Sermayenin neo-liberal hegemonyasının vasıtası ‘muhafazakâr liberal’ AKP’nin ‘önlenemeyen yükselişi’, düzen partilerinde olduğu kadar sosyalist sol için de siyasetin yöntem, araç ve söylemine dair sorgulamaları hayat memat meselesi haline getiriyor. AKP’nin bu yükselişinin arkasında, tarikat-cemaat sermayelerinin desteği kadar, esasen “statüko”ya, “elitlere” ve “asker-yargı zümresine” karşı mağdurların, özgürlük, eşitlik ve adalet isteyenlere yönelik “ileri demokrasi” söyleminin-vaadlerinin ve “açılım siyaseti”nin toplumda esaslı bir karşılık bulması olduğunu söyleyebiliriz. Diğer taraftan, 1989-90 baharı’ndan sonra, sosyalist hareket ‘bildiği’ bütün araçları denemesine rağmen (ya da tersine, bildiği bazı araçları deneyememesinden dolayı), nitelik ve nicelik olarak gerileyişini tersine çeviremediği gibi, bugün de AKP’nin “ileri demokrasi” söylemini/siyasetini aşma noktasında da sahici bir muhalefet geliştiremiyor. Aksine yaşanan kriz, eskilerinin yanına yeni bölünmeleri, ideolojik ayrımları ekliyor.
Bu noktada, memleketimizdeki demokrasi mücadelesinin en güçlü ve belirleyici gücü olan Kürt hareketinin ‘demokratik özerklik’ önerisi ile demokrasinin sınırlarını daha geniş bir çapta çizerek AKP’nin “ileri demokrasi” söylemini/siyasetini aşmaya/boşa çıkarmaya dönük bir hamle yaptığını belirtmek gerekir. “Demokratik özerklik” önerisi ‘siyasetin yerelleştirilmesi’ olarak da tartışılmalıdır. Böyle bir yaklaşımla “demokratik özerklik” önerisi solun kadim sorunu olan toplumsal tabanına yabancılığını/uzaklığını aşmasına, siyaseten yerelleşmesine de yardım edebilir. İktidarın gündemini takip eden bir muhalefet yerine yerelde, bizzat insanların yaşamını değiştirmeye yönelen praksislere önem vermek, siyaseti daha özel ve çeşitli kılacaktır. Bu temel tez üzerinden bu yazıda Karadeniz özgülünde solun serencamına bakarak, yerellik ve “demokratik özerklik”i tartışmak istiyoruz.
“YERELLİK VE ÖZERKLİK”
Siyaset mekanizması, yurttaşların öznelliğinin belli araçlar (parti, milletvekili, parlamento, vs.) eliyle tecellisi olarak kurulduğu müddetçe “edilgen kitle-etkin parti/önder” ilişkisi aşılamaz. Burjuva toplumunun politik dünyası (devlet, parti, yargı, bürokrasi vs.) yabancılaşmış ilişki formları mağazasıdır. Karşıtı olarak sosyalist bir siyasetin bütün amacı yabancılaşmış/fetişleşmiş ilişki formlarını aşmak olmalıdır. İktidarın/hükümetin gündemini takip eden bir siyasetten koparak (ya da onunla beraber) yerelin sorunlarına, ihtiyaçlarına eğilen ve bu mahallî alanda yurttaşların (devlet örgütlenmesinin dışında ya da yanında ama her halükârda onun alanını sürekli daraltarak) kendi özerk politik yapılarının oluşturulmasını teşvik eden rabıtaların geliştirilmesi, yabancılaşmış insan ilişkilerinin aşılması için bir toprak yaratabilir.
Özerklik, ulus/toplum içinde çoğunluktan çeşitli bakımlardan farklı olan grup veya toplulukların kendi kendilerini yönetmelerine imkân veren bir yoldur. Genellikle farklı etnik, kültürel grup ve toplulukların haklarını korumak için geliştirilen bir sistem olmakla birlikte aynı zamanda ekonomik ve coğrafik özellikleri itibarıyla farklılık arz eden bölgelerin bu durumları gözetilerek de özerk yönetim modelleri önerilebilmekte ve uygulanabilmektedir. İki düzeyde de özerklik, farklılık gösteren bölgenin halkının, kendi sorunlarının belirlenmesi, bunların çözümünde izlenecek politikaların kararlaştırılması ve uygulanması süreçlerinde söz-yetki ve karar sahibi olması anlamına gelir, kısaca özyönetimcilik demektir.
Yerellik ve özerklik birlikte ele alındığında anlamlı bir bütün oluşturmaktadır. Yerel, ‘ulus’tan farklı özellikleri nedeniyle bir öznellik kazanır. Bu farklılıkların nedeni ve biçimleri çeşitlilik gösterebilir. Yerellik etnik, coğrafik, ekonomik nedenlerin birinden ya da hepsinden dolayı farklılaşabilir. Her durumda bu farklılıkların özel kabul edilerek ele alınması demokratik bir ilişki için vazgeçilmezdir. Keza her durumda sadece ‘merkez’in ihtiyaçlarını ön planda tutan bir yaklaşım totalitarizmden başka bir şey üretmiyor. Unutmamalı ki yerel, ölçek olarak yurttaşın evidir. Dolayısıyla toplum içinde kendi özel/özerk kişiliğini yansıtabileceği kamusal alan da burasıdır.
“SOL VE YERELLİK”
Türkiye’de sol düşüncenin ‘yerel’i siyasetinde esaslı bir yere yerleştirememesini, dünyada solun içinde bulunduğu bunalımdan ve neo-liberal politikaların yaygınlık kazanma sürecinden bağımsız düşünmek olanaklı değil. 12 Eylül darbesinin halkı ve solu uğrattığı derin yenilgi ile Fatsa gibi özel deneyimlerin kesintiye uğramasını da hesaba katmak gerekiyor elbette.
Solun, dayandığı değerlerden ötürü, yerel üzerine daha çok eğilmesi ve kapsamlı, ayrıntılı bir yerel programa sahip olması beklenir. Oysa halkın gündelik yaşamını doğrudan etkileyen sorunların çözüm yeri olan yerellere gereken önem verilmemiştir. Merkezden ve ulusal ölçekte yapılan siyasetin yerel ölçekte yapılan siyaset için yeterli olacağı varsayılır hep. Dolayısıyla yerel öznelerin kendi topraklarının sorunları üzerinden daha özel, somut bir dil, söylem geliştirerek genel siyaseti çeşitlendirme, zenginleştirme potansiyeli dışlanmış olur.
Yerellik, yerelleşme birçok kez ‘marjinallik’ karşıtı olarak hem söylem hem de mekân olarak solun gündemine girmesine rağmen bu alanda kayda değer bir örneğin ortaya konduğu söylenemez. Ülkemizde sosyalist hareketin İstanbul merkezli bir düşünüş ve eyleyiş tarzına sahip olduğunu söyleyebiliriz. Merkezden periferiye gidildikçe merkezdeki çatışma biçim değiştirir, emek-sermaye çatışmasının yanında başka çatışmalar, çelişkiler belirir hatta kimi yer/zaman belirleyici hale gelir. Yine de yerel düzlemdeki ‘parti çalışması’ genel olarak ‘merkez’den yönlendirilir. Periferideki ‘çalışma’lar merkezin ihtiyaçlarını ön planda tutarak biçimlendirilir. Gazetelerin gündemi, kültürel-sanatsal çalışmalar hep merkezdedir. Felsefesini emek-sermaye çatışması üzerine kuran solun esas olarak bu çatışmanın mekânı olan kentlere yoğunlaşmasının işin doğası gereği olduğu ileri sürülebilir, ama bizce daha çok solun iktidarın ‘büyük gündem’ini takip eden bir çizgiye hapsolmasıdır neden. Nitekim geliştirilen eylem biçimleri ve söylemler de bunu gösteriyor. Örneğin ‘büyük gündem’in baş konusu olan Kürt sorununda bile yerel söz sofralarında ‘yukarılarda’ dönen tartışmalardan başka bir şey yok. Bu yaşamsal konuda bile sorunun yerellerdeki tezahürlerine ‘özel’ ilgi göstermektense genel tepkilerle geçiştirilebilmektedir. Örneğin geçen yıl Giresun’da valiliğin fındık toplamaya gelen Kürt işçilerin kente alınmaması kararına karşı “Karadeniz’in aydınlık yüzleri”ni bir araya getiren etkinliği hatırlamakta fayda var. Karadenizli aydın ve sanatçıların ilk kez böyle bir etkinlik içinde bir araya gelmelerine vesile olan protesto ve eylem meseleye dair neler yapılabileceğini/yapılamadığını göstermiş de oldu. Fakat bir şeye daha dikkat çekmek lazım, bu eylem de ‘dışarıdan’ yani merkezden’ örgütlendi yani başka yerlerde yaşayan Karadenizlilerin girişimi ile oldu.
Solun ‘merkezperveliği’nde yerel aktörler neden rollerini oynayamıyor, programlar, politikalar geliştiremiyorlar? Neden etkisizler? Zayıflık? Çapsızlık? Özgüvensizlik? Kaale alınmama? Taşra açısından mekanın ufuk daraltıcı, yaratıcı enerjiyi durağanlaştıran, edilgenleştiren monotonluğu ve sıradanlığı gibi etkilerine değinilebilir belki ama yerellerdeki aktörlerin etkisizliğinde bütün bunların yanında politikanın, ‘devrim ve devrimcilik’in genel soyut kavranışının yarattığı değerler skalasının etkili olduğuna inanıyoruz. Bu ‘devrim ve devrimcilik’ anlayışı, sürekli iktidara bakan, iktidarı toplumsal değişimin aracı olarak gören, dolayısıyla hedeflerin gerçekleşmesi iktidarı almaya bağlayan bir anlayış. Bu anlayış şimdiki zamanı ve yereli gözden ıraklaştırmaktadır. Dolayısıyla yerelle cebelleşmek bir değer, amaç olarak görülmemektedir. ‘Ulus’ düzeyindeki genel çelişki ve çatışkıların yereldeki özgül biçimlenişi gözden ırak tutulmaktadır.
Bir dönemdir sol seçimleri hep kendi kadim sorunları yineleyerek ama çözüme dair bir irade oluşturamayarak geçirmektedir. 12 Haziran seçimi sonuçları da böyle geçiştirilmektedir. Oysa sol, artık bir milat yaparak eski sorunlarına yeni cevaplar aramalıdır. En azından, eski ‘deneyim’in edevat takımını yenilemeyi sağlayacak adımlar atmalıdır. Bu açıdan da, Kürt hareketinin ‘demokratik özerklik’ önerisini, sosyalist hareketin yerelin özgün sorunlarına yönelmesi, bu sorunların siyasal, kültürel, hukuki ve ekonomik çözümüne dair fikirler geliştirmesi için bir fırsat olarak görmek gerekir.
KARADENİZ’DE SOL VE ‘DEMOKRATİK ÖZERKLİK’
Tartışmanın başında, “demokratik özerklik” önerisinin demokratik Kürt hareketinden gelmesine rağmen, hâlâ içeriğinin öneri sahiplerince nasıl doldurulduğunun muallakta kaldığına dikkat çekmeliyiz. Bir ‘öneri’, “taslak” olması itibariyle doğal karşılanabileceğinin ötesinde çelişkiler ve belirsizlikler söz konusudur. Üstelik, yıllardır birçok yerde belediye yönetimlerini elinde bulundurdukları, birçok bölge eski deyimle “kurtarılmış bölge” sayıldığı halde. Taslak metinde “Demokratik özerklikte siyasi yönetim; tabandan başlayarak köy komünleri, kasaba, ilçe, mahalle meclisleri, kent meclisleri biçiminde demokratik konfederal temelde örgütlenmesini yaparak üstte Toplum Kongresinde temsiliyetini bulur” denmektedir. Kürt hareketi bu alanda, örneğin Fatsa ya da Porto Alegre gibi hem Türk(iye) soluna hem de dünyaya örnek oluşturacak bir deneyim yaratmış mıdır? Örneğin Abdullah Öcalan’ın bir çok makalesi ve açıklamalarında ‘ekolojik köyler’, ‘halk meclisleri’ gibi önermelere rastlıyoruz. Bu tür fikirlerin Kürt hareketinde de kabul gördüğü bilindiğine göre somutlanmış girişimler yaratılabilmiş midir? Ekim Devrimi’nde bile devrimin hemen ertesinde baş gösteren kitlelerin/halkın yönetime/siyasete katılımdaki isteksizliği, gönülsüzlüğü sorunlarının (öyle ya, biz hep halkla beraber yöneteceğiz diyoruz ama bakalım halk bizle beraber yönetmek istiyor mu; ya da bu yabancılaşma nasıl aşılacak?) aşılmasında hangi deneyimlere sahibiz?
Diğer taraftan, ‘demokratik özerkliğin’ Kürtler için mi, yoksa Türkiye’nin ‘kamu reformu’ için bir öneri mi olduğu da tartışmalı bir durum. Eleştiriler karşısında ‘demokratik özerkliğin’ Avrupa Birliği’nin ‘yerel yönetim şartı’nın bir gereği olarak savunulması da önerinin devrimci potansiyelini söndüren bir yaklaşıma neden oluyor.
Bütün bu eksikliklere rağmen ‘demokratik özerklik’ önerisinin son ve somut halinin oluşmasının da bir mücadele konusu olduğuna işaret etmek gerekir diyerek sözü Karadeniz’e getirelim.
Orta ve Doğu Karadeniz (Ordu, Giresun, Trabzon, Rize ve Artvin) coğrafik olarak olduğu kadar, ekonomik ve kültürel olarak da ortak özellikler gösteren, bu nedenle de devletin ‘bölgesel kalkınma planları’nda da bütün olarak ele alınan bir bölge. Karadenizliler arasında problemler olsa da ‘Karadenizlilik’ toplumda ayrı bir kimlik olarak kabul görüyor. Genel olarak hepsine ‘Laz’ adı takılabilse de, Rumlar, Hemşinliler, Lomlar, Gürcüler, Türkler, Çerkezler ve sürgün görmüş diğer Kafkas halklarından mürekkep bir topluluktur, Karadenizliler.
Osmanlı’nın bölgede hâkimiyet kurmasıyla zorla Müslümanlaştırılmalarından sonra cumhuriyet egemenlerinin tekçi üniter devlet/ulus anlayışının sonucu olan inkar ve asimilasyon uygulamalarından oldukça etkilenen, dilsel ve kültürel asimilasyona tabi tutulan Laz, Hemşin, Gürcü ve diğer kültürler bugün yokoluşa karşı durmaya çalışmaktadır Karadeniz’de. Laz aydınları Lazcanın yaşatılması için parçalı da olsa bir kültür hareketi yaratmış durumdalar ve devletten en azından dilsel haklarının sağlanmasını, TRT’nin Lazca yayın yapmasını talep etmektedirler. Tarihsel olarak Ermeni toplumunun bir parçası olan Hemşinlilerin durumu ise daha karışık bir hâl arz etmektedir. Bugün asıl olarak Ermenicenin bir dialekti olan Hemşince ile bu tarihsel-kültürel bağ devam etmesine karşılık, çoğunluk Hemşinliler kendilerini hem Ermenilerden hem Türklerden ayrı bir etnik/kültürel topluluk olarak görmektedirler. Fakat bu etnik/kültürel kimliklerini ‘öze dönüş’ (Ermeni kimliğinin yeniden kazanılması) ile mi yoksa mevcut ‘melez’ (Ermeni-Türk/Müslüman, kısmen de Lazlardan parçalar taşıyan bir kimlik) durumu muhafaza etmekle mi korunacağına dair belirsizlik söz konusudur. Benzer sorunlar diğer etnik/kültürel topluluklar için de söz konusudur. Bu etnik topluluklar ancak Kürt hareketinin devlette ve hukukta yarattığı esneklikten yararlanarak son yıllarda çocuklarına, işyerlerine kendi anadillerinden isimler vererek, anadillerinde yayınlar yaparak, dernekleşerek sorunlarına çözüm aramaktadırlar.
Yeri gelmişken, burada, bu çalışmaların da ‘yerel’ ayağının eksikliğine dikkat çekmek istiyoruz. Karadenizli (Laz, Hemşin, vd.) aydınlar, sanatçılar, araştırmacılar genel olarak yereli bir ‘kazı alanı’ olarak görüyor. Bölgede ara sıra yaptıkları kazılarda elde ettikleri cevherleri İstanbul’da, Ankara’da işliyorlar. Laz, Hemşin ve diğer etnik kültürlerin, dillerin yaşatılmasına dair çalışmalar bu merkezlerde birikiyor. Bir tür ‘sürgünde kültür çalışmaları’ oluyor bunlar. Bu ilişki türü bir yerde sömürü ilişkisine de dönüyor. ‘Öteki’ler otantizm olarak egemen kültürde popüler olunca, ‘öteki’lerin ötekiliklerinden dolayı yaşadıkları sorunlara dokunmadan yapılan çalışmalar çoğunluk olmaya başlıyor. Oysa dil, kültür kendi yurdunda yaşar, yaşabilir. Dolayısıyla bu alandaki çalışmaların da ‘sürgünlük’ hallerine son vermeleri gerekir.
Sosyalist sol, kimlik siyasetini, ‘sınıftan kaçış’ olarak görme eğiliminde olduğundan, halkların bu sorunlarını politik gündeme taşımamaktan yana durmaktadır. Kimlik siyasetini liberal bir iş sayan, ‘esas çelişki’yi görünmez kıldığında direten duruşlar, bu alanda mücadele verenlerin egemen resmî ideolojinin hegemonya alanını daraltmadaki rollerinin görülmesi üzerine biraz esnemiştir. Fakat hâlâ yerellikle evrensellik, ‘esas çelişki’ ile kimlik mücadelesi arasındaki bağların yerli yerine konabildiği bir praksisten söz edemeyiz. Solun özellikle evrensellik anlayışının ‘doğal asimilasyon’cu bir tavra bile dönüşebildiğini gösteren birçok örnek gösterilebilir. Örneğin, en güçlü olduğu dönemlerde, Laz, Hemşin ve diğer halkların yaşadığı kültürel sorunlar solun gündemine hiç girmemiştir. Hatta konu ile ilgilenenler klasik Kemalist ulusalcı bakış açısıyla ‘etnik siyaset’ yapmakla suçlanmışlardır.
Bu ‘kadersiz’ halkların yok olmakta olan dillerini, kültürlerini yaşatma arzularını ‘gerici’ (ya da anakronik) bulmak, yaşadıkları trajediye karşı duyarsız kalmaktır. Oysa sol, bütün ezilenlerin sesli/sessiz çığlıklarına kulak vermek, sahip çıkmak zorundadır. Bu, ‘mozaik’, ‘zenginlik’ söyleminden çok, bu halkların ‘kendi olma’ haklarına saygının bir gereği olmalıdır. Sol, Karadeniz’de Lazca, Hemşince, Rumca, Gürcüce, Lomca ve diğer dillerde konuşabilmelidir. Bu konuşmaların, hem tarihsel trajedilerin yarattığı komplekslerin aşılması ve resmî ideolojinin berhavası, hem de halkla, yerel ile daha dolayımsız bir bağ kurulmasında hayati katkı sunacağı görülecektir.
Ekonomik açıdan Karadeniz’de, devletin yanlış tarım politikaları sonucu, tarıma elverişli alanlarını tek ürüne tabi kılan ısmarlama bir ekonomi mevcut. Devletin bölge için öngördüğü kalkınma planları bölge halkının ihtiyaçlarını ve bölgenin kendi kapasitelerinin değerlendirilmesine değil de mevcut sorunların geçici çözümlerle ertelenmesine dayandığı için her geçen gün daha kompleks sorunlar yaratmıştır. Tarım alanında ‘tek ürün’ uygulaması sonucunda mısır, buğday, pirinç ve geçimlik bahçe tarımının yerini sadece çay ve fındık üretiminin almış olması bu ısmarlama ekonominin bir sonucudur. Kardeniz’de tarıma elverişli arazilerin yüzde 90’nında çay ve fındık üretimi yapılmaktadır. Özellikle çayda, düşen gelir karşısında verimi arttırmak için başvurulan yapay gübre kullanımı ile bu arazilerdeki verimli toprakların yok olmasını getirmiştir.
Ekonomi, Karadeniz için sadece ‘ekonomik’ bir kategori değildir. Göç olgusu, buradaki etnik kültürlerin yok oluşunu temelleyen bir gelişmedir. Ekonomik nedenli göçler etnik topluluğun parçalanmasını getirdiği gibi, ekonomik merkezlerin kültürüne tabi olmayı da getirir. Karadeniz’deki köylerin dağılması, yöresel kırsal mimarinin yokolması, vb. buna örnek olarak gösterilebilir.
Bugün de devletin Karadeniz için öngördüğü kalkınma planı bölgenin “enerji ve turizm cenneti” yapılmasıdır. Devlet bir taraftan enerji yatırımları adı altında bölgenin en önemli doğa alanları, yerel üretimi ve kültürleri yok ederken diğer taraftan da alternatif turizm geliştireceğini iddia etmektedir. Devletin politikalarındaki bu tutarsızlık ‘ısmarlama ekonomi’ anlayışının devam ettiğinin de bir göstergesi. Neo-liberalizmin Karadeniz’e hücumunun adı ‘enerji ve turizm cenneti’ yapma stratejisi. Bu strateji birçok insanı isyan ettiren doğa katliamlarına neden olduğu gibi, bölgenin yerel kültürlerinin de piyasa ‘salonları süsleyen bir gül’e dönüştürüyor. Doğal yaşam, ‘insanat bahçesi’ndeki yaşama dönüşüyor, ‘yerliler’ turistlerin gönüllerini eğlendiren ‘maymunlar’a...
Etnik-kültürel ve ekonomik sorunların özgünlüğüne rağmen sol, Karadeniz için sosyolojik okumalara, yerel bir programa sahip değildir. 12 Eylül öncesinde neredeyse bütün ilçelerinde solun ciddi bir ağırlığının olduğu Karadeniz, darbede en çok kayıp veren yerlerin başında. Çay, tütün ve fındık üreticilerinin mitingleri, orman işçilerinin direnişleri, Artvin ve Fatsa’daki örgütlülük düzeyi, tüm bölgede dişe diş geçen ve birçok yerde solcuların üstünlüğü ile sonlanan anti-faşist mücadeleler, dillere destan devrimciler... Bütün bu ‘geçmiş’e rağmen bugün Karadeniz devletin Kürt düşmanlığı ve Türk milliyetçiliğinin “milli parkı” haline geldi.
Karadeniz’in bu hale getirilişinde darbenin ve devletin özel planlarının başarısına diyecek bir lafımız yok. Ama zaten sol bütün o planlara rağmen ve o planlara karşı siyaset yapmakla mükelleftir ve koşullar ne kadar ağır olursa olsun böyle bir siyasetin yollarını bulmak zorundadır. Sol, Karadeniz’de belli bir örgütlülük ve kitle desteğine sahiptir. Ama ne Fatsa gibi bir deneyimi ne de çay, fındık ve diğer üreticilerin örgütlenmesi noktasında örgütlenmeler yaratabilmiştir. Bu alanda olumlu bir adım olarak 2004 yılında ÖDP’nin Karadeniz’de yaptığı Tarım Konferansını anmak gerekir. Bu konferans sonucunda, dünyadaki çiftçi sendikalarını örnek alarak geliştirilen Çay-Sen, Tütün-Sen gibi üreticilerin sendikalaşmasına dair politikalar ise önerinin sahibi ÖDP tarafından bile tam olarak içselleştirilip, hayat bulması için çaba gösterilmemiştir. Örneğin Çay Üreticileri Sendikası, birçok eylemle adını duyuran Hopa’da bir temsilcilik dahi açamamış, burada etkili bir sendika kuruluş çalışması yürütülmemiştir. Daha da ileri giderek, solun yerel aktivistlerinin çay tarımın yarattığı sosyal sorunlara dair derinlemesine bir bilgiye sahip olmadığını belirtmek gerekir.
Dönem dönem bazı ilçelerde solcuların düzenlediği festival etkinlikleri da bu açıdan eleştirilebilir. Örneğin, Hopa belediyesinin ÖDP’nin elinde olduğu dönemde, Halkevleri’nin Hopa’nın Kemalpaşa beldesinde 6-7 yıldır yaptığı festivallerde, ülke gündemindeki birçok konuya dair söyleşiler, vb. düzenlenmesine rağmen buralardaki en temel sosyal sorunlardan biri olan Laz ve Hemşin halklarının yaşadıkları kültürel sorunlar, bu gruplar arasındaki iletişimsizlik, hatta kamplaşmalar gibi konularda bir etkinlik yapılmamıştır. Keza kadın hakları, sınır kapısının yarattığı sorunlar ve Kafkasya’daki komşu halklarla ilişkiler konularında da. Bölgenin hem farklı etnik kimliklerden oluşması hem de Türk milliyetçiliğinin (buna daha somut olarak Kürt düşmanlığının ve PKK’nin bir uzantısı olarak görülen ‘ateist sol’a düşmanlık) yaygın ve güçlü olmasındaki çelişkili duruma ışık tutacak, bu ‘anomali’yi çözecek çalışmalar yapılmamaktadır.
Sol, üreticilerin sorunları karşısında “çayda/tütünde/fındıkta sömürüye son” dışında bir anlayış geliştirememiştir. Hatta, seçim programlarında örneğin çay yerine başka alternatif ürün yetiştirilmesini önermek gibi piyasa endeksli ‘çözümler’e yer verebilmiştir. Son yıllarda gelişen HES karşıtı mücadelede de sol ‘bildiğini okumak’ dışında bir katkı sunamamaktadır. Doğa mücadelelerin ‘doğası’na dair henüz bir anlayış geliştiremeyen sol, klasik AKP karşıtlığı ve kadim grupçuluk alışkanlıklarını bu mücadelelere zerk etmektedirler. Sol, HES karşıtı mücadeleye gözler oraya döndüğü için, ‘görünür olmak saikıyla’ katılıyor. Bunu yaparken de, sürüp gitmekte olan felaketi hemen şimdi durdurmanın yollarını aramaktan çok, mücadeleye katılanların çeşitli özelliklerinin yaratacağı müstakbel ayrımlar, sorunlar üzerine mesaisini ‘ilkesel duruş’ olarak dayatıyor.
Karadeniz’de sol ‘kadro’ açısından oldukça zengin sayılır. Birkaç kuşak sosyalisti bir arada bulmak gibi çok önemli bir avantaja sahiptir. Ama sol bir tarih bilinci yaratma, kuşaklar arasında bilgi, deneyim aktarımını sağlayacak araçlar, kanallar geliştirmede tam bir atalet söz konusudur. Aynı şey, yerel basın çalışmaları açısından da geçerlidir. Ülkemizdeki sol basının trajik durumunu tersine çevirecek, insanların yaşadıkları yerle ilgili farkındalık yaratacak en önemli araç basın iken bu alan boş bırakılmıştır. Yerel basın, insanların yaşadıkları kentten haberdar olmaları, bilgilenmeleri yoluyla kamusallığı yaratan bir rol oynadığı unutulmuştur. Karadeniz’de kurulan yerel kanallar ise tersine, inanılmaz bir kültürel tahribat yaratmışlardır.
Solun yerelle alâkâdar olmasına dair bir olumlu örnek olarak Hopa’dan yayınlanan Biryaşam dergisine değinmek gerekir. Solun politik gündeminin dışında bıraktığı, kültürel sorunlar ve çalışmalar, doğa, ekoloji ve çevre mücadeleleri, yerel tarih, kent kimliği, etnik kimlikler, sol tarih gibi konularındaki çalışmalara yer veren Biryaşam dergisi bütün teknik ve mali yetersizliklere, ‘dostlar’ının ilgisizliğine ve hatta görmemezlikten gelmelerine rağmen yaşamayı becerebildi. İlk başlarda ‘biz partililere partinin yayın organını okutamıyoruz, çıkardığımız dergiyi hiç okumazlar’ türünden yaklaşımlara rağmen birçok kesim tarafından ilgi ile karşılandı, farklı sol siyasetlerden kişilerin desteğini aldı, Biryaşam. Karadeniz’de yaşayan ve hayatın ceremesini de semeresini de çekenlerin kendi sorunlarını, görüşlerini vb. yazmalarını sağlamayı hedefleyen dergi, Karadenizli aydın-sanatçı ve akademisyenlerin bölgeye dair çalışmalarına da yer vererek bir boşluğu bir nebze de olsa doldurmaya gayret ediyor.
Kısacası egemenlerin ve uzantılarının her türlü planlarına rağmen solun Karadeniz için bir planı yoktur. Bundan dolayıdır ki, örneğin Diyarbakır Belediye başkanı Osman Baydemir’in “biz Karadeniz için de özerklik istiyoruz” sözü Karadeniz’deki sağcı, faşist yayın organlarında, çevrelerde hararetli ‘istemeyuz’ tartışmalarıyla yankılanırken solcularda hiçbir yankı yaratmadı. Bu ‘sessizlik’ belki mevcut eşitsizlikleri, sorunları ‘devrimden sonra’ kökten halledeceğimize dair inançtan kaynaklanıyor. Fakat, adı konulmamış olsa da, devlet baskısının ve devletle olan kavgada ‘çizmeyi aşmama’ otokontrolunun da etkili olduğunu kabul etmek gerekir. Bu korku duvarının 12 Eylül’ün eseri olduğunu tahmin etmek zor değil. Bu gün de devam eden baskıların da bu duvarı sürekli berkittiğini eklemek lazım.
Karadeniz’de devlet 80 darbesiyle kazandığı kesin üstünlüğünü hiç gevşetmeden tetik durmaktadır. Örneğin Ordu’da hâlâ bazı köylere zaman zaman jandarma kontrolünde giriş yapılmaktadır. Trabzon’da futbol, fuhuş ve çete örgütlenmeleri üzerinden hem Rum düşmanlığı hem sol düşmanlık diri tutulmaktadır. Rize’de tarikat örgütlenmeleri aynı işlevi oynamaktadır.
Hopa’da 31 Mayıs sonrasında estirilen terör ortamı bu minvalde biraz daha ayrıntılı değerlendirilebilir. Başbakan’ın Hopa’ya gelmesi nedeniyle yapılan protesto gösterisine polisin saldırması, Metin Lokumcu’nun ölümüne sebebiyet vermeleri ve ardından da başbakanın tavrı üzerinden ‘durumdan vazife çıkaran’ Erzurum Özel Yetkili Savcı’nın talimatıyla gözaltılar ve tutuklamaların yapılması değil sadece bu terör ortamının göstergesi. Darbe dönemleriyle özdeş bir uygulama olan, polisin sokakta kimlik taraması yapmaya kalkışması da, sokak başlarındaki panzerler, köylerde fink atan jandarma devriyeleri... Eyleme katılan Hopalılar, savcıların ve medyanın çabalarıyla ‘terör örgütü’ hatta ‘Ergenekon’ bağlantılı ilan edilmeye çalışıldı. Olayların üzerinden iki ay geçmesine rağmen hâlâ gözaltılar, tutuklamalar sürmektedir. Hopa için gerçekte sıradan olan bir basın açıklaması, polisin ve iktidarın tavrı yüzünden ülke gündemini belirleyen bir eyleme dönüşüverdi. Hopalı kimliği adeta kriminalize edildi.
Şu ya da bu şekilde egemenlerin planları doğrultusunda gittikçe daha da kararan bir Karadeniz’de nasıl yaşacağımız sorusuna yanıt bulmak zorundayız. Karadeniz’i egemenlerin milliyetçiliklerinin, tarikatçı-gerici örgütlenmelerinin “milli parkı” olmaktan nasıl kurtaracağız? Milliyetçi, dinci sağcı söylem ve ilişki ağı ile eklemlenerek iktidarın da tam desteğini alan neo-liberal saldırılara (enerji ve turizm cenneti planlarına) karşı ‘doğayı paraya çevirerek’ geçinmeyi düşünen köylüleri nasıl örgütleyeceğiz? Çayda/fındıktaki sorunlara karşı üreticilere önerimiz ne olmalı? Doğasına tam tezat bir şekilde kurulan bu betonarme kondu şehirlere karşı ne yapabileceğiz? Laz, Hemşin, Gürcü, Rum ve diğer kimliklerin ‘kolektif hakları’ ve bu kültürlerin yaşaması için neler yapılmalı? Yurttaşların sorunlarının çözümünü siyasetçilerden ve devletten dilediği “kapıkulu kültürü”nü nasıl aşacağız?
Sorular çoğaltılabilir. Sol, gerçek bir halk hareketi olmayı arzuluyorsa bu sorular yumağına cevaplar üretmek zorunda. Sol, doğayı, yereli, kültürü, tarihi yeniden politik gündemine almalıdır. Bu görev sadece partilerin değil, yaşanılan gidişattan memnun olmayan her sol, sosyalist, demokrat aydın, sanatçı, akademisyen, işçi, öğrenci kısacası bireylerin de. Sol, yerel konferanslar/forumlar vb. düzenleyerek, bu sorun alanında yapılan çalışmaları, analiz ve tespitleri paylaşmak, tartışmak, sorunlara çözüm yolları aramak yoluyla, en azından herkesi kendi toprağını, tarihini, halkını, mücadele geçmişini, kısaca doğasını daha yakından öğrenmesini, araştırmasını teşvik edebilir. Ki böyle bir başlangıç da az bir şey değildir.
“Demokratik özerklik” önerisi, Karadeniz açısından, hem ‘Karadenizliklik’ kapağının kaldırılarak, ‘alttakilerin’ görülmesini sağlaması, hem de özyönetimcilik deneyimlerine önem atfetmesinden dolayı solu en azından mevcut ufkunun bir adım ötesine götürebilir. Sosyalizm, halkın kendi kendini yönetme, yönetime katılma deneyimlerinin çokluğunu, derinliğini kendisinin varlığı için elzem görür. ‘Ademi merkeziyetçilik’, en alt idari birimden başlayarak ‘meclisler’, yerel parlamentolar kurulması yoluyla halkın, iktidarın massettiği güçleri geri kazanması sosyalizmin temel hedeflerinden biridir. Bu yolda burjuva toplumunda ne kadar ‘çatlaklar yaratabilirsek’, bunlar hep ötelediğimiz , hayalini kurduğumuz ‘devrim’ için de o kadar kazanımdır.
1 Başta Fatsa olmak üzere, bazı geçici başarıların elde edildiğini yadsımak değil kastımız. Fakat örneğin “Fatsa Kızıldere’nin eleştirisidir” söylemine rağmen hâlâ bu anlayışı geliştiren söylem ve örgütlenmelerin eğilim bazında bile bir gerçekliği yok.
2 Merkez-periferi analojisi, sadece mekansal olarak değil, kimlik mücadeleleri açısından da geçerlidir. Sınıf eksenli siyasetler artık, feminizm, çevre hareketleri, etnik kimlikleri, cinsel ayrımcılık karşıtı hareketleri tanımamazlıktan ya da görmemezlikten gelemez.
3 Kürt Hareketinin ‘demokratik özerklik’ önerisinin, devlet katında ve burjuva kesimlerde genişçe tartışılmasına rağmen sosyalist solda kayda değer bir tartışma yaratmamış olması da manidar.
4 “Demokratik Hak olarak Anadil ve Lazcanın geleceği” başlığıyla 27.02.2009 tarihinde Aydın Karahasan (Ressam/Resim ve sanat tarihi öğretmeni, Almanya), Ayfer Küçükali (Kimyager, Almanya), Beyhan Çolak (Türkçe Öğretmeni, Almanya), Celal Alpaslan (Diplom Makine Mühendisi, Almanya), Nurten Altunbaş-Alpaslan (Diplom Ekonomist/Sanatçı, Almanya), Dr. Mustafa Kibaroğlu (Araştırmacı, Jeo-Arkeolog/Jeolog/Jeokimyacı, Almanya, Sadık Varer (Ressam/Yazar, İstanbul),Selma Çakır Koçiva (Diplom Sosyal pedagog/Yazar, Almanya), Yılmaz Karahasan (Emekli Sendikacı, Almanya) imzasıyla Başbakanlığa verilen dilekçede Lazcanın yaklaşık 250.000 ile 500.000 kişi tarafından konuşulduğu tahmin edilmekte olduğu belirtilerek, “yerel dillerde okuma-yazma kampanyaları”, “Halkeğitim Merkezlerinde okuma-yazma kursları”, “Lazca yer adlarının iadesi”, “Türkiye’de vatandaşlık statüsü ile yerel halkların kültürel kimliklerinin farklı olabileceğine dair belirsizlikler giderilmeli ve bu konuda anayasada net bir düzenleme yapılmalıdır” gibi talepler dile getirildi.
5 1992 yılında Ogni dergisi ile başlayan ve sonrasında Kazım Koyuncu’nun da içinde olduğu Zuğaşi Berepe ile devam eden Laz aydınlarının kültürel örgütlenmeleri bugün oldukça parçalı bir durumda. Laz Kültür Derneği (İstanbul), Laz Kültür ve Dayanışma Derneği (Ankara), SİMA Vakfı (İzmit), Lazebura çevresi, Tanura dergisi ekibi, Kolhoba çevresi vb. gibi. Hemşinliler de bu yıl içinde İstanbul’da HADİG- HEMŞİN KÜLTÜRÜNÜ ARAŞTIRMA ve YAŞATMA DERNEĞİ adıyla ilk derneklerini kurarak, kültür çalışmalarını bir çatı altında sürdürmek için ilk adımlarını attılar. Kafkasya kökenli halklar ise yıllardır örgütlülüklere sahipti. Ama ilk kez bu yıllarda devletten hak talep eden bir duruş geliştirdiler.
6 2004 yerel seçimlerinde Hopa’da ÖDP’nin başarısıyla Fatsa özlemi/umudu ihya olmasına rağmen maalesef bu şans değerlendirilememiştir. Hopa deneyimine dair bir değerlendirme için bkz. Cemil Aksu, “Sol, ‘Yerel’ ve Sosyoloji Üzerine Bir Deneme: Hopa’da Ne Oldu, Ne Olmadı?”, Birikim, 240 (Nisan 2009).
7 Çay tarımında sol iki temel sorunu dile getirmektedir; fiyat ve kota-kontejan sorunu. Oysa çay tarımının kadın-erkek emeği açısından yarattığı işbölümü ve bunun örneğin kadını köylü/kol emekçisi, erkeği şehirli/tüccar/kafa emekçisi yaptığı gerçeğini, bu durumun kadın-erkek ilişkilerinden siyasete kadar bir çok soruna neden olduğunu görmemektedir. Çay tarımının bu etkileri üzerine bir yazı için bkz. “Çay yeşillenirken biz sararıyoruz...”, Biryaşam dergisi, sayı 5 (Kadın özel sayısı), s. 13, Mart 2008
8 Karadeniz’de yerel basın açısından daha önce birkaç girişim olmuştur. Özgür Karadeniz, Karadeniz Umut, Karadeniz Güneşi gibi, belli fraksiyonların gazeteleri, bu franksiyonların tanınması, görecede olsa halkla temas kurmaları açısından işlevli oldukları bilinmektedir.
9 Biryaşam dergisi için bkz. www.biryasam.com.tr
10 Baydemir’in konuşmasındaki gönderme vesilesiyle konuyu tartışan ve bu yazıya da vesile olan tek yazı Tanıl Bora’nın. Bkz. “Federasyonu düşünmek”, Birikim, sayı 256-257.
11 31 Mayıs ve sonrasında Hopa’da yaşananlara dair bkz. www.birikimdergisi.com.tr
12 Bir abim, olaylardan bir gün sonra, Ankara’da, Türk Telekom’a fatura ödemeye giden bir Hopalıya kapıdaki güvenliğin nüfus kâğıdına baktıktan sonra ‘sen Hopalı mısın’ diye tereddütle sorduğunu anlatmıştı.