Eylül ayının ortasında gazetelerde üzerinde fazla durulmayan ama gerçekte son derece önemli bir haber yayımlandı.
Dünya nüfusunun %70’inin yaşadığı 66 ülkede yapılan bir araştırma, 11 Eylül 2001’den sonra dünyada terör karşıtı yasaların sertleştirildiğini ve bu kapsamda yapılan tutuklamaların arttığını ortaya çıkarıyordu. 2001’den bu yana bu ülkelerde 119 bin kişi terör eylemi şüphelisi olarak tutuklanmış ve 35 bini terörist olarak hüküm giymişti. Türkiye, 12 bin hükümlü ile birinci sırayı işgal ediyordu. Onu 7 bin hükümlü ile Çin izliyordu. Dikkat çekici olan, Türkiye’de terör hükümlüsü sayısının 2001’den sonra değil, 2006’dan itibaren baş döndürücü bir artış göstermesiydi. 2005’te 273 olan “terör suçu” hükümlüsü sayısı, 2009’da 6.345’e çıkmıştı.
Türkiye’de, muhalefetin de desteğiyle, 2006’da Terörle Mücadele Yasası’nda yapılan değişikliğin sonucunu, bu veri çok iyi betimliyor. Bugün Türkiye’de terör örgütü üyeliği ve terör eylemi suçlamaları, gerçek terör eylemlerinin cezalandırılması amacını aşan bir kapsamda yorumlanıyor ve uygulanıyor. Ağır ceza mahkemelerinin yetki alanına giren bir dizi suç, “terör örgütü” ve “terör eylemi” tanımı içine dahil edilerek, olağanüstü yetkilerle donanmış mahkemelerde ve savunma hakları kısıtlanmış biçimde yargılanıyor. Ağır ceza mahkemelerinde bile görülmesi gerekmeyen suçlar (polise mukavemet, kamu malına zarar vermek vs.), Kürt sorununa ilişkin olduğunda veya bazı sol siyasal gruplar tarafından gerçekleştirildiğinde terör eylemi muamelesi görüyor. Bunların yanında demokratik rejimlerde suç olması mümkün olmayan fiiler de fiili yapan kişi veya grubun iktidar çevresi, güvenlik güçleri veya savcı ve hakimlerin gözünde makbul addedilmesine bağlı olarak, terör örgütü propagandası veya terör örgütü yönlendirilmesiyle işlenmiş suçlar kategorisine sokuluyor. Örneğin bir kitabın içeriğinde suç bulunmamasına rağmen, kitabın “silahlı terör örgütü” yönlendirmesiyle yazıldığı iddiası, kitabı yazan kişinin de “terör örgütü üyesi olmamakla beraber, terör örgütünün amaçları çerçevesinde çalışmak” suçundan tutuklanmasına, yargılanmasına neden olabiliyor. Sağa sola çekilerek genişletilen “terör” ve “terör örgütü” kavramı, makbul olmayan siyasal muhalefetin susturulması, bastırılması, yıldırılması işlevini de yerine getiriyor.
Günümüzde, hemen bütün ülkelerde, devlete karşı silahlı mücadele yürüten örgütler ve terör eylemi olarak nitelenmeleri kesin olan eylemlerin varlığı, terörle mücadele alanının aşırı genişlemesine yol açar. Güvenlik devleti reflekslerini pekiştirir. Almanya’da RAF eylemleri dönemi, ABD veya İngiltere’de 11 Eylül saldırısı sonrası genişleyen güvenlik devleti çemberi, bu eğilime verilebilecek yakın örneklerdir. Yukarıdaki araştırma da bunu kanıtlıyor. 2001 sonrasında dünyada “terör” eylemlerinde bir artış olduğu tartışmalı. Buna karşılık terör suçu hükümlüsü hızla artıyor. İçinde Türkiye’nin yer aldığı bazı ülkelerde bu artışın bir nesnel belirleyeni var: Terör eylemi oldukları tartışmaya mahal bırakmayacak derecede açık olan eylemlerin varlığı. Anti-terör zihniyetinin güvenlik devleti refleksine bütünüyle egemen olmasına yol açan ve giderek devletin güvenliği, hükümetin güvenliği ve halkın güvenliği sorunlarının aynı bakış açısıyla değerlendirilmesine yol açıyor, az veya çok somut terör eylemlerinin varlığı. Bu eylemlerin bir kısmının, olağanüstü durum uygulamalarını meşru kılmak, kamuoyunu “diri tutmak” gibi nedenlerle güvenlik devleti içinden yönlendirilmiş olması sorunu değiştirmiyor. Silah ve şiddetin hak arama yöntemi olarak benimsenmiş olması, terörle mücadele zihniyetinin önemli siyasal sorunların algılanış biçimini belirlemesini mümkün kılıyor. Bunun bir uzantısı olarak, terör eylemi ve terör örgütü kavramları ile ilgisinin kurulması somut delillere dayanarak mümkün olmayan eylem ve oluşumları da kapsamaya başlıyor. Dolayısıyla bir dizi eylem, iktidar nezdinde makbul olmayan bir karşı çıkışı temsil ettikleri için terör suçu kapsamına, dolaylı yoldan, genellikle niyet okuma yöntemiyle dahil ediliyorlar. Türkiye’nin son beş yılda, dünyada en fazla terör suçundan hüküm giymiş insanın bulunduğu ülke olarak ön plana çıkmasının yegane nedeni, PKK’nın ve birkaç küçük örgütün güvenlik güçlerine karşı silahlı saldırıları ve sivil halka yönelik şiddet eylemlerini sürdürmelerine karşı güvenlik güçleri ve yargıda oluşan tepki ve refleks değil. Hemen bütün ülkelerde rastlanan güvenlik devleti refleksini aşan bir başka eğilimi ele veriyor. Bu, makbul olmayan muhalefetin terör suçlamasıyla damgalanarak kriminalleştirilmesi eğilimidir.
Basın-yayın suçları böyle bir eğilimi izlemek için ayrıcalıklı bir alan oluşturur. AKP hükümetinin sözcüleri bugün Türkiye’de gazetecilik faaliyeti nedeniyle hapishanelerde tutuklu veya hükümlü kimse olmadığını, bu tür listelerde adı geçen tutuklu ve hükümlülerin gazetecilikle ilgili olmayan suçlardan yargılandıklarını belirtiyorlar. Söz konusu davalarla ilgili iddianamelerde ve mahkeme kararlarında sanıklara atfedilen suçların çoğunlukla “terör örgütü üyeliği” veya “terör örgütü propagandası” olmasına dayanarak, Türkiye’de basın özgürlüğünün, düşünce ve ifade özgürlüğüyle birlikte evrensel demokrasi normlarına saygılı olduğunu iddia ediyorlar.
Yüzlercesi arasından somut bir örnek: Birgün gazetesinde Murat Karayılan ile yaptığı röportajı yayımlayan Hakan Tahmaz, “terör örgütünün açıklamalarını yayımlamak” suçundan terör suçlarına bakmakla özel yetkili ağır ceza mahkemesi tarafından on ay hapis cezasına çarptırıldı (24 Mart 2011). Savcının “gazetecilik faaliyeti kapsamında röportaj yapıldığı, soruların röportaj yapılan şahsın çeşitli konulardaki düşüncelerinin alınmasına yönelik olduğu ve basın-düşünce özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gerektiği sonucuna” varıp, beraat talep etmesine rağmen, hâkimler hapis cezası verdiler. Söz konusu mahkûmiyeti iktidar partisi ve hükümet sözcüleri muhtemelen basın özgürlüğünün kısıtlanması olarak değerlendirmiyorlardır. Beyaz yalan tam da böyle bir şeydir. Bir olgunun sadece bir boyutunu ele alıp (yargının verdiği hüküm), bu boyutun gizlediği veya ona bütünüyle ters düşen diğer boyutları kasıtlı biçimde saklamaktır.
Benzerlerine nazaran hafif denecek bir mahkûmiyetle sonuçlanan bu dava, bugün Türkiye’de “terör eylemi” ve “terör örgütü” damgası vurarak makbul olmayan muhalefetin kriminalleştirilmesi politikasının artık sıradanlaşmış uygulamalarından biridir. Makbul olmayan muhalefet, yasaların yasadışı olarak tanımlamasından önce, iktidar bakışının gayrımeşru addettiği muhalefettir. Bugün bazı hidroelektrik santral inşaatlarına karşı yürütülen direnişler de, hükümetin çıkardığı torba yasalara veya KHK’lara gömülü bazı kararlara karşı protesto gösterileri de, “terör örgütü” yönlendirilmesiyle işlenmiş eylemler havuzuna atılıyor. CMK’nın 250. maddesiyle görevlendirilmiş savcılarca soruşturuluyor, terörle mücadele için özel yetkilerle donanmış mahkemelerde yargılanıyorlar. Eski DGM’lerin yerine geçen bu mahkemeler, DGM’lerin siyasal işlevlerini eskilerini aratmayacak bir kararlılıkla yerine getiriyor. Devleti ve kurulu düzeni koruma ve kollama işlevlerini, hükümeti ve iktidar partisini koruma ve kollamayı daha belirgin biçimde ön plana çıkararak sürdürüyorlar.
Bugün Türkiye’de hükümeti siyasal olarak yıpratmaya çalışmak, iktidar partisini zayıflatmaya yönelik faaliyetlerde bulunmak, bunları yapan kişilerin niteliklerine bağlı olarak, doğrudan veya dolaylı biçimde ya “silahlı terör örgütünün” içinde yer almak ya da bu örgütün amaçlarına uygun hareket etmek iddiasıyla damgalanabiliyor. Hazırlık soruşturmasında genellikle Terörle Mücadele Şubesi veya Polis İstihbarat’ın çizdiği bu çerçeve, daha sonra hemen hiç değişmeden yargı sürecinin sonuna kadar geçerliğini koruyor. Sadece polisin içinde değil, savcı ve hâkimler (CMK’nın 250. maddesiyle görevlendirilmiş olanlar arasında belki biraz daha fazla) ve bugün hükümete yakın gazete ve televizyonda yazan, konuşan gazeteci ve yorumcuların arasında bu bakışı benimseyen geniş bir çevre var. Türkiye’de yargının, özellikle siyasal konularda, Cumhuriyet’in kuruluşundan beri yerine getirdiği işlevdeki süreklilik kesintisiz devam ediyor. Daha önce, komünizmle mücadele kisvesi altında yürütülen makbul olmayan muhalefeti bastırma, sindirme ve yıldırma işlevi, yeni teknik olanaklara dayalı olarak farklı araçlarla ancak içerik itibariyle oldukça benzer biçimde yerine getiriliyor. “Ergenekon Silahlı Terör Örgütü” olarak iddianamelerin tanımladığı nebulanın içinde yer aldığı veya bu nebulanın çeşitli kumanda merkezlerinin yönlendirmesiyle hareket ettiği iddia edilen ve sürekli genişleyen bir şüpheli faunası konusunda da bu sürekliliği görüyoruz. Benzer biçimde “PKK terör örgütü”nün kent yapılanması olarak polis ve savcıların tanımladığı ve tutuklu sayısı her ay büyüyen KCK dava ve soruşturmalarında da benzer bir yaklaşım söz konusu. Bu davalarda alınan tutuklama ve yargılama kararlarının bir kısmının gerçekten ağır ceza mahkemelerinde yargılanmayı gerektirecek suçlar olduğu gerçeği, iktidara yakın çevrelerin, sanıkların hepsine “terör” damgasıyla yöneltilen suçlamaların yerinde ve gerekli olduğu iddiasına dayanak oluşturuyor. Hatta bazıları daha ileri gidip, PKK’nın da bir tür metaterör örgütü olarak algıladıkları Ergenekon’un PKK’yı da yönettiği veya yakından yönlendirdiği kanaatini dile getiriyorlar. Böylece, sivil halka yönelik suikastler düzenleyenlerle ve emniyet görevlilerine yönelik silahlı saldırı hazırlayan ve gerçekleştirenlerin eylemlerini aşan, kapsama alanı son derece geniş bir terör eylemi tanımı ortaya çıkıyor. Bu tanım, temel hak ve özgürlükler alanını sürekli tehdit ediyor ve daraltıyor.
Bugün Türkiye’de gerçek terör ve tedhiş suçları (örneğin TAK’ın sahiplendiği veya ona atfedilen bombalı eylemler, bazı Ergenekon davası sanıklarının suçlandığı suikastler, öldürme ve tedhiş eylemleri, vs..), ağır cezalık suç kategorisinde yer alıp terör eylemi olarak nitelendirilmeleri zor hatta mümkün olmayan suçlar (örneğin TSK içinde hükümeti yıpratmaya yönelik faaliyetlerde bulunmak, darbe planı yapmak) veya demokratik ülkelerde suç olmayan bir dizi faaliyet ve girişim (toplantı ve gösteri hakkını kullanmak veya hakaret içermeyen eleştirel yayın) aynı “terör suçu” damgasıyla dağlanıyor.
Bu suçlamaların arkasında yatan zihniyetin mantık sistemini irdeleyince, bazı açılardan esas olarak totaliter devlet pratiklerine özgü olan, diktatoryal yönetimlerde de sık rastlanan, iktidarın makbul addetmediği muhalefeti kriminalize etme eğiliminin izleri belirginleşiyor. Bu kriminalleştirme çabası, geçmişteki “komünist” suçlamalarından farklı, çünkü makbul olmayan muhalefeti terör eylemi damgasıyla dağlayarak, siyasal meşruiyetini bütünüyle yok etmeyi amaçlıyor. “Terör” suçlaması, geçmişteki komünist suçlamasına içkin olan siyasal muhalefet tınısını da yok ediyor. Türkiye gibi bir ülkede, gerçekten teör eylemi olarak tanımlanabilecek şiddet eylemlerinin varlığıyla kamuoyunda kendi kendini doğrulama kapasitesine sahip olduğu için, içerdiği “mutalk kötü” vurgusu çok daha etkili olabiliyor.
Muhalefetin radikal biçimde itibarsızlaştırılması, onun sadece yasadışı değil aynı zamanda mutlak olarak gayrımeşru ilan edilmesi pratiğinin en çarpıcı örneklerinden biri Stalin dönemi uygulamalarıdır. Örneğin 1932’de Buharin, Rykov, Tomski gibi sağ muhalefetin önde gelenlerini yıpratmak için başvurulan yöntem “terörist komplo” suçlamasıdır. Bunun için dönemin gizli servisi GPU, “Stalin ve proletarya diktatörlüğünün krizi” başlıklı, Rjutin’in yazdığı ve evinde ele geçirilen bir muhalif metin üzerinde oynayarak “Marksist-Leninistler platformu” adlı bir komplo girişimi yaratır. Bundan sonrası çorap söküğü gibi gelir. İlginç olan, Rjutin’in metninde de, SSCB’nin içinde bulunduğu iktisadi kriz, Stalin’in iktidarını güçlendirmek için düzenlediği bir komplo olarak değerlendirilmektedir. Sağ muhalefet, “ülke yönetimini devirme amacıyla terörist eylemler düzenleyen gizli örgüt” suçlamasıyla tasfiye edilir. SBKP içinde sağ muhalefet, Stalin ve ekibini etkisiz kılmak için gerçekten siyasal mücadele yürütmektedir. Ama bu mücadelenin terörist eylem olarak suçlanmasını doğrulayacak somut hiçbir eylem ortada yoktur. Niyet okumaları yeterlidir.
1938’de Buharin ve 20 civarında kişinin idamıyla sonuçlanacak terörist komplo davasında da, 1936’da zatüreden ölen Gorki’nin Buharin tarafından öldürtüldüğü iddia edilir. Üç doktor, Gorki’yi ve 1934’de ölen oğlu Maksim’i kasıtlı olarak öldürmekle suçlanır. Doktorların suçu, Gorki’nin açık ve temiz havada dolaşmasını salık vererek, kasıtlı olarak zatüreden ölmesine yol açmaktır! Terörist eylem böyle bir şeydir.
1952’de gizli servisin başındaki Beria’yı zayıflatmak için Stalin’in icat ettiği “siyonist doktorlar komplosu”, davanın başlamasından birkaç hafta sonra Stalin vefat edince, Malenkov ve Beria tarafından durdurulur ve Pravda böyle bir komplonun hiçbir zaman olmadığını, zanlıların rehabilite edildiğini ilan eder. Ama bu arada, sadece SSCB’de ve Doğu Bloku’nda değil, Batı’da da, birçok komünist partisi yöneticisi ve parti üyesi ünlü doktor, “beyaz gömlekli caniler”i, “terörist doktorları” lanetleyen ve “işçi sınıfının haklı mücadelesi için” cezalandırılmalarının gerekli olduğunu ilan eden bildiriler yayımlamışlardır.
Bu tür terörist komplo teorilerinin etkili olması için sadece iktidarın iradesi yeterli değildir. Bu teorilere inanmaya hazır insanlardan oluşan bir ortamın varlığı da gereklidir. Komplo iddiaları, tanımı gereği, gizli olanın ortaya çıkarılmasına dayandığı için elle tutulur delillerin varlığını elzem kılmaz. Özellikle eski korkulardan beslenir. Bu korkular bütünüyle hayali değildir elbette. Cinayetler, suikastler, darbeler, büyük provokasyonlar, kitlesel katliamlar, zaman zaman zincirlerinden boşanan devlet şiddeti, silinmesi zor biçimde toplumsal hafızaya kazınmıştır. Şiddetin siyasal alanda vazgeçilmez bir araç olduğuna dair güçlü bir ortak kanaatin var olduğu bir ortamda, “gizli örgüt”, “terörist eylemler” ve benzeri suçlamalar somut ve ciddi delillere dayanmasalar bile, “geçmişte vardı, şimdi de olabilir” inancından güç alırlar.
Totaliter rejimlerde muhalefetin kriminalleştirilmesi rejimin doğasına içkindir. Kendini doğru ve gerçeğin yegane sahibi olarak gören bir zihniyetle donanmış iktidar için, hakim doğruluk ve gerçeklik doktrinine aykırı her düşünce iktidarı doğrudan tehdit eder. Tehdit ettiği için de kriminaldir.
Türkiye’de güvenlik güçleri ve yargıda varlığı dikkat çeken, muhalefeti kriminalize ederek hem etkisiz kılma hem de itibarsızlaştırma pratiklerinin totaliter ülke pratikleriyle bire bir benzerlik gösterdiği iddia edilemez. Böyle bir iddiada bulunmak, benzetmenin şehvetine kapılıp, gerçek durumla irtibatı bütünüyle kaybetme, şizofren bir algıya teslim olma koşuluyla dile getirilebilir. Buna karşılık, OdaTV iddianamesinde birçok yerde dikkat çeken, Hopa davasında çok belirgin biçimde yer alan, Ergenekon iddianamelerinde yer yer karşımıza çıkan, KCK davalarının neredeyse belkemiğini oluşturan bir bakış tarzı, “terör” suçu damgasının araçlaştırılmasına ihtiyaç duyuyor. Bu bakış sadece suçu ve suçluyu tespit etmeye odaklanmıyor. Daha önce ünlü DGM savcısının DEP milletvekilleri için ihdas ettiği “siyasal eylem suçu”nun bir benzerini, bu kez “terör örgütü” kodu altında üretiyor.
Hükümetin siyasal olarak yıpranması için çaba göstermek, hükümetin seçimleri kaybederek devrilmesi için uğraşmak, tüm siyasal faaliyetlerini iktidar partisini zayıflatmaya teksif etmek demokrasilerde münhasıran suç olamaz. Bu eylemleri yapanlar suç işleyebilirler. Örneğin hükümeti zor yoluyla devirmeye teşebbüs etmek ağır bir suçtur. Kasıtlı yalan haber yapmak ve yaymak da öyle. Ama söz konusu suçlar, darbeye teşebbüs veya kasıtlı yalan haber yapma suçlarıdır. Zanlılar hükümeti, iktidar partisini yıpratmaya çalıştıkları için değil, somut olarak bu suçları işlediklerine dair yeterli kanıt varsa cezalandırılır. Bu suçları yargılamak için demokrasilerin terör örgütü ve terör eylemi fiksiyonlarına başvurmaya ihtiyaçları yoktur. Buna ihtiyaç duyulmaya başlanması, siyasal ve toplumsal muhalefeti korkutma, yıldırma, bastırma güdüsünün iktidarda ve onun aygıtlarında ön plana çıktığına veya çıkma eğiliminde olduğuna işaret eder.
Bu güdünün varlığının anlamlı bir işareti, polis ve savcıların Türkiye’de son dönemde “silahlı terör örgütü” kavramını icat etmeleridir. Böyle bir ifade, silahsız terör örgütünün de var olabileceğini ima ettiği ölçüde, terör kavramının kapsama alanının ne kadar genişleyebileceğini de gösteriyor. Böylece, TSK’nın internet üzerinden hükümete karşı yalan haber üretme sitesi açması ve çalıştırması da terör suçu kapsamına girebiliyor. Bunu yapanlar subay oldukları için, kendi başına ağır cezalık bir suç olduğu tartışmasız olan böyle bir eylem, silahlı terör örgütünün silahsız eylemleri kategorisine dahil ediliyor.
Örneğin, “iktidar partisinin çıkardığı her yasanın Atatürk devrimlerine karşı olduğunun afişe edilmeye çalışılması” silahlı terör örgütünün eylemleri arasında sayılıyor. “AKP’nin gerçek maksadının şeriat devleti kurmak olduğu konusunu hep işlemek” veya “Ergenekon davasının TSK’yı yıpratma ve etkisizleştirme amaçlı olduğunu medyada sürekli işlemek” de. Hükümet üyelerinin veya iktidar partisi milletvekillerinin katıldığı açık veya kapalı toplantılarda protesto gösterisi düzenlemek de, bir “terör örgütü”nün düzenlediği eylem olarak değerlendiriliyor. Hanefi Avcı’nın kitabının ikinci bölümü de silahlı terör örgütünün silahsız eylemleri katalogunda yer alıyor, Ahmet Şık’ın yayımlanmamış kitabı veya halkı bir konuda, örneğin Ergenekon davası konusunda yanlış bilgilendirme amaçlı haber yapmak da. Soner Yalçın, gerçekten yaptığı kirli gazetecilik faaliyetlerinden yargılanamadığı için terör örgütü üyeliğinden yargılanıyor. Meclis önünde YÖK’ü protesto eden afiş asmak da terör örgütünün yönlendirdiği bir faaliyet oluyor, yürüyüş izni vermeyen polise mukavemet etmek de. Bu örnekleri özel yetkili savcıların yürüttüğü soruşturmalar, bu soruşturmalara dayanak oluşturan polis fezlekeleri ve özel yetkili ağır ceza mahkemelerinin aldığı bir dizi karara dayanarak çoğaltmak mümkün. Dünyada terör suçu hükümlüsü alanında son yıllarda lider ülke olmak bu örneklerin çokluğuyla doğrudan bağlantılı.
Bunun yanında, Ergenekon’un ifade ettiği zihniyet ve yapının esas olarak terör örgütü kavramına dayanarak kriminalleştirilmesi, aslında bu zihniyet ve yapıyla siyasal planda verilmesi gereken mücadeleyi zayıflatıyor. Bu yapının dayandığı ve beslendiği siyasal tahayyül dünyasını, tarihî referansları sorgulamayı imkansız kılıyor. Bu davaların “terör örgütü” kavramı içine sıkıştırılması, Ergenekon oluşumunun gerçekten anlaşılması ve çözülmesini zorlaştırıyor. Hatta engelliyor. Aynı şey, büyük ölçüde KCK davaları için de geçerli. Terör örgütü kavramıyla şartlanmış bir zihniyetin yönettiği Ergenekon, KCK ve diğer bazı tutuklama ve yargılamalar, içinin boşalması pahasına terör kavramını genişleterek, bu davaların kısa vadede bastırma ve sindirme aracı olarak iktidar tarafından kullanılmasını sağlıyor. Aynı zamanda, yarattığı hukuk zaafiyeti, örneğin Ergenekon zihniyet ve oluşumunun kendini daha iyi savunmasını da mümkün kılıyor. KCK davalarında Kürt siyasal-toplumsal alanının PKK etrafında daha fazla kenetlenmesine yol açıyor.
Bugün Türkiye’de Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemelerinde görülen davaların önemli bir kısmı, “terör suçu” kapsamına girmeleri tartışmalı olsa da, ağır ceza mahkemelerinde görülmeleri gereken ve bazıları çok açık ve somut delillere dayanan davalar. Bunların yanında terör eylemi olma niteliği taşıyan eylemlerin yargılandığı davalar da. Sorun, bu suçları işleyenlerin, yargısız infaz emri verenlerin ve bunu yerine getirenlerin, suikastleri yönlendirenlerin, adını öyle koymasa da darbe planı yapanların yargılanması değildir. Bütün bunların terörle mücadele hukuk ve siyaseti içinden yürütülmesidir. Terör kavramının suç hiyerarşisi ve türünü neredeyse bütünüyle yok edip, tek tipleştirmesidir. Ve bu tek tipleştirme, iktidarın makbul görmediği muhalif eylemleri, rahatsız edici girişimleri bastırma ve sindirme amaçlı olarak da kulanılmasıdır. Demokratik hukuk devletinin sınırları bu noktada aşılır ve muhalif düşünce ve eylemleri siyasal olarak göğüslemek yerine onları kriminalleştirilerek tasfiye etmeye dayanan bir devlet hukuku, güçlünün hukuku işlemeye başlar. Güçlünün hukukunun işlediği ülkelerde hapishaneler “terör” suçundan yargılananlar ve hüküm giyenlerle dolar.