Bireysel Haklar, Kollektif Haklar ve Dil Kaybı

“TRT[1]şeş bi xêr be”. İlk Kürtçe resmî kanalın yayın hayatına başlaması ve Başbakan’ın bu yeni gelişimi Kürtçe olarak hayırlı olsun diye karşılaması, hiç kuşkusuz Türkiye açısından büyük bir değişimi ifade ediyor. Cumhuriyet’in Kürtçe ile kurmuş olduğu ilişkiyi, daha doğrusu Kürtçenin zorlu Cumhuriyet serüvenini hatırlamak, bu değişimin önemini görmek için yeterli olacaktır. Cumhuriyet’in kuruluşundan hemen sonra 25 Eylül 1925 tarihinde hazırlanan Şark Islahat Raporu’nda, Kürtlerin Türkleştirilmesi amacıyla sokakta Kürtçe konuşma yasağından, “mükemmel kız mekteplerinin tesisine ve kızların mekteplere rağbetlerinin” hızla teminine kadar detaylı önlemler sıralanmaktadır. Kürtçe konuşma yasağını sokağa taşıyan 13. maddede şöyle belirtilmektedir:

“Aslen Türk olup Kürtlüğe mağlup olmaya başlayan berveçh-i ati Malatya, Elaziz, Diyarıbekir, Bitlis, Van, Muş, Urfa, Ergani, Hozat, Erciş, Adilcevaz, Ahlat, Palu, Çarsancak, Çemişkezek, Ovacık, Hısnımansur, Behisni, Arga, Hekimhan, Birecik, Çermik vilayet ve kaza merkezlerinde hükümet ve belediye dairelerinde ve sair mücssesat ve teşkilatta, mekteplerde, çarşı ve pazarlarda Türkçeden maada lisan kullananlar evamir-i hükümete ve belediyeye muhalif ve mukavemet cürmile tecziye edilirler.”[2]

Dönemin milletvekili (TİP) Tarık Ziya Ekinci şöyle anlatmaktadır:[3]

Kürtçe konuşmak yasaklandı. Bizim oturduğumuz Karahasan Mahallesi’ne yakın “Göm”ler vardı… Bu gömlerden köylüler ufak tefek şeyler getirir satarlardı… Bir kelime Kürtçe konuştuğunda, tam 5 kuruş ceza kesilirdi. Zaten bir yük odun da 5 kuruştu… Ben de derdimizi anlatacak kadar Türkçeyi okuldan öğrenmiştim. Bunlar eşyalarını satmaya geldikleri zaman, babam hemen beni çağırır, “Oğlum git bunlarla, onlara ‘Türkçe yardım et!” derdi. Ben de bunlarla gider, pazarlığı ben yapardım. Onlar sadece izleyici olarak kalır, böylece cezadan kurtulurlardı. Her sabah mutlaka kapımız çalınır, beni satışa çağırırlardı. Yaşadığım olay bu!

Kürtçenin karşı karşıya kaldığı bu tarifi zor durum ne yazık ki uzun yıllar boyunca devam etmiş, Kürtlerin “dağlı Türkler” oldukları ve dillerinin de “Farsça, Arapça, Türkçe karışımı bir lehçeler topluluğu”[4] olduğu hem onlara hem de tüm Türkiye’ye yıllarca anlatılmaya çalışılmıştır. Nitekim bu anlatma çabaları Kürtlerde oldukça zengin bir hafıza oluşturmuştur. Kürtçe ıslık çaldığı gerekçesiyle dahi karakola düşen Musa Anter’in[5] Kürtçenin kullanımına dair kişisel hikâyeleri bu ilişkinin trajikomik örnekleriyle doludur. 12 Mart darbesi sonrası komünizm ve Kürtçülük suçlamasıyla mahkemelik olan Musa Anter, savcının “Kürt ve Kürt dili yoktur. Kürtçe 20 kelimeden oluşmuştur. Diğer kelimeler başka dillerdendir” demesi üzerine, kalkıp “Tavuklar bile kendi aralarında gıt gıt diye 20 kelimeyle konuşur. Bunu söyleyebilmek çok gülünçtür”[6] diyerek Kürtçenin karşı karşıya kaldığı trajikomik durumu tarih sayfalarına not etmiştir.

Belki birçok kimse hatırlamayacaktır ama daha çok yakın dönemde, 2001 Kasım ile 2002 Nisan arasında üniversite öğrencilerinin üniversiteleri bünyesinde Kürtçenin seçmeli dersler kapsamında okutulması için verdikleri dilekçelerden sonra başlarına gelenleri hatırla(t)mak, Kürtçenin bugünkü durumunu anlamamıza yardımcı olacaktır. 30’dan fazla ilde, 45 üniversitede 15 bine yakın öğrencinin dilekçe verdiği bu sivil itaatsizlik eylemi, büyük bir şiddet dalgasıyla karşı karşıya kalmıştır. Sonuç; 871 gözaltı, kayıtlara geçen 43 işkence vakası, örgüt üyeliği ve örgüte yardım ve yataklık etme gerekçesiyle 91 tutuklama, bir hafta ile bir yıl arasında 980 uzaklaştırma cezası ve 104 tasdikname.[7]

Bu bağlamda, TRT6 ile somutlaşan yeni çok kültürlülük politikalarını nasıl okumak gerekir? Kürtçenin trajik serüveni son mu buluyor? Yıllardır asimilasyon politikalarıyla kaybedilmeye çalışılan Kürtçenin yaşatılmasını güvenceye alan yeni bir sayfa mı açılıyor? Yoksa bu süreç, 1990’lı yıllarda garnizondan Kürtçe yayın yapan “Dicle Radyosu” konseptinin güncellenmiş hali mi?[8] Kürt siyasi çevreleri tarafından iddia edildiği gibi TRT6 bir “Korucu TV” mi?[9] Bu yazının ana meramı, 2002 yılında Kürtçe kursların özel okullar bünyesinde öğretilmesine olanak tanıyan yasal düzenleme ile başlayan ve TRT6’nın açılması ile devam eden bu yeni devlet projesini –daha açık bir ifade ile “bireysel kültürel haklar” politikasını– kollektif haklar ve dil kaybı tartışmaları ekseninde analiz etmektir. Yazının ana savı şudur: Kürtçe eğitim ve kamu hizmetleri gibi kollektif hakları kesin olarak dışlayan bu yeni bireysel kültürel haklar politikası ile Türkiye’nin Kürt bölgesinde yıllardır süregelen “güvenlik idaresi”, görünür kıldığı yeni bir “kültür idaresi” çehresiyle varlığını devam ettirmeye çalışmaktadır.[10] Bu politika ile bir yandan Kürt siyasetinin hem Türkiye’de hem de Irak’ta göstermiş olduğu yükselişten dolayı biriken gerilimi azaltmak, tansiyonu düşürmek, öte yandan süregelen asimilasyon politikalarını yavaşlatmakla birlikte devam ettirmek, başka bir deyişle Kürt meselesini sürdürülebilir bir düzeye indirgemek hedeflenmektedir.

BİREYSEL HAKLAR SÖYLEMİ VE KÜRTÇE AÇILIMLARI

Hükümet tarafından başlatılan ve devlet projesi olarak lanse edilen Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi sürecinde ortaya çıkan tablo, Kürt kimliğini yok sayan, tüm kamusal alanları bu kimliğe kapatan geleneksel siyasetin başarısız olduğunu göstermektedir. AKP hükümetinin yanı sıra Ordu, MHP ve CHP de bireysel kalmak şartıyla, kültürel hakların tanınması konusunda direnç göstermeyeceklerini ifade etmektedirler. Hatta açılım süresinde Kürt meselesinin kimlik boyutuna ilişkin, bireysel kültürel hakların tanınması konusunda hükümet ve devlet cephesinde ana bir uzlaşının olduğu görülmektedir.[11] Öte yandan Kürt siyaseti, bu bireysel haklar söylemine karşın son dönemlerde neredeyse tek bir ses halinde kollektif haklara vurgu yapmaktadır. Bu konuda ciddi bir[12]söylemsel hegemonya savaşının olduğu da iddia edilebilir. Bir yandan kollektif haklar talebini “imkânsız siyaset”, “siyasi ütopyalar”[13], “çözüm istememe”, “gerçekçi olmayan talepler”[14] gibi söylemlerle tartışma dışı bırakma çabaları devam ederken, öte yandan Kürt siyasetinde tartışılmaz bir ağırlığa sahip olan Öcalan, “Kollektif haklar tanınmazsa savaş 50 yıl sürer”[15] diyerek bireysel haklar eksenli tartışmalara karşı tutumunu kesin bir şekilde ortaya koymuştur.

Kuşkusuz Bask, Katalan, İrlanda, Korsika, Québec gibi kollektif haklara dayalı çözüm modelleri ortada dururken; öte yandan hemen yanı başımızda, Irak’ta Kürtler federe bir devlet yapısına kavuşmuşken; Kürtçe, Kürdistan Bölgesi’nin birinci, tüm Irak’ın ikinci resmî dili olarak anayasal çerçevede kabul edilmişken; kollektif haklar talebini “siyasetsizlik” ya da “işi yokuşa sürme” olarak tanımlamak mevcut durumun reel bir analizinden ziyade, bireysel kültürel haklar siyasetinin söylem hegemonyasını kurma çabası olarak görülüyor. Öte yandan, kabul etmek gerekiyor ki bireysel ve kollektif haklar meselesini etraflıca tartışmaksızın Kürt meselesinde barışçıl demokratik çözümler konusunda ilerleme kat etmek pek mümkün değil.

Türkiye’de Kürt sorunu bağlamında bireysel haklarla kollektif haklar arasındaki farkı imleyen iki sınırdan söz edilebilir: Kürtçe eğitim ve kamu hizmetlerinin Kürtçe verilmesi. Ancak bu iki sınıra hükümet ve devletin göstermiş olduğu sert tepkiler ve Kürt siyasetinin bu konudaki ısrarı, bu konudaki savımızı doğrulamaktadır. Açıktır ki hükümet ve devlet cephesi Kürtçe eğitim meselesini bölünme ile eş tutmaktadır. Başbakan Diyarbakır’da STK’ların temsilcileriyle yaptığı toplantıda, o dönem Baro Başkanı olan Sezgin Tanrıkulu’nun anadilde eğitim ve üniversitelerde Kürdoloji bölümlerinin açılması önerisine cevaben, “Sadece Kürt kökenli vatandaşlar yok. Çerkez, Lazlar var. Başkaları isteyince ne olacak? Bizde güzel bir laf var, atış serbest, bekâra karı boşamak kolay” demiştir.[16] Yine açılım sürecinin daha ilk aylarında kapatılan DTP’nin başkanı Ahmet Türk’ün Meclis’te Kürtçe konuşması üzerine, Türk’ün çatışma yaratmak istediğini öne süren Başbakan şöyle demiştir:

“Önce bir coşkuyla [kurs] açtılar, sonra dediler ki ‘devlet açsın’. Devletin böyle bir görevi yok. Açın kursunuzu, verin dersinizi. ‘Eğitim dili Kürtçe olsun’. Hayır arkadaş, böyle bir şey de yok. Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir şey yok.”[17]

Aynı şekilde, açılım sürecinin daha ilk aylarında Kürtçe eğitim diye bir sorun olmadığını iddia eden Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, anadil anneden babadan öğrenilir diyerek Ordunun, Kürtçenin devlet okullarında okutulmasına karşı olduğunu açıkça ifade etmiştir.[18]

Kamu hizmetlerinin Kürtçe verilmesi konusunda, devlet ve hükümet cephesinin çok daha sert bir tavır içinde olduğu görülmektedir. Kuşkusuz bunun en iyi göstergesi Sur Belediyesi davasıdır: Bu dava, Sur Belediyesi Meclisi’nin, belediye hizmetlerinin Türkçenin yanı sıra Kürtçe ve Ermenice de verilmesine olanak tanıyan çok dilli belediyecilik kararı gerekçesiyle, İçişleri Bakanlığı’nın talebi üzerine, Danıştay 8. Dairesi Belediye Başkanı Abullah Demirbaş’ın görevden alınmasına, Belediye Meclisi’nin feshine ve Sur Belediye Başkanı ve kararı onaylayan Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Başkanı Osman Baydemir’in de aralarında bulunduğu 21 kişinin üçer yıl hapis talebiyle yargılanmasına karar vermiştir.[19] Dava hâlâ devam etmektedir. Görevden alınan belediye başkanı yerel seçimlerde yeniden seçilse de, bu dava, Kürtçenin kamusal alanda kullanımına dair devletin tepkisini ve sınırlarını çok iyi ifade etmektedir.

Dil kaybı ve tehlike altında olan dillerin korunması ve yaşatılması konusundaki literatüre kısa da olsa bakmak, Kürtçe eğitim ve kamu hizmetlerinin Kürtçe sunumu konusunda devlet ve hükümet cephesinin bu katı tavrını ve Kürt siyasetinin kollektif haklar konusundaki ısrarını daha iyi anlamamızı sağlayacaktır.

DİL KAYBINI ANLAMAK

Dil kaybı ya da bir dilin kaybolma tehlikesi ile karşı karşıya kalması, dilbilim çalışmalarında birkaç yönden tanımlanmaktadır. UNESCO tarafından 2003 yılında organize edilen ve alanında uzman kişilerin yaptığı çalıştay sonrasında hazırlanan “Dilsel Canlılık ve Kaybolma Tehlikesi” adlı dokümanda, sadece tüm kuşaklar tarafından kullanılan, başka bir dil tarafından tehdit edilmeyen ve kuşaklar arası aktarımın kesintisiz olduğu dillerin güvende olduğu belirtilmektedir. Özellikle anadil olarak ev ortamında çocuklara öğretil(e)meyen dillerin kesin olarak tehlike altında (definitively endangered) olduğu ifade edilmektedir.[20] Bu bağlamda dilin kullanımı ve yeni nesillere aktarımı ile dilin gelişimi ve varlığını sürdürmesi arasında doğrudan bir ilişkinin olduğunu ifade etmek gerekir.[21]

Dil kaybını anlamak, dilin kullanımını sınırlandıran dinamiklere, başka bir ifade ile dilin içinde bulunduğu toplumsal koşullara bakmayı gerektiriyor. Çünkü açıktır ki, dil sadece teknik bir iletişim aracı değildir. Her şeyden önce her dil bir kültürün taşıyıcısıdır ve toplumun kuşaktan kuşağa aktarılan kültürel kimliğinin ana öğelerinden biridir. Öte yandan dil, topluluk üyelerine kültürel mirasa doğrudan ulaşma olanakları sağlayarak, topluluk kimliğinin devamının en önemli güvencelerinden birini oluşturur. Bu nedenle bir dilin kaybolması aynı zamanda o dilin taşıyıcısı olduğu kültürün ve kültürel kimliğin de kaybolması anlamına gelir. Nitekim dil kaybı ve tehlike altında olan dillerin yaşatılması konusundaki politikaların etnik çatışmaların başlamasında ve sonlandırılmasında önemli bir yer tuttuğu görülmektedir.[22]

Dil kaybı ve tehlike altındaki dillerin canlandırılmasına ilişkin literatüre bakıldığında, bir dilin durum analizi için sanılanın aksine birçok değişkenin irdelenmesi gerektiği görülmektedir. Bu değişkenleri şöyle sıralayabiliriz: İki dilliliğin düzeyi ve iki dilin toplum içindeki konumları; dilin kullanım düzeyi ve yeni kuşaklara aktarılma durumu, eğitim ve öğretim olanakları; dilin hukuksal statüsü; dilin idari-politik bir güç tarafından desteklenmesi, kamu hizmetlerinin sunumunda kullanılma düzeyi; medya, yazılı miras-gelenek; dili kullanan grubun bir bölgedeki demografik yoğunluk düzeyi; pazarda dilin kullanım düzeyi; sınırların durumu ya da aynı dili kullanan gruplarla sınırdaş olma; topluluğun dile bağlılığı, dil sevdası; kültürel sömürgecilik ve baskın grubun tehlike altındaki dile bakış açısı.[23] Kuşkusuz bu değişkenlerin tamamını tartışmak bu yazının sınırlarını aşmaktadır.[24] Bununla birlikte, hem yukarıda sayılan değişkenleri toplu halde düşünmeye izin vermesi hem de anadilde eğitim, kamu hizmetlerinde dilin kullanımı ve dil grubunun idari-politik statüsü tartışmalarına katkı sunması açısından iki temel teorik yaklaşımdan kısa da olsa bahsetmekte fayda var.

Ölüm ve kaybolma tehlikesiyle karşı karşıya olan dillerin yeniden canlandırılması konusunda Fishman tarafından geliştirilen “Dil Kaymasını Tersine Çevirme” (Reversing Language Shift) yaklaşımı dikkat çekmektedir. Fishman’a göre, iki dilli toplumlarda dil kaybını engellemek için yapılması gereken en önemli iş, her iki dilin fonksiyonlarının açık bir şekilde tanımlanmasıdır. Bu bağlamda Fishman, dilin fonksiyonlarını iki gruba ayırmaktadır: pazar, yüksek öğrenim, ulusal-yaygın medya, hükümet vb. birinci grup fonksiyonlar ve aile, arkadaş ilişkileri, komşuluk ilişkileri, sosyal çevre, toplum tarafından organize edilen okul öncesi eğitim kurumları vb. ikinci grup fonksiyonlar. Tehlike altındaki bir dilin korunması ve güçlendirilmesi için, Fishman, ilk olarak birinci fonksiyonların iki dil arasında paylaşılması gerektiğini ve bunu takiben, ikinci fonksiyonun tehlike altındaki dil için temin edilmesi gerektiğini ifade etmektedir.[25] Öte yandan, iki dilliliğin süreç içerisinde baskı altındaki dilin kaybıyla sonuçlanacağını iddia eden Katalan dilbilimciler, iki dil arasında kurulacak simetrik bir ilişkinin dahi dil kaybını engelleyemeyeceğini iddia etmekte ve baskı altındaki dili öncelikleyen asimetrik iki dillilik politikalarını önermektedirler.[26]

Bu konuda bahsedeceğimiz ikinci yaklaşım, Giles, Bourhis ve Taylor tarafından geliştirilen etno-linguistik canlılık (etno-linguistic vitality) yaklaşımıdır. Bu yaklaşım özetle, çok dilli toplumlarda, bir dilin varlığını sürdürmesinin, o dili konuşan grubun farklılığını ortaya koyacak şekilde kollektif olarak mobilize olma gücü olarak tanımladığı dilsel canlılığa bağlı olduğunu iddia etmektedir. Dilsel canlılığı demografik faktör (dil grubunun nüfusu, doğum ve ölüm oranları, karışık evliliklerin oranı, göç ve dil grubunun coğrafik dağılımı ve coğrafik yoğunluğunu), kurumsal kontrol faktörü (yerel ve merkezi düzeyde sağlanan kamu hizmetleri, eğitim, askerlik, ulusal-yaygın medya, siyaset, endüstri, ticaret, finans, kültür, spor ve din) ve statü faktörü (sosyo-tarihi, ekonomik, toplumsal ve yerel ve uluslararası dilsel statüsü) etkiler. Bu teoriye göre etno-linguistik canlılığı zayıf olan topluluklar kültürel asimilasyon politikalarına maruz kalmakta, kuşaktan kuşağa kendine özgü özelliklerini kaybederek farklı bir grup olarak varlıklarını sürdürememektedirler.[27]

Sırf bu iki yaklaşıma bakarak bile açık olan bir duruma vurgu yapmak mümkün ve gereklidir: Dil meselesinin insanların kişisel tercihleriyle, anne-babaların ev içinde çocuklarıyla hangi dili konuştukları ile sınırlı bir mesele değildir. Aksine, mevcut sosyokültürel, sosyopolitik ve sosyoekonomik koşullardan bağımsız ele alınamayacak, bu dinamiklerle birlikte analiz edilmesi gereken bir husustur.[28] Dil meselesi tartışmalarında dikkat çeken ikinci önemli husus, bize devlet alanını hatırlatan dil-iktidar ilişkisidir. Dilin devletle kurmuş olduğu ilişki, ya da devletin bir dille kurmuş olduğu ilişki o dilin kaybolması ya da canlandırılması konusunda belirleyici bir işlev görmektedir. Öte yandan dil-iktidar ilişkisi devlet sınırlarını aşan bir alana işaret etmektedir. Dilin toplumsal alandaki işlevselliği, bireysel ya da kollektif olarak yeni olanaklar yaratması, yeni güç ya da iktidar ilişkileri sağlaması dilin geleceğini belirleyen bir diğer önemli faktördür.

Bu bağlamda dil meselesini, toplumsal bağlarından koparan, dil-devlet-iktidar ilişkisini görmezden gelen ve meseleyi kişisel bir tercihe indirgeyen bireysel kültürel haklar politikasının, dil kaybını hedefleyen bir siyaseti perdelemekten öteye bir anlam ifade etmediği açıktır. Konuyu Kürt meselesi bağlamındaki boyutlarıyla ele almak, bu siyaseti anlamamızı kolaylaştıracaktır.

KOLLEKTİF HAKLAR VE KÜRTÇEYİ DİRİLTMEK

Açıkça ifade etmek gerekir ki, Kürtçe meselesi bağlamında yıllardır süregelen asimilasyon politikaları önemli oranda başarı elde etmiştir. İstanbul Kürt Enstitüsü Başkanı Sami Tan’ın deyişiyle Kürtçe, Türkiye’de artık anadil olmaktan çıkmış, nene-dili olmuştur.[29] Kürtler adına siyaset yapanların büyük çoğunluğunun, Kürtçeyi günlük hayatta kullanacak kadar bilememesi, asimilasyon politikalarının hangi sınırlara ulaştığının iyi bir göstergesidir. Bu sınırları sayısal verilerle ifade etmememize olanak tanıyacak kapsamlı çalışmalar ne yazık ki yeterince bulunmamaktadır. Araştırma yöntemi, örneklem seçimi gibi hususlar konusunda güvenilirliği tartışmalı olmakla birlikte, 2005 yılında Dicle Üniversitesi tarafından Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ndeki 9 ilde yapılan araştırma, günlük konuşma dilinde dahi Kürtçenin kullanılma oranının % 32.8 ile sınırlı olduğunu göstermiştir.[30] Öte yandan, Kürt bölgesinde gündelik hayatın basit bir gözlemi dahi, hemen hemen her ailede Kürtçenin kullanılma oranının yaşlılardan çocuklara doğru sıfıra yöneldiğini görmeye yeterli olacaktır. Şöyle ki, 40–50 yaş üstü kişilerde günlük konuşma dili Kürtçe iken bu kişiler büyük oranda Türkçe de bilmektedir. Genç kuşaklar büyük oranda Türkçe kullanırken, önemli bir kısmı Kürtçe anlamakta, iyi-kötü konuşabilmektedir. Öte yandan, kırsal bölgeler dışarıda bırakılırsa çocukların neredeyse tamamı Türkçe konuşmakta, çok ama çok azı Kürtçe bilmektedir. Kürtçe okuma-yazma konusuna değinmeye dahi gerek olmadığı, durumun çok daha vahim olduğu açıktır.

Daha önce sözünü ettiğim bireysel haklar ile kollektif haklar arasındaki farkı işaretleyen birinci sınır olan Kürtçe eğitim talebi, kollektif haklar kapsamında en çok dile getirilen taleptir. Bu konuda bireysel kültürel haklar politikası somut anlamda Kürtçenin özel kurslarda, belki bir adım ilerisi olarak da devlet okullarında seçmeli ders olarak okutulmasını önermektedir. Eğer amaç Kürt çocuklarının Kürtçe öğrenmesini engellemek değilse, milyonları bulan Kürt çocuklarının Kürtçe öğrenme ihtiyacının özel kurslarla karşılanamayacağı açıktır. Ama hem Kürtçe kursların açılımına olanak tanıyan yönetmelikte çocukların kurslara gidişini zorlaştırıcı hükümlerin bulunması[31] hem de görsel medyada Kürtçenin kullanımına olanak tanıyan ilk yönetmelikte Kürtçe çizgi filmlerin ve Kürtçe öğretmeyi amaçlayan programların yasaklanması[32] bu konudaki niyeti yeterince ortaya koymaktadır. Öte yandan, Kürtçenin seçmeli ders olarak devlet okullarında okutulması da Kürtçeyi kurtarmaya yetmeyecektir. Bu konuda İrlanda deneyimi öğretici bir örnektir. Kamu kurumlarında çalışanların Galce bilmelerini zorunlu kılan düzenlemelere, ilk ve ortaokul düzeyinde Galce’nin ders olarak okutulmasına, Galce’nin standartlaştırılması amacıyla devlet destekli projeler yürütülmesine, devletin radyo ve televizyon yayınları sağlamasına ve Galce’nin toplum içindeki statüsünün yükselmesine dönük teşvik edici çalışmalar yapmasına rağmen, bu politikalar Galce’yi aktif kullanan bir neslin yetişmesine yetmemiştir.[33] Durum bu kadar açık iken, devlet okullarında Kürtçe seçmeli derslerin dahi pazarlık konusu edilmesi, bir yandan asimilasyon amacından vazgeçilmediğini ortaya koyarken, öte yandan Kürt meselesinin çözümünden ne kadar uzakta olduğumuzu göstermektedir.

Kollektif haklar ile bireysel haklar arasındaki farkı imleyen ikinci ana sınır, Kürt siyaseti tarafından dillendirilen kamu hizmetlerinin Türkçenin yanı sıra Kürtçe de sunulmasına olanak tanınması talebidir. Bu konuda Sur Belediyesi davasında görüldüğü gibi devletin ve hükümetin tavrı açıktır. Öte yandan, tehlike altındaki dillerin yaşatılması için kamu hizmetlerinin o dille verilmesi, yapılması gereken öncelikli adımlar arasında sayılmaktadır. Hem Fishman’in pazar, yüksek öğrenim, ulusal-yaygın medya ve hükümeti dilin işlev göreceği esas fonksiyonlar olarak sıraladığı yaklaşımda, hem de Bournish’in demografik, kurumsal kontrol ve statü faktörleri olarak sıraladığı etno-lingusitik canlılık yaklaşımında, tehlike altındaki dillerin yaşatılması ve canlandırılması konusunda kamu hizmetlerinin o dille verilmesi büyük bir önem kazanmaktadır. Çünkü esas olarak, bir dilin mal ve hizmet alımında kullanım düzeyi o dilin işlevselliğinin en önemli göstergesidir. Bu işlevsellik arttıkça, dilin canlanması da aynı ölçüde gelişmektedir. Ve açıktır ki, işlevsellik artıkça dilin öğrenimi ve kullanımımı artmakta, öğrenimi ve kullanımı artan dilin işlevselliği de aynı ölçüde gelişmektedir.[34] Bu bağlamda Kürtçenin işlevselliğini artıracak olanaklar yaratmaksızın, tek başına dilin öğretilmesine ağırlık verecek bir politika sonuçsuz kalacak, en iyi durumda asimilasyonu bir iki nesil öteleyecektir.

Son olarak, idari-politik statü, Kürt meselesinde öne çıkan başlıklardan biri olarak görülmektedir. Her ne kadar Kürt siyaseti ortaya attığı “demokratik özerklik” projesinde, dil talepleri merkezî bir yer tutmasa da Katalan, Bask, Québec gibi örneklerde görüldüğü gibi, bu mesele, idari-politik statü tartışmalarının bir alt başlığı olarak ele alınmaktadır. Hem iki dilin fonksiyonlarının ayrıştırılması hem de kurumsal statü faktörünün tehlike altında olan dilin canlanmasına olanak tanıması, idari-politik düzenlemeyi gündeme getirmektedir.[35] Kürtçeyi canlandıracak, kamusal alanda aktif kullanılan bir dil haline gelmesini sağlayacak bir düzenleme, idari-politik statü boyutunu da içermek durumundadır; çünkü iki dil grubunun toplumsal statüsü, sahip olduğu koşullar bu iki dil arasındaki ilişkiyi belirlemektedir.[36]

Bu bağlamda Bask deneyimi, özyönetim olanaklarına sahip olunup olunmamasının dilin statüsünü etkilediğini göstermektedir. İspanya’nın Bask bölgesinde, idari-politik statünün olduğu BAC ve NAC alt bölgelerinde, Bask diliyle konuşanların sayısı zaman içinde artarken, Fransa sınırlarında kalan ve idari-politik statüden yoksun Iparralde adlı üçüncü alt bölgede bu durumun tersi gözlemlenmiştir.[37] Katalan dilinin İspanya’daki gelişim seyri de idari-politik statünün önemini vurgulamaktadır. Franco’nun ölümünden sonra hazırlanan 1978 anayasasında bir yandan Katalan bölgesine otonomi verilirken, öte yandan bu otonom bölgeye İspanyolcanın yanı sıra bölge dilini ikinci resmî dil olarak belirleme hakkı tanınmıştır.

Sonuç olarak, kart-kurt, dağlı Türkler söylemlerinin çok değil daha 20 yıl öncesine kadar kamusal alanda tartışıldığı, bu konuda üniversite hocalarına kitaplar yazdırıldığı hatırlandığında, 2002 Ağustos ayında Kürtçenin özel okullarda öğrenilmesine olanak tanıyan yasanın kabulü ile başlayan ve TRT6 ile devam eden atılmış adımların çok önemli olduğu açıktır. Kuşkusuz burada can alıcı nokta, devletin ve hükümetin Kürtçe için öngördüğü gelecektir. Yeni reform sürecinin, asimilasyonun bir insanlık suçu olduğunu gören ve Kürtçeye yaşam alanı açan yeni bir siyasetin sonucu olduğunu iddia etmek en azından şimdilik oldukça zor görünmektedir. Bireysel kültürel hakların sınırları görülmeden ve kollektif haklara kapı aralanmadan, böylesi bir siyasetin varlığından bahsetmek en iyi ihtimalle dünya deneyimlerinden bihaber olmak anlamına gelmektedir. Öte yandan, çıkan yasaların Kürtçeyi çocuklardan özellikle uzak tutmaya özen göstermesi, devletin ve hükümetin bu deyimleri iyi bildiğine işaret etmektedir.

İdari-politik statü ile desteklenmiş, Kürtçe eğitimi ve kamu hizmetlerinin Türkçenin yanı sıra Kürtçe de sunumunu içeren bir yaklaşım, iddia edildiği gibi “imkânsız siyaset” değil, aksine Kürtçeyi kaybolma yolundan çevirip, canlandıracak yeni bir politikanın asgari adımları olarak görülmektedir. Ancak, görüldüğü kadarıyla, devlet ve hükümet dilin işlevselliğini arttıracak hiçbir adım atmazken, dil öğrenimini en alt seviyede tutmaya çalışmaktadır. Kürtçenin öğrenimini ev içi dilsel bir tercihe indirgeyen bireysel kültürel haklar politikasının yeni bir sayfa açmakla birlikte, Kürtçeye uzun bir ömür sunmadığı açıktır.


[1] Görüş ve önerileri ile bu yazının gelişimine önemli katkılar sağlayan Serdar Şengül, Ergin Öpengin ve V. Fırat Bozçalı’ya teşekkür ederim.

[2] Bayrak, M., (1993). Kürtler ve Ulusak Demokratik Mücadeleleri-Gizli Belgeler-Araştırmalar-Notlar, Özge Yayınları, Ankara, s. 485.

[3] http://www.yeniozgurpolitika.com/yazdir.php?hid=51812

[4] Resmî ideolojinin Kürtçeye dair algılamasına dair sayısız örneklerden biri için bkz. Çölaşan, E. ‘İdam ve Kürtçe, Hürriyet, 30.05.2002.

[5] http://www.youtube.com/watch?v=ly22B4cS3qg&feature=related adresinden Musa Anter’in kendi sesinden dinlenebilir.

[6] Bianet, Ekinci: 12 Mart Darbesinin Amacı Solu Tasfiye Etmekti, 12.03.2009

[7] İnsan Hakları Derneği (2003). Ocak – Aralık 2002 Türkiye İnsan Hakları Raporu, Ankara.

[8] Alataş, E., ‘PKK, DTP, Kürtler ya da vurun abalıya’, Taraf, 17.12.2009.

[9] Duran, R., ‘Korucu TV yayında!’, http://www.koalakultur.com/?p=671

[10] Kürt coğrafyasında süregelen güvenlik idaresi ile dönem dönem öne çıkan ‘kalkınma idaresi’ ve ‘kültür idaresi’ arasındaki ilişkiye dair daha kapsamlı bir analiz için bkz. Bozçalı, V. F., (2009). Kürt Sorununu ‘İdare’ Etmek, içinde Guney, M., [Ed.] Türkiye’de İktidarı Yeniden Düşünmek, Varlık Yayınları, İstanbul.

[11] Bu konuda daha ayrıntılı bir analiz için bkz. Çiçek, C. (2010). Kürt Açılımından Milli Birlik ve Kardeşlik Projesine: Ovada Kürdî Siyaset Yapmanın Sınırları, Birikim, 250, 104-115.

[12] Bayramoğlu, A., Kürt sorunu nasıl çözülür?, Yeni Şafak, 17.10.2007. Sevimay, D., ‘Soru-Cevap’ın Konuğu Sönmez Köksal: Açılım Sürecinde Gizli Temaslar Olur’, Milliyet, 21.12.2009.

[13] Öcalan’ın 23 Aralık 2009 tarihinde avukatlarıyla yaptığı görüşme, URL: http://www.gundem-online.net/haber.asp?haberid=84209.

[14] Erdem, T., Kürtçe Eğitim, Radikal, 17.01.2008

[15] http://bianet.org/bianet/dunya/112886-basbakan-yaniliyor-almanyada-turklerin-anadilde-egitim-hakki-var

[16] Bila, F., ‘Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ: Şam’ın katkısı çok ciddi olur, Milliyet, 23.09.2009.

[17] http://www.firatnews.eu/index.php?rupel=arsiv&anf=nuce&nuceID=25673

[18] UNESCO, (2003). Language Vitality and Endangerment, Endangered Languages, Document submitted to the International Expert Meeting on UNESCO Programme Safeguarding of Endangered Languages, Paris, 10–12 March 2003

[19] Cengiz, A. K. (2006). Dil Kültür İlişkisi Açısından Hatay’da İkidillilik. Yayınlanmamış Master Tezi. Mustafa Kemal Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü.

[20] Konuyla ilgili daha geniş bir tartışma için bkz: Fishman, J. A. (Ed.) (2000). Multilingual Matters 116: Can Threatened Languages Be Saved? : Reversing Language Shift, Revisited: A 21st Century Perspective, Clevedon, GBR: Multilingual Matters Limited.

[21] Giles, H., Bourhis, R. Y. ve Taylor, D., (1977). Toward a Theory of Language in Ethnic Group Relations, in Howard Giles (ed.) Language, Ethnicity and Intergroup Relations, 307–348, London: Academic Press; Edwards, J. R. (1992). Sociopolitical aspects of language maintenance and loss: towards a typology of minority language situation’, in, W. Fase et al. (eds.), Maintenance and loss of minority languages, 37-54.

[22] Konuyla ilgili daha geniş bir analiz için bkz. Çiçek, C., (2007). Duzimanî, Mirina-Windabûna Zimanan û Rewşa Kurdî li Tirkiyeyê, Zend, Bihar 2007, 36-50.

[23] Fishman, J. A. (2000). Why is it so Hard to Save a Threatened Language? (A perspective on the Cases that Fallow). In J. A. Fishman (Ed.), Multilingual Matters 116: Can Threatened Languages Be Saved? : Reversing Language Shift, Revisited: A 21st Century Perspective, (pp. 1-22), Clevedon, GBR: Multilingual Matters Limited.

[24] Strubell, M. (2000). Catalan a Decade Later. In J. A. Fishman (Ed.), Multilingual Matters 116: Can Threatened Languages Be Saved? : Reversing Language Shift, Revisited: A 21st Century Perspective, (pp. 260-283). Clevedon, GBR: Multilingual Matters Limited.

[25] Giles ve dig., a.g.e.

[26] Ó Riagain, P. (2000). Irish Language Production and Reproduction 1981-1996. In J. A. Fishman (Ed.), Multilingual Matters 116: Can Threatened Languages Be Saved? : Reversing Language Shift, Revisited: A 21st Century Perspective, (pp. 195-214). Clevedon, GBR: Multilingual Matters Limited.

[27] Tan, S., (2007). Kürt Diline Sahip Çıkma Mücadelesi, htpp//: www.ozgurgundem.net.

[28] Zaman gazetesi, Güneydoğu’da iletişim dili Türkçe, 07.12.2005.

[29] Kurslara kayıt kabul esaslarını düzenleyen Madde 8: “Kurslara; Türk vatandaşı ve en az ilköğretim okulu mezunu olanlar alınır. 18 yaşından küçüklerin kursa kabulü, anne ve babasının veya kanunen belirlenmiş olan velisinin yazılı iznine bağlıdır. İlköğretim okulu 6 ncı, 7 nci ve 8 inci sınıf öğrencileri de anne ve babasının veya kanunen belirlenmiş olan velisinin yazılı izniyle hafta sonu ve yaz tatillerinde kurslara kaydolabilirler.”, Resmî Gazete (20.09.2002, No. 24882). Türk Vatandaşlarının Günlük Yaşamlarında Geleneksel Olarak Kullandıkları Farklı Dil ve Lehçelerin Öğrenilmesi Hakkında Yönetmelik .

[30] Yayın esaslarını düzenleyen Madde 5: “… Bu dil ve lehçelerde sadece yetişkinler için haber, müzik ve geleneksel kültürün tanıtımına yönelik yayınlar yapılabilir. Bu dil ve lehçelerin öğretilmesine yönelik yayın yapılamaz.’ Resmî Gazete, (25/1/2004, No. 25357). Türk Vatandaşlarının Günlük Yaşamlarında Geleneksel Olarak Kullandıkları Farklı Dil ve Lehçelerde Yapılacak Radyo ve Televizyon Yayınları Hakkında Yönetmelik. Bu yönetmelik 13/11/2009 tarihli ve 27405 sayılı yeni yönetmelikle yürürlükten kaldırılmış ve yayın esasları 3984 sayılı RTUK kanununa dayanılarak çıkarılan yönetmeliklere ve RTÜK’ün iznine tabi tutulmuştur.

[31] O Riagain, a.g.e.

[32] Strubell, a.g.e.

[33] Lovati, L. (2006). Catalan – Castilian bilingualism: social, psychological, educational, political aspects. ESERP, Escuela Superior Fundacion Universitaria, s. 1-36; Bourhis, age; Azurmendi ve diğ., a.g.e.,

[34] Garcia, M. (2003). Recent Research on Language Maintenance. In Annual Review of Applied Linguistics, 23, 22-43. Cambridge University Press.

[35] Azurmendi ve diğ. a.g.e.

[36] Lovati, a.g.e.

[37] 20 Şubat 2008 tarihinde Almanya’nın Köln şehrinde yaklaşık 20 bin kişiye hitaben konuşan Başbakan Erdoğan asimilasyon politikalarına ilişkin şunları söylemişti: “47 yıldır Almanya’nın yükselmesine katkı verdiniz. Çalışırken kendi kimliğinizi de korumanın mücadelesini verdiniz. Asimilasyona karşı gösterdiğiniz duyarlılığı çok iyi anlıyoruz. Kimse sizden asimilasyona hoşgörü göstermenizi beklemesin. Asimilasyon bir insanlık suçudur.”