapıyorum” demesinin zamanı çoktan gelip geçmektedir. Azerbaycan, Türkiye’nin Kafkasya siyasetini ipotek altına almaktan kaçınmamakta, buna karşılık atması gereken adımların hiçbirini atmamaktadır. Bu ülkenin mevcut siyasal rejimi, onaylanacak herhangi bir şeyi barındırmaktan uzaktır. Siyasal muhalefet neredeyse etkisizleştirilmiştir. Toplumun büyük bir kısmı siyasal yozlaşma nedeniyle oldukça güç şartlarda yaşamaktadır. Karabaş muhacirleri, bir haklılık göstergesi olarak sefil bir hayata mahkum edilmektedirler. Kıbrıs’ta, bütün ada onüçüncü maaşa başlansa bile, Türkiye’yi “memnun edecek” bir performans sergilenmiyor. Tepeden milletvekili transferleriyle saşlanan kısa süreli başarılar, işte sonuçta, hem Avrupa Birlişi perspektifi hem de muhtemel iç siyaset sorunları açısından daha kalıcı bir başarısızla sonuçlanmak üzeredir. AB konusunda kör topal ilerleyen görüşmelerin, Türkiye’nin siyasal, adlî ve eşitim sistemlerinde görünür herhangi bir iyileşmeye yol açmaması, bu konuda hiç de yalnız sayılmayacaşı bir biçimde, AKP’nin “AB kazanımlarının” kurumsallaşmasını engellemesi nedeniyledir. AKP’nin kısa vadede attışı radikal adımların, hatta Davos düşünülürse ânlık kararların uzun vadede dengelendişi, başlangıçlardaki pozitişişin giderek tıkandışı söylenebilir. En önemlisi de, Filistin meselesinde sergilendişi üzere, başkalarına muhatab almayı teklif ettişi kesimlerin simetrisinin, kendi ülkesinde elini sıkmaktan bile kaçınmaları bu tıkanıklışın bir neticesidir.
GELECEĞİ KARARTMAK
Sonuçta, meseleye iki açıdan bakabiliriz; burada öncelikle, ne yapacaşını bilmemekten, yaptıklarını da hem istedişi gibi yapamamaktan hem de genellikle dışsal baskılarla yapmaktan kaynaklanan bir çıkmazı var AKP’nin. Ancak, bu partinin Türkiye’de sosyolojik olarak geçici olduşuna hükmetsek bile, öyle geniş bir tabanda oturuyor ki, bu çıkmaz giderek topluma devrediliyor. AKP’nin çıkmazı, böylece AKP çıkmazı hâline evriliyor. AKP’nin toplumsal ve siyasal konularda başı sıkıştığında devlet siyaseti reşekslerine soyunması ise, şimdiye kadar atılan adımların sıfırlanmasını saşlıyor. Toplumsal enerjinin bu kadar hoyratça kullanılması, araçsallaştırılması ise iyimser olmayı zorlaştırıyor. Son olarak bir kere vurgulamak gerekir; AKP’nin bütüncül bir çözülmeye tâbi kalması durumunda, daha reaksiyoner, daha saşcı ve milliyetçi bir bloşun hâkimiyeti kaçınılmaz gibi duruyor. AKP kendisini tüketme konusunda istedişi kadar lükse kaçabilir, kaçıyor da, ama toplumun yukarıdaki eşilimlere mesafeli kalmaya gayret eden kesimlerine neredeyse hiç manevra alanı bırakmadan hareket etmek, her türlü suçlamayı haketse de, şimdilik en anlamlısı, “adaletsiz” sıfatıyla dile getirilen yoksaymayı ısrarla sürdürmek, geleceşi karartmaktan başka bir işe yaramaz.