Tahrir Rüzgârı İsrail’e de ulaştı

Ortadoğu’da rejimler olmasa da yönetimler devriliyor. Suriye’de olgunlaşmamış Libya’da sona ermekte olan iç savaşlar yaşanıyor. Mısır ve Tunus yönetimleri devrildi.

Mısır askerî ve sivil yönetim arasında gidip geliyor; yakında seçim var. Tüm bu gelişmelerin İran, Lübnan, Filistin, Ürdün’ü nasıl etkileyeceği ise meçhul. Ama ayaklanmaların etkisinden İsrail dahil kimse muaf olamayacak gibi görünüyor.

Oysa İsrail sanki bölgede hiçbir şey yaşanmıyormuşçasına sessizliğini koruyor. Ayaklanmaların yaşandığı ülkeler açısından hayırlı bir yönü olmakla birlikte bölgedeki yeni oluşumun İsrail’e yeni maliyetler getireceği ortada. Tunus ve Mısır’la başlayan süreçte İsrail’in sessiz kalması birçok komplo yaklaşımını engellerken, yönetimden gitmekte bir süre direnen Bin Ali, Mübarek gibi liderlerin olan bitenlerde İsrail’i sorumlu tutan açıklamalarının boşa çıkması adına akıllı bir politika izledi. Çünkü, Suriye dahil olmak üzere ayaklanmaları dış güçlere bağlayan bunun merkezine de İsrail’i koyan propaganda savaşında muhalifler ya da protestocuların güç kaybetmesi kuvvetle muhtemeldi. Ancak, İsrail’in sessiz kalması eski baskıcı yönetimleri alttan alta ya da açıktan desteklemediği anlamına gelmez. Çünkü yıllardır çevresindeki Arap ülkelerinin ve liderlerinin hareket tarzını bilen İsrail’in “en iyi düşman, bildik düşman” parolası ile Mübarek, Esad vb. isimleri tercih etmesi normal. Çünkü ayaklanma yaşanan ülkelerdeki yeni yönetime gelecek olanların hareket tarzları İsrail’i de yeni manevralara sürükleyebilecek nitelikte. Bölgede değişen yönetimler iyi kötü demokrasi denemelerine girişirken, sandıktan kimin, nasıl çıkacağı bilinmiyor. Bilinen, bugüne kadar konuşamayan, İsrail ile ilişkiler konusunda tavır koyamayan, sesini çıkaramayan kitlelerin daha önce çizilen İsrail politikalarında değişiklik talep edebileceği ki bunun ilk sinyali Mısır’da verilmiştir. İsrail’in beklemesinin temelinde ne olacağını bilememekten kaynaklanan bekle-gör politikası yatıyor. Ancak, bölgede şiddet ve anti-demokratik yönetimlerden sıkıntı duyan ve bunu sık sık dile getiren İsrail, bölgenin şu anki pozisyonundan, diktatörlerin devrilmesinden çok da memnun görünmemekte, eğer demokratikleşme sürecini destekliyorsa bile bunu açıklamamaktadır.

Arap sokaklarında ayaklananların protesto gösterilerinde, en azından, ilk günlerde İsrail’i hedef almamaları, taleplerinin hedefinden sapmamasını amaçlıyor olsa da ilerleyen günlerde özellikle Mısır’da yapılan antlaşmaların gözden geçirilmesi için gösteriler, hatta Kahire’de olduğu gibi diplomatik binalara saldırılar gerçekleşti. İsrail, Mısır’da Mübarek yönetimi devrildikten sonra Camp David sürecinin devam edip etmeyeceği konusunda endişe taşıyor. Mısır’ın ayaklanmanın hemen ardından Gazze ile bağlantıyı sağlayan Refah sınır kapısını açması, ambargoyu tamamen ortadan kaldırmadı ama bir tavır olarak anlamlı. Refah sınır kapısının açılması ayaklananların taleplerinden biri olarak o süreçte öne çıkmamıştı. Protestocular bundan sonraki süreçlerde yer almayı, antlaşmaların gözden geçirilmesini isterken bunun başında tabii ki Filistin politikası ve İsrail ile ilişkiler geliyordu. Türkiye’nin BM raporu sonrası İsrail ile köprüleri atmasının ardından Mısır’ı yeni bir partner olarak seçmesi nedensiz değil. Çünkü, Suriye’den ümidini kesen, 2009’da İsrail’in Gazze’ye saldırdığı dönemde Mısır ile arası açık olan Türkiye ya da AK Parti hükümeti, şimdi bölgede önemli bir güç olarak gördüğü Mısır’la birlikte hareket ederken, yeni Mısır politikaları ile de İsrail’in tecridini hızlandırmayı amaçlıyor.

Netanyahu-Lieberman hükümeti dışarıda birçok problemle karşılaşıp, krizleri yönetemezken içeride de zor günler yaşıyor. Aslında İsrail hükümeti içeriden daha çok sıkıştırılıyor denilebilir.

Tahrir ayaklanması ile bir sembol haline gelen “çadır” İsrail’de de etkili olmuş durumda. Temmuz ayında sokaklara çıkan 150 bin kişi -ki bu sayı daha sonra 500 bin kişiye kadar ulaştı- Arap ayaklanmalarında olduğu gibi hükümetlerini protesto ediyorlar. Gençler meydanlara çadır kurup günlerce oradan ayrılmayıp talepleri kabul edilinceye kadar eylemlerini sürdüreceklerini açıkladılar. Konu İsrail-Filistin anlaşmazlığı, işgalin sona ermesi ya da barış sürecinin hızlandırılması değil. Aslında böyle bir talebin ortaya konmaması hem hayal kırıklığı yaratırken hem de İsrail’in demokrasi anlayışı konusunda şüphe yaratıyor. Çünkü bölgede kendi içinde ender demokratik yöntemlerin uygulandığı ülkelerden biri olan İsrail’de halkın çoğunluğu benzer demokratik talepleri, yöntemleri Filistinliler için talep etmemesi, işgalin sona ermesini istememesi bir çelişki olarak İsrail’in demokrasi anlayışının önünde durmakta. İsrail halkının büyük çoğunluğu işgali hâlâ desteklemekte, kolonyalizm politikasına karşı çıkmamakta.

Her şeye rağmen İsrail Arap ayaklanmalarının ruhundan muaf değil. Wisconsin’deki işçiler, Atina’da ayaklanan kamu çalışanları, Madrid’te Tahrir Meydanı yaratan gençler bu rüzgardan etkilenerek farklı taleplerle ortaya çıkarken Arap ayaklanmaları ruhunun payı büyük. İsrail’deki gösterilerin gerekçesi ise giderek kötüleşen ekonomik koşullar, konut ve kira fiyatları. Arap dünyasında olduğu gibi, İsrail halkı daha iyi bir gelecek, daha iyi yaşam şartları için sokaklara döküldü. Sokaklara yansıyan öfke Arap ayaklanmaları ile benzerlikler de taşıyor. Siyasi yelpazenin her kesiminden insanlar, Yahudiler, Araplar, gençler yaşlılar bir araya geliyor. İsrail tarihinde yaşanan bir ilk bu. İnternet üzerinden örgütlenen binlerce kişi hükümeti zorluyor. Talepler arasında, yıllardır bir “tehdit” algısı olarak kitlelere yansıtılan “düşman denizi içinde ada” benzetmesiyle sonu gelmez savunma harcamalarının kısıtlanması için askerlik süresinin kısaltılması da var. Netanyahu-Lieberman hükümetinin söylendiği gibi dış politikadaki başarısızlığından değil içerideki tepkiler nedeniyle çatırdaması daha muhtemel. Üstelik İsrail gibi gelişmiş bir ekonomide böylesi bir protesto zincirinin başlamış olması da yeni bir durum.

Araplar kendi koşullarını değiştirmek için sokaklara döküldü, baskıcı yönetimlerine karşı ayaklandı. Bu ülkelerinin geleceği henüz belli olmasa da belli olan, kendi ülkelerindeki siyasi statükoyu reddederek değişikliğe yönelmeleri. İsrail’de bu değişiklik, başlangıçta olmasa da ileride kaçınılmaz olarak dış politikası ve Filistin’deki uygulamaları üzerinde bir etkisi olacak gibi görünüyor. Ancak, İsrail’de kamuoyunun hedefindeki hükümetin özellikle Türkiye ile ilişkiler, Mavi Marmara saldırısı karşısındaki aymazlığı sadece koalisyon hükümetinin devamını sağlamaya yönelik olmaktan daha fazla anlam taşıyor.

İSRAİL “DEVLETİ” DİRENİYOR

İsrail’in Mavi Marmara vakasında kararsızlığı, özür dileme-dilememe arasındaki gidiş gelişleri, sağ eğilimli İsrail koalisyon hükümetinin karmaşık yapısından, hükümeti ayakta tutma gibi basit bir hesaptan, Dışişleri Bakanı Lieberman’ın günlük politik kaygılarından kaynaklanıyor gibi görünse de aslında İsrail “devlet” anlayışının, “derin İsrail”in geleneksel yaklaşımının bir uzantısı sayılabilir. Hiçbir devlet koalisyon hükümetini korumak için dış politikada ciddi sorun yaratan bir meselede bu kadar ısrarcı olamaz. Dolayısıyla İsrail’in geleneksel devlet anlayışının devreye girdiği söylenebilir. İsrail devlet anlayışı, uluslararası yasalara uymayarak, şiddet ve zor üzerinden kendi hukukunu uygulayarak, Filistin’in işgalini kendine hak görüp bu uygulamaları, kendini beğenmiş bir biçimde hayata geçirerek (ve tabii ki Washington’ın desteğinde) hareket etme üzerine kurulmuştu. “Kural tanımazlıktan” ödün verdiği takdirde varoluşunun sekteye uğrayacağı düşünülmekte. Türkiye’nin haklı talepleri kabul edilmiş olsaydı, İsrail “devleti” bunu bir yenilgi, kalede açılan bir gedik olarak algılayacak, uluslararası yasalara ilk kez uymuş ve alışkanlık haline getirdiği yasadışı uygulamalarından taviz vermiş olacaktı. Yani, uluslararası kararlara uyma anlamında yasal bir zemine gelecekti. Bu nedenle İsrail’in son tavrı çok da şaşırtıcı değil.

Gelinen noktada İsrail kendisini bölgede iyice tecrit etti. Arap ayaklanmalarını okuyamayan bir İsrail’in böyle altüst oluşlar yaşanırken, bir süre sonra çok farklı dengelerle karşı karşıya kalması olası. Böyle bir ortamda aynı bölgede kendine “müttefik” olabilecek tek ülke olan Türkiye’yi bilinçli bir biçimde kaybetmiş durumda. Yaşananlara aklıselim içinde yaklaşan bazı İsrailli yazar ve akademisyenler de aynı fikirde.

Türkiye’nin Akdeniz’de sefer serbestliği uygulamasına başlaması İsrail ile sürtüşme ihtimalini arttırıyor. Denizlerde bayrak göstermek “eski imparatorlukların” geleneği ve günümüzde “güçlü ülke olmanın” sembolü. Türkiye’nin adımı bir emperyal niyeti de ortaya koyar gibi.

Fakat artan bölgesel istikrarsızlıktan kaynaklanan daha genel bir bağlam da söz konusu; buna en başta Arap isyanları ve İran’la yaşanan sürtüşme de dahil. Yakın gelecekte Ortadoğu’da daha büyük bir savaş ihtimali bile var.

İşte bu bağlamda İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, Erdoğan’ı tekrar kazanma umudunu yitirmişe benziyor, Erdoğan ise bu karmaşık dönemde İsrail’le mesafe koymayı muhtemelen daha güvenli görüyor. Türkiye için bu, aynı zamanda kendi söylemini vurgulamak ve öncü rol oynama peşinde olduğu Müslüman dünyada belli bir halk desteği kazanmaya çalışmak yönünde bir şans.

Bu bakımdan ve Filistin meselesinin Araplar ve Müslümanlar arasında sempati yaratmayı sürdürdüğü göz önüne alındığında Türkiye İsrail’e yönelik tecrit politikasını ağırlaştırarak sürdürecektir.

Çünkü, sorun sadece Türkiye-İsrail krizinden kaynaklanmıyor. Arap ayaklanmalarının önümüzdeki dönemde siyasi ve askerî olarak ortaya çıkaracağı dengeler Türkiye ve İsrail’in de tavrında belirleyici olacak. Ama hepsinden öte bölgedeki altüst oluş İsrail’in kendi içinde ve ileride uygulayacağı politikaları da etkiyecek nitelikte.