Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ayaklanmalar veya iç savaş sonucu despotlarını deviren Arap ülkelerini kapsayan gezisi, “Arap Baharı”nın ilk ayının bittiğinin işaretlerinden biriydi.
Onbinlerce insanın hayatına mal olduğu söylenen, “eski” diktatörünün çekildiği genişçe bir bölgede hâlâ direnmeye devam ettiği, savaş enkazının bile henüz kaldırılmadığı Libya’nın da nasiplendiği bu ziyaret turu sürerken İngiltere, Fransa ve İtalya başkan ve başbakanları da; tıpkı Erdoğan gibi hem ziyaret ama asıl olarak “ticaret” için oraya koşmuşlardı.
Tümü de kendi ülkelerinin “yeni” muhafazakâr partilerinin başında hükümet eden bu zevat, kamuoyuna Arap Baharı’nı selamlayan bir konuşma yapıverdikten sonra, beraberlerindeki “askerî, güvenlik, mali ve iktisadi işbirliği” konularını görüşecek kalabalık heyetlerle müzakere salonlarına kapandılar. Herhalde bunu yaparlarken, Mısır’da Kasım ayında, Tunus’ta birkaç ay sonra yapılacak seçimlerden, Libya’da yakında açıklanacak hükümet listesinden sonra, muhtemelen yeni bir kargaşa dönemine girilir endişesiyle bazı garantileri şimdiden sağlama alma hesabı ağır basıyordu.
Bir tahmin ve hele bir “art niyet” yükleme değil bu söylediklerimiz. “İş”i –aslında “business” demeli– bir çeşit ibadet sayan bu yeni muhafazakâr ekol başkan ve başbakanlar, sadece Tayyip Erdoğan’ın o veciz ifadesiyle “siyaset de ticaret gibidir” demekle kalmıyor; aynı zamanda siyasetin, siyasal erkin öncelikli olarak yapması gereken şeyin “business” için olumlu koşulları, ortamı sağlamak olduğuna da inanıyorlar. Bu inançlarını da hiç sakınmasız, “normal”i ifade etmenin güveni ile, her durumda dile getiriyorlar. Nitekim, Recep Tayyip Erdoğan, öteki ülke başkanları ile asla kıyaslanamaz bir sevgiyle, sempatiyle, candan bir ilgiyle karşılandığı bu Arap ülkeleri halklarına yaptığı konuşmalarda, Arap Baharı’nı alkışlayıp, demokrasinin erdemlerinden ve elbette İsrail’e duyduğu öfkeden bahsedip onların gönüllerini okşama faslını eda eder etmez Türkiye ile o Arap ülkesinin “çok daha geliştirilmesi gereken ticari ilişkiler”i faslına “gayet normal” bir geçiş yapıveriyor mutlaka.
Ziyaret-ticaret kafilesine iştirak eden “medya grupları”na mensup gazetecilerin büyük çoğunluğu da bu nakaratı süslemekten öte pek bir şey yapmıyorlar. Örneğin, Recep Tayyip Erdoğan’ın ziyaretlerine eşlik edengazetecilerin hemen hiçbiri, hiç değilse bu vesileyle olsun, tam da Arap Baharı’nın sona erip ermediğinin, ne yöne evrilebileceğinin ilk işaretlerinin görüleceği evrenin –seçimler ve geçici hükümetin ilanının– arefesinde olmamıza rağmen, o baharı kanlarını akıtarak başlatmış olan ülke halklarının nabzını tutan bir araştırma yapma, yayımlama zahmetine girmedi. Recep Tayyip Erdoğan’a gösterilen büyük ilgi ve sevgiden “Türk-Osmanlı kimliğimiz”e de pay çıkarmayı ihmal etmeden bahseden habercilerimiz, bu “potansiyel”den “ne biçim iş-ticaret fırsatları” çıkarılabileceğini anlatma bahsinde herhangi bir “işadamı”ndan hiç de geride kalır değillerdi. Ama o sevgi gösterilerini yapan ve daha birkaç ay önce içlerinden yüzlercesinin kanı pahasına, sokaklarda meydanlarda özgürlük-demokrasi sloganlarıyla yürüyerek diktatörlerini devirmiş bu halkların –diktatörlüğün kurumları hâlâ ayaktayken– bununla yetinip yetinmeyecekleri, bu gerçek siyaset sorusunu sorup araştırma ihtiyacı duyulmamıştı.
Anlaşılan odur ki; hem Recep Tayyip Erdoğan’ın ziyaret-ticaret kafilesinin mensupları hem de ülkemizin yeni muhafazakar/demokrat iktidarına yakın, yatkın “kamuoyu yönlendiricileri”nin zihninde –zaten sonbahar kıvamında algıladıkları– Arap Baharı çoktan bitmiştir, bitmiş olması gerekmektedir. Berlusconi’nin, Cameron’un ve Sarkozy’nin yanısıra Recep Tayyip Erdoğan’ın da ellerinde ve yanlarındaki “iş” mukavele taslakları yağmuru, bunların taşıdığı –çıkar– hesaplarının soğuk mantığı; onların artık hangi mevsimde olduğumuzu anlattıklarını gösterir.
Bu anlatının bile daha olgun/düşünceli tarzı olabilirdi. Ama söz konusu medya grubu mensuplarının ve bizzat Başbakan’ın dili, hiç bundan bahsetmedikleri anda dahi, Arap halklarının –huylanmakta hiç de haksız sayılmayacakları– o “Türk-Osmanlı kibri”ni fena halde çağrıştırmadan edemiyor. Kendi parti/hükümet yetkililerinin Nusayri-Alevi “karakteri”ni arada bir belirtmeyi ihmal etmediği Suriye’deki Baas/Esad diktatörlüğüne “kendi halkına zulmedenler ayakta kalamaz” gibi talkınlar veren Recep Tayyip Erdoğan’a, “sizden önce yirmi yıldır, sizin iktidarınızda on yıldır, en azından yarı isyan halinde olan Kürtlere, örneğin şu son iki yıldır sırf KCK davasında iki bini aşkın kişiyi peyderpey tutuklayarak, oturma eylemlerini bile polis jopu ve biber gazıyla tarumar ederek yaptığınız nedir?” diye sorulmamış olabilir. Ortadoğu misafirperverliğinden veya daha kuvvetli ihtimalle, asıl düşündüğümüzü muhatabımızın yüzüne karşı söylememe ortak kültürümüzden dolayıdır bu. Ama Başbakanımızın gezisi münasebeti ile Arap aleminin gazetelerinde çıkan yazılar, bu noktayı da bilhassa hatırlattıkları gibi; şu bahsettiğimiz kibir meselesine çoğu kez dolaylı, bazen de doğrudan o “biz”de çok sözü edilen “bölgenin liderliğine soyunma” konusuyla ilgili olarak uyarı kabilinden değiniyorlar mutlaka.
Şüphesiz bu yeni bir tesbit değil. Ama belirtmek gerekir ki “Arapları aşağı görmek” her ne kadar –Cumhuriyet sonrası– Türk milliyetçiliğinin patentini taşırsa da; bunun kadar küstah ve sivri elbette değilse bile, kendilerini Arap-İslam aleminin “doğal” lideri, yöneticisi konumunda görmek, addetmek de muhafazakâr –Sünni– Türk zihniyetinin dikkate değer bir parçasıdır. Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanması ile bu “hak”kını geçici olarak kaybettiğini hüzünle aklında tutagelmiş muhafazakâr Türk ideolojisi, Türkiye’de iktidar olabileceğinin hayallerini kurabilir hale geldiğinden beri, yani 1970’lerden itibaren, o “hak”kı yeniden edinmek için de gayret göstereceğini derhal ilan edivermişti. Ünlü “milli görüş”ün başlıca temalarından biriydi bu. Çekirdeği orada olan AKP, o yıllarda söylense kendilerinin bile istihza ile karşılayacağı bir biçimde ve hızla büyüyüp gelişerek önce iktidara geçip sonra da artık devlete egemen hale geliş sürecine girdiğinde bu çekirdekteki hayal ve iddia da boy gösterdi kaçınılmaz olarak. Şüphesiz önemli bir farkla: Asırlar boyunca o “doğal yönetici”lik/liderlik konumunu askerî-idari kurumları ve yetenekleri ile sürdürmüş olan muhafazat Türklerin yitirdikleri o hakkı yeniden elde etmeye talip zümresi asker-yöneticiler değil “işadamları”dır. Atalarının Orta Asya bozkırlarından buraya at üstünde savaşarak yol boyu edindikleri deneyimin ve biledikleri yeteneklerin “kılıç hakkı” ile o konuma gelişleri gibi değilse de, bu yeni muhafazakâr “işadamı” akıncılar da Orta Anadolu bozkırlarından “numune çantaları”, şirket broşürleri, finansman planları yükledikleri arabaları ile önce ülkede, sonra gemi ve uçaklarla dünyanın dört yanında “iş çevirme”nin sırrına vakıf olup, şimdi de bu edinimleri ile –zaten bir süredir yerleştikleri– “Ortadoğu-Arap pazarı”nın kapılarını daha da iddialı hedef/çıkarlar için zorlama noktasına gelmişlerdir.
Bu adamların ve onların iktidarının “Arap Baharı”nın gerçek bir ilkbahar olma yolunda ilerlemesinden yana olmaları elbette söz konusu değildir. Henüz ülkesinde isyan çıkmamış ama Esad’ın Kaddafi’nin diktasından bile zelil monarşileri “incitecek” tek laf etmemeye özenli, gözlerini onların dudak uçuklatan çapta petro dolar hazinelerinden nasıl yararlanabileceği hesabına dikmiş; en basit temel haklarından bile yoksun halklarının bu durumuyla değil onların “tüketici kapasitesi’nden daha fazla nasıl çıkar sağlanabileceğinin planlarıyla meşgul bu zümre; aynı hesap ve planlarla yine Ortadoğu’yu, Arap dünyasını “Pazar” olarak gören Fransız, İngiliz, ABD’li, Japon ve Çinli sınıfdaşları ile birlikte “rekabet edecekleri” bir “istikrar ortamı”ndan öte bir şey ne ister ne diler o halklar için. Şüphesiz –Sünni– Müslümanlığını o rekabet ortamında bir koz olarak kullanmayı deneyecektir ama; Arap Baharı’nın halen durduğu noktada kalıp, “bitmesi”ni kendileri gibi isteyen ve –şimdilik– anlaşıldığı kadarıyla bunu becerecek kadar da güçlü olan Arap orta-üst sınıfları, burjuvazi ve eşraf, Arap Baharı’nın yıkamadığı dikta kurumları ile işbirliğini geliştirebildiği ölçüde öncelikle “kendi pazarı”nı kendi “iş”lemek isteyecektir. Bunu istediği ölçüde de, o pazara sokulmak isteyenlerle girişeceği rekabet, Türkiye burjuvazisi söz konusu olduğunda Arap milliyetçiliğinin özel bir damarını “doğal-tarihî liderlik” iddia ve anıştırmaları/kibir motifleriyle bezeli anti-Türk duyguları harekete geçirmekte tereddüt bile etmeyecektir.
Her ne hal ise “Arap Baharı”nın mevcut monarşik rejimlerin olabildiğince revizyonu, devrilen diktatörlerden geriye kalan “mekanizma”nın elden geçirilerek kamufle edilmesi suretiyle bitmesi/bitirilmesi noktasında ortaklaşıp, bundan sonrası için aralarındaki çıkar-Pazar hesaplarının müzakeresine şimdiden başlamış olanların “dertleri”nden bu kadarla bahsetmemiz bile fazla aslında.
Oysa Arap Baharı’nın önümüze açabileceği ufuktan bahsetmek isterdik asıl. Ama ne yazık ki buna dair söyleyebileceklerimizi gerçekçi/inandırıcı kılacak güncellenmiş veri ve bilgilere pek az sahibiz. Daha da acıklı ve düşündürücü olan ilgimizin de pek olmayışı. Enternasyonalizmin amacına ve “mantığı”na içrek olduğunu lâf olsun diye söylemeye alışmış hale gelmiş biz, sosyalist sıfatını taşıyanların, Arap halk isyanları başlamasından önceki derin ilgisizlik ve bilgisizliğimizden hadi bahsetmeyelim de; o isyanlar sürerken ve aradan aylar geçmişken bile, o beylik lâfların, o fersudeleşmiş, bayat sözde “açıklama kalıpları”nın dışında ne yaptıklarına, yapabildiklerine bakın.
Okurduk ve okurken heyecanlanırdık ki; vaktiyle Avrupa’nın herhangi bir ülkesinde şöyle geniş çaplı bir isyan, ayaklanma benzeri bir şey olduğunda, kıtanın dört bir yanından sosyalist/devrimciler koşup gidermiş oraya. Ne olduğunu bizzat, içinde yaşayarak öğrenmek ve güçleri yettiğince o isyancılara yardımcı olmak, katılmak için.
Bu göğüs kabartıcı “gelenek” 20. yüzyılın ortalarına kadar sürdü. En son ve görkemli canlanışı İspanya İç Savaşı’nın enternasyonal tugayları oldu bu geleneğin. Sonra sadece “reel” değil aynı zamanda “ulusal” olan bir “sosyalizm”in tohumlarını atan, kurumlarını pekiştiren bir Marksizm-Leninizm formülasyonu, pek çok şey gibi bunun da ruhunu ezdi, kan damarlarını boşalttı.
Şimdi, dünyaya, bu dünyanın Arap Baharı gibi olgularına ya boş gözlerle bakıyor ya da kabuklanmış bir zihnî yapının kendisi gibi ruhsuz ürünlerini bir kere daha tekrarlamakla yetiniyorsak, öncelikle bundandır. Kendi ülkesinin “milleti”nin milliyetçiliği ile düşünsel olarak “gerçekçi” bir ilişki, bir “barış içinde birlikte yaşama” kurmayı “esasen” gerekli gören reel sosyalist mantığın her çeşidinin ortalığı kapladığı bu ülkede, sözünü ettiğimiz şu kayıtsızlık, ilgisizlik ve hatta küçümsemeden yüreği burkulan herkes ne yapabilirim diye sorarken, aynı zamanda o küçümser kayıtsızlığın Ata(türk) milliyetçiliğinden, reel sosyalizm kanalıyla kolayca tevarüs ettiğimiz bir şey olup olmadığını da sorgulamalıdır.