Orgeneral Mustafa Muğlalı’nın emri ile 33 Kürt kökenli masum vatandaşımızın kurşuna dizilmesi ve sanki sınırdan giren çete ile asker arasındaki çatışmada ölmüş gibi sahte tutanak düzenlenmesi olayı 1943 yılında cereyan etmişti.1
Jandarmanın emniyet ve asayişinden sorumlu olduğu 32 vatandaşını öldürmesinin üzerinden 68 yıl geçti. Sayıları binleri aşan KCK operasyonu kapsamında, 25 Kasım 2011 tarihinde bu defa 33 avukat2 tutuklanarak cezaevine konuldu. İki olay arasında sembolik benzerlik dışında bir yakınlık olmadığı düşüncesi yanıltıcı olur. Kitle operasyonu ve avukat tutuklamaları öncelikle Kürt kökenli vatandaşlarımız üzerinde baskı, sindirme politikasının kılık değiştirerek devam ettiğini göstermektedir. Kriminal olaylarla demokratik taleplerin harman edildiği, adil yargılanma hakkının hiçe sayıldığı garip soruşturma ve davalar sürmektedir. İki olay arasında bir ortak payda daha vardır: O tarihte vatandaşlarımızın öldürülmesi nasıl taammüden işlenmiş cinayetse, toplu avukat tutuklamaları da telafisi olmayan “hukuk cinayeti”dir.
Avukatlar, hükümlü Abdullah Öcalan’la İmralı’da mesleklerini ifa ederken yaptıkları görüşmelerden yola çıkılarak gözaltına alınmışlardır. Gizlilik kararı nedeniyle savunma avukatları iddianın dayanaklarına tam olarak ulaşamamaktadır. Tutuklama gerekçesinde de dayanılan deliller yazmamaktadır.
Türkiye’de benzeri bir olay 15.11.1993 tarihinde yaşandı.
“ilk defa 19 avukat Diyarbakır’da toplu olarak, üstelik jandarma tarafından gözaltına alındı. 15.11.1993 tarihinde, itirafçı bir sanığın ifadesinden yola çıkan jandarma, 14 avukat,1 cezaevi müdürü, 3 infaz koruma memuru ve 3 kişiyi işbirlikçi zannıyla önce gözaltına aldı ve sevk edildikleri DGM Cumhuriyet Savcılığınca 9 avukat ve bir kişinin tutuklanması talep edildi. Avukatlara isnat edilen suç genellikle ‘kuryelik’ yapmaktı. Bilahare devam eden operasyonlarda gözaltına alınan avukat sayısı 19 a çıktı ve İstanbul’dan 2 avukat duruşma sonrasında gözaltına alınarak Diyarbakır’a gönderildi. Avukatlar uzunca bir süre tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakıldı. Bu işlemler sonunda Diyarbakır mahkemelerinde süren birçok dava avukatsız kaldı.”3
Geçen ay sonunda avukatların toplu tutuklanması suretiyle onlarca insanın müdafisiz bırakılmasının siyaseten tek bir anlamı vardır: Baskı, sindirme. Olay, 12 Eylül döneminde sıkıyönetim komutanlarının Ankara ve İstanbul baro başkanlıklarına yazı yazarak, “devletin şahsiyetine karşı suç işlediği iddiası ile haklarında dava açılan avukatların meslekten yasaklanması” talebini hatırlatmaktadır.4 O dönemde bile sıkıyönetim savcıları, siyasi davalara giren avukatları toplu tutuklamayı akıllarına getirmemiştir. 12 Eylül rejimi, siyasi davalara giren avukatlar üzerinde vergi daireleri kullanarak sadece mali incelemeler yaptırmıştır.
“Tutuklama” müessesi hakkında son dönemle oldukça verimli tartışmalar avukatların tutuklanmasıyla ilgili olarak da tekrar edilebilir. Ancak savunma görevi yürüten ve cezanın infazı aşamasında da aynı görevi devam eden avukatların tutuklanmasının farklı bir anlamı daha vardır.
AVUKAT BÜROSU NASIL ARANIR?
Olayı tekrar hatırlayalım: Aniden başlayan, özel yetkili savcılık ve özel harekat timleri tarafından yürütüldüğünü anladığımız bir soruşturma esnasında, avukatlar gözaltına alınmakta, büroları aranmakta, bulunan evrak, dosya ve kayıtlara el konulmakta, avukatlar tutuklanmaktadır. Bu süreç esnasında avukatların tabi oldukları özel prosedürlere riayet edilmediğini görmekteyiz. Avukatlık Kanunu’nun 58. ve Ceza Muhakemesi Kanunu’nun (CMK) 130. maddeleri avukatın bürosunun nasıl aranacağını özel olarak düzenlemiştir. Arama kararında aramanın hangi suçla ilgili yapıldığı, hangi suç delillerinin arandığı somut olarak yazmalıdır. Mevcut arama kararında “torba gerekçe” yer almaktadır. Avukat bürosunda arama bizzat savcı nezaretinde ve baro temsilcisinin gözetiminde yapılabilir. Savcı ve baro temsilcisinin büro aranmasında çok önemli görevi vardır. Avukat bürosunda sadece iddia edilen suçla ilgili bilgi ve belgelere bakılabilir. Suçla ilgili bir bilgi belge bulunduğunda el konulabilir. Savcı ve baro temsilcisinin görevi, arama yapılan delilleri önceden incelemek ve suçla ilgisi olmayanları polisin incelemesine imkân vermemek ve tüm arama sürecini bu tür şerhler düşülerek tutanağa bağlanmasını sağlamaktır. Bu düzenlemenin nedeni, avukat-müvekkil arasındaki sır dokunulmazlığının korunmasıdır. Bir insanın avukatına yardım talep ettiği konuyla veya özel hayatıyla ilgili-ilgisiz birçok şey anlatması, bilgi ve belgeler sunulması “etkin hukuki yardım” alabilmesi için elzemdir. Bu nedenle bir avukatın bürosunda yüzlerce insanın “kişisel veriler”i bulunur. Avukatın bu bilgi ve belgelerden müvekkili lehine olanları kullanması ise “savunma mesleği”nin temelidir. Avukat müvekkilinin aleyhine olan delilleri kullanamaz. İfşa edemez. Avukat bürosunun aranmasında özel usuller öngörülmesi de bu yüzdendir. Oysa yapılan aramalarda, avukatların bürolarında bulunan bütün bilgi, belgelere ve dava dosyalarına el konulmuş, avukat-müvekkil arasındaki sır dokunulmazlığı ilkesi ihlal edilmiştir. Arama sonunda, soruşturma konusuyla ilgili olmayan birçok gizli bilgi polisin eline geçmiş, gizlilik niteliği ihlal edilmiştir. Müvekkillerinin avukatına teslim ettiği sırları, gizli bilgileri polisin eline geçtiğinde burada yara alan öncelikle savunma mesleğidir, sonra yargı ve adalettir. Üstelik bu konuda Ceza Muhakemesi Kanunu’nda açık bir yasaklama normu mevcuttur.5
Savunma hakkının ayaklar altına alınması ayrıca açık bir insan hak ihlalidir. Bilindiği üzere sanıktan delile ulaşmak engizisyon dönemi soruşturma usulüdür. Anlaşılan Türkiye’de buna bir halka daha eklenmiş(!): “Avukattan delile ulaşma...” Avukatın evini, üstünü, bürosunu, bilgisayarını arayalım nasıl olsa suç delili buluruz, yaklaşımı; engizisyon zihniyetinin “modern görüntüsü”dür.
Akla hâlâ, “İyi ama başka türlü delil nasıl elde edilir?” diye bir soru geliyorsa; bu, engizisyon mantığının modern versiyonunun kanıksandığını, yani daha büyük bir tehlikeyi işaret eder. 2005 yılında yürürlüğe giren modern ceza usul hukukumuz, Türkiye’de ağırlığını hissettiren bu yaklaşımdan kurtulmayı hedeflemiş ve savcıya, adli kolluğa oldukça çeşitli-yeni delil toplama yetkileri vermişti. Henüz hukuk dünyasında üzerinde yeterince tartışılmamış yeni delil toplama yöntemleri Ceza Muhakeme Kanunu’nda; moleküler genetik incelemeler, beden üzerinden örnekler alınması, bilgisayarlarda, bilgisayar programlarında ve kütüklerinde arama, kopyalama ve el koyma,telekomünikasyon yoluyla yapılan iletişimin denetlenmesi, gizli soruşturmacı ve teknik araçlarla inceleme gibi normlarla düzenlenmiş durumdadır.
Ceza Muhakemesi Kanunu’muz, kanuna aykırı delillerin dosyadan çıkartılmasını, hukuka aykırı delillerin ise hükme gerekçe yapılmamasını (CMK, m. 230) düzenlemiştir. Yukarıda belirttiğimiz avukat bürolarından elde edilen delillerin hepsi “kanuna aykırı” delillerdir ve tutuklama dâhil hiçbir ceza muhakeme işlemine gerekçe yapılamaz. (CMK, m. 206) Bu yargılamanın sonuna doğru, hukuka ve kanuna aykırı delillerin tartışılmasına geçildiğinde, bu delillere göre karar verilemeyeceği açık olarak görülecektir.
MÜVEKKİLLE GÖRÜŞMELER, BİR AVUKAT İÇİN NASIL TUTUKLAMA GEREKÇESİ OLABİLİR?
Avukatların müvekkilleriyle yaptığı görüşmeler de gizlidir. Terörle mücadele mevzuatı elbette bu konuyu da sulandırmaktadır. Ancak Ceza İnfaz Kanununun6 59. maddesi açık olarak “Avukatların savunmaya ilişkin belgeleri, dosyaları ve müvekkilleri ile yaptıkları konuşmaların kayıtları incelemeye tâbi tutulamaz.” hükmünü getirmiştir. Kanunda bunun istisnası da bulunmamaktadır. Şu halde avukat-müvekkil görüşmesini gizlice dinlemek, kayda almak başlı başına kanunu aykırılık teşkil eder ve bir suçun delili olarak kullanılamaz. O zaman akla ister istemez şu soru geliyor? Savcı ve polisin elinde hukuka uygun bir delil bulunmuyor da, avukat bürolarında arama yaparak nasıl olsa delil buluruz diye mi düşünülüyor? İnsan hak ve özgürlüklerine saygılı bir ceza muhakeme anlayışı yerleştirmeye çalışılırken gelinen bu nokta; demokrasimiz açısından, sanık-müdafii hakları yönünden oldukça vahim bir tabloyu göstermiyor mu? Ayrıca MIT-İmralı görüşmeleri ve devlet görevlilerinin kuryelik yaptığı açığa çıkmış ve ilgili kurum tarafından tekzip de edilmemişken, bu görüşme kayıtları nasıl suç delili olabilir?
İster istemez bir diğer soru daha beliriyor: Madem son iki-üç yıldır avukat-müvekkil görüşmesi dinlendi ve bazı suç unsurları tespit edildi; o zaman şimdiye kadar neden avukatlarla ilgili bir soruşturma açılmadı? “Zamanı gelince kullanırız,” diye mi düşünüldü?
Savcı ve polisin yürüteceği bir soruşturmayı dışarıdan izleyen halk “görünürde bile adaletsizlik izlenimi”7 hissetmemelidir. Demokratik bir toplumda adalete olan güven başka türlü tesis edilemez.
TUTUKLANAN AVUKATLARIN MÜVEKKİLLERİ!
Bir avukatın tutuklanmasının onun yaptığı görevle ilgili olarak doğrudan sonuçları vardır. Avukat tutuklandığında aslında onun müvekkilleri doğrudan zarar görür. Üstelik bir avukat değil, onlarca avukat tutuklanıyorsa ve bunlar siyasi davalarda savunma görevi yürütüyorlarsa, haliyle, o siyasi davalardaki sanıklar avukatsız bırakılmış olur. 37 avukatın tutuklanması KCK davasının ve diğer siyasi suçlardan sanık onlarca insanı savunma hakkından mahrum bırakmıştır. Bu durumda “yerlerini başka avukatlar alır,” da denilemez. Bir avukatın, müdafilik görevine ilk andan itibaren katılmadığı bir davada “etkin savunma” görevi yapabilmesi çok kolay değildir. Üstelik onlarca klasöre yayılan davaları anlamak, delilleri tek tek incelemek, özümsemek, muhakeme sürecine müdahale etmek davaya yeni katılan bir avukat için insanüstü çaba gerektirir. Bu nedenle avukat tutuklandığı zaman aslında onun müvekkilleri, “etkin savunma” hakkından mahrum bırakılarak cezalandırılmış olur.
ÖRGÜT AVUKATLIĞI
Dünyada ve Türkiye’de en zor iş polisin soruşturma yürüttüğü siyasi örgüt davalarında sanık avukatlığı yapmaktır. Müdafii, müvekkiline suçlama yöneltildiği andan itibaren soruşturmaya sanık hakları açısından bakar. Bu anlamda hak ihlali varsa polisi, savcıyı sıkıştırır, açıklama, delil, bilgi talep eder. Dosyayı incelemek ister. Müdafii ve savcı-polis her aşamada karşı karşıyadır. Savcı şüpheli aleyhine delil toplayarak iddiasını ispata çalışırken, müdafii bu delilleri çürütmeye, delil toplanmasında hukuka aykırılık varsa itiraz etmeye, tartışmaya çalışır. Henüz “maddi hakikat” bilinmemektedir: Muhakeme süjeleri usulü işlemler üzerinden çatışacaklar, birbirlerini çürütmeye çalışacaklar ve hakikat ortaya çıkacaktır. Sanık ve müdafii hakları bu nedenle vardır. Bir anlamda müdafii savcı-polisin işini zorlaştırır. Bu nedenle de polis olaya sanık hakları penceresinden bakmaz. Yaptığı işin doğruluğunu ispata çalışır. Savcı ve mahkeme polisin bu bakış açısının farkında olarak kolluk işlemlerini ayıklamaz, bu işlemleri ceza muhakeme hukukuna uygun hale getirmezse, hatta savcı-polis birlikte hareket ederse ortaya adalet değil, hilkat garibesi dosyalar çıkar. Polis-savcı siyasi davalarda giderek, müdafiye hasım gözü ile bakar. Öyle ya onlar açısından suç sabittir; mahkemeye düşen görev sanıklara uygun cezaları vermektir!!! Savcı-polisin avukatı hasım olarak görmesi, avukatlara karşı hasmane tutum ve davranışlara da yol açar.8 Bir süre sonra bu avukatlar, örgüt mensuplarını savunan olarak değil, bizzat örgüt mensubu olan avukatlar, örgüt avukatları olarak görülmeye başlanır. Bu zihniyetin gelebileceği en son nokta ise, bir örgüt davasında savunma görevi üstlenen avukatları “o örgütün üyesi” olarak tutuklamaktır. Mevcut terörle mücadele mevzuatı kapsamında ne kadar da kolaydır bu: Örgüt üyeleriyle avukatlık kimliği kullanılarak görüşülmekte, temas sağlanmaktadır; bazı SMS kayıtları, telefon-internet görüşme log’ları vardır. Sanıklarla görüşmeler gizlice dinlenmiştir. Örgüte yardım ve yataklık yapılmaktadır. Suç sabittir. Bir avukatın tutukluluk süresini bu yöntemle 10 yıla kadar uzatabilirsiniz...
Böylece hem avukatlar cezalandırılmış olunur, hem de örgüt üyelerinin “sabit olan suçu”na karşı savunma fonksiyonu zayıflatılmış olur. Manzaraya ceza muhakeme hukuku açısından bakıldığında ise; siyasi örgüt mensuplarının savunma hakları ve onları savunan avukatların müdafilik görevi ve savunma hakları ayaklar altına alınmış durumdadır.
HAVANA KURALLARI9
Başta siyasi davalarda olmak üzere; soruşturmaya karar verenler, yürütenler açısından avukatların “hasım” gibi görülebileceğine değindik. Tüm dünyada geçerli olan bu sakat eğilime karşı mücadele ihtiyacı ve savunma hakkına verilen önem Havana Kuralları’nıdoğurmuştur. Adaletin küresel alfabesi mahiyetindeki bu bildiriye göre, avukatlık faaliyetleri güvence altına alınmalıdır. Avukatlara verilen haklar bir imtiyaz olarak değil, “etkin savunma hakkı”nın gereği olarak görülmelidir. İnsanlığın üzerinde uzlaştığı bu hükümlerin yorum yapılmaksızın sadece okunması bile, KCK davasında avukatların tutuklanmasının ne anlama geldiğini gözler önüne serecektir: Havana Kuralları’na göre, hükümetler avukatların;
“16-a) hiçbir baskı, engelleme, taciz veya yolsuz bir müdahaleyle karşılaşmadan her türlü mesleki faaliyeti yerine getirmelerini; b) yurtiçinde ve yurtdışında serbestçe seyahat etmelerini ve müvekkilleriyle görüşebilmelerini; c) kabul görmüş mesleki ahlak kurallarına, görevlerine, standartlarına uygun faaliyette bulundukları için kovuşturma veya idari, ekonomik veya başka tür yaptırımla sıkıntı çekmemelerini veya tehditle karşılaşmamalarını sağlar. 18- Avukatlar görevlerini icra etmeleri nedeniyle müvekkilleriyle veya müvekkillerinin davalarıyla özdeşleştirilemezler. 19- Bir avukat, ulusal hukuka ve uygulamaya göre ve bu prensiplerle bağdaşır bir biçimde müvekkili tarafından azledilmedikçe, huzurunda avukatlık yapma hakkına sahip olduğu mahkeme veya idari makam tarafından bu makamların önüne çıkma hakkından yoksun bırakılamaz. 22- Hükümetler, avukatlar ile müvekkilleri arasında mesleki ilişkiler kapsamındaki bütün haberleşme ve görüşmelerin gizli olduğunu kabul eder ve buna saygı gösterir.”
Avukatların toplu tutuklanmasını haklı göstermeye çalışanlar, “Avukatlar suç işlemez mi, onlara suç işleme imtiyazı mı tanıyacağız?” argümanına dayanırlar. Avukatların suç işleme serbestisi tabii ki yoktur. Ancak bu soru; özellikle siyasi dava müdafilerinin haklarını güvence altına alan demokratik bir ülkede sorulabilir. Böyle bir ülkede de zaten bu kadar avukat toplu olarak aynı gerekçe ile tutuklanamaz. Terör örgütü üyesi bir avukat varsa, ancak somut, doğrudan delillerle itham altında bırakılabilir. Bu durumda dahi tutuklanmasının gerekip gerekmeyeceği, müvekkillerinin savunma hakkına zarar verilip verilmeyeceği hususu göz önünde tutularak karara bağlanır.
ÇEŞİTLİ AÇIKLAMALAR
37 avukatın “aynı gerekçe” ile toplu olarak tutuklanması, dünyanın her yerinde çok önemli bir olaydır. Tüm savunma örgütlerini, siyasi aktörleri, toplumu ayağa kaldıracak vahamette bir olaydır. Nitekim avukatların tutuklandığı gün Türkiye Barolar Birliği Başkanı, Diyarbakır ve İzmir baro başkanları mahkeme önündeydi. Avukatlar da meslektaşlarını “savunmanın savunulması” gerekçesiyle yalnız bırakmadılar. Uluslararası hukuk kurumları konuyla ilgili açıklamalar yaptılar, hükümet yetkililerine mektuplar yazdılar. Ne yazık ki, 12 avukat üyesi tutuklanmak üzere adliyeye sevk edilen İstanbul Barosu yönetimi adliye önünde bulunmamaktaydı. 12 Eylül döneminde kendi baro başkanı Orhan Adli Apaydın’ı; “uyduruk gerekçelerle 3 yıl tutuklanması ve tedavi için yurtdışına çıkış izni verilmemesi nedeniyle tahliye olduktan kısa bir süre sonra kaybeden,” üstelik Ergenekon dava sürecine, “yargıya müdahale anlamına gelecek” mahiyette dilekçe yazmaktan çekinmeyen dünyanın en büyük barosunun bu konuda reaksiyonda bulunmaması çok ciddi hukuki/mesleki ayıptır... Avukat bürolarının aranması esnasında, baroyu temsil eden avukatların suçla ilgisi olmayan belge-bilgi ve çeşitli müvekkil dosyalarının çuvallara doldurulup götürülmesi karşısında, arama tutanaklarına ihtirazi kayıt düşüp düşmediklerini, baronun bu konuda savcılık nezdinde suç duyurusunda bulunup bulunmadığını da henüz bilmiyoruz.
Başbakan’ın açıklaması ise gerçekten tüyler ürpertici. Henüz soruşturma aşamasında olan, masumiyet karinesi uyarınca suçlanamayacak avukatların “suç örgütü üyesi olduğu” Başbakan tarafından ilan edilebiliyor. Başbakan, avukatların, onların müdafilerinin henüz bilmediği şeyleri biliyor; avukatların suçlu olduğundan emin... İcra organının başı başbakanın “adli görev”leri de mi var? Hani “yargı bağımsız”dı!10
İnsanın aklına ister istemez, 1938 tarihli eski Avukatlık Kanunu’nun 117. maddesi geliyor. “Mevzuu irtica olan yahut milli vahdet ve şuurla telifi mümkün olmayan fiillere müteallik davaları deruhte etmeyi itiyat edenler, disiplin takibatına lüzum kalmaksızın baro idare meclisinin talebi üzerine Haysiyet divanı kararıyla meslekten çıkartılabilirler.” Şimdi buna bir cümle daha eklemek gerekiyor: “Bu tür avukatlar hakkında savunmayı itiyat edindikleri örgüt mensubiyetinden dolayı behemehâl dava açılır.”
Dipnotlar
1 Aslında 32 kişi kurşuna dizildi. Öldürülecek insan sayısı bilindiği için tutanak önceden tanzim edilmişti. Bir kişinin son anda MİT mensubu olduğu gerekçesiyle kurtulmasına rağmen tutanağın değiştirilmesi unutulmuştu. İsmail Beşikçi, Orgeneral Muğlalı Olayı, Otuzüç Kurşun, Belge Yayınları, 1991 s.79.
2 Bianet, 26 Kasım 2011. Bu rakam daha sonra 37 avukata yükselmiştir.
3 Haluk İnanıcı, “Cumhuriyet Türkiye’sinde Bir Meslek, Avukatlık”,21. Yüzyılda Avukatlık ve Baro, Legal Yayınevi, 2008, içinde, s. 182.
4 Nokta, Kasım 1984, sayı 3.
5 “El konulamayacak Mektuplar, Belgeler. Madde 126 - (1) Şüpheli veya sanık ile 45. ve 46. maddelere göre tanıklıktan çekinebilecek kimseler arasındaki mektuplara ve belgelere; bu kimselerin nezdinde bulundukça el konulamaz.” Avukatlar da bu kapsama giren kişilerdir.
6 5275 Sayılı, Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun
7 Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6. Adil Yargılanma Hakkı, yargılama esnasında “Görünürde bile adaletsizlik izlenimi” doğmaması ilkesini de içermektedir.
8 Bu hasmane tutumu savcı-polisten tüm devlet birimlerine kadar genişletebiliriz. i)Siyasi davalarda görev üstlenen avukatlar emniyette dövülebilirler. Örnek, Avukat Murat Çelik/Bedii Yarayıcı olayı: Ankara DGM Başsavcılığınca yürütülen bir soruşturmada gözaltına alınan İstanbul barosu avukatlarından Murat Demir ve Bedii Arayıcı 19.6.1991 tarihinde televizyonda terörist olarak teşhir edilmişlerdir. Maruz kaldıkları işkence raporlarla tespit edilmiş, işkencenin izleri bizzat baro başkanı tarafından görülmüştür; ii) şüpheli operasyonlarda ölebilir. Örnek, Avukat Fuat Erdoğan olayı: Avukat Fuat Erdoğan 28 Eylül 1994 tarihinde İstanbul’da bir kafeteryada sendikacı ve mühendis arkadaşlarıyla oturmaktayken kolluk güçleri tarafından vuruldu. Polis kayıtlarında silahlı çatışma sonunda öldüğü belirtildi. Ancak otopsi raporlarıyla Fuat Erdoğan’ın ensesine sıkılan tek kurşunla, öldürüldüğü ortaya çıktı. Sanık polisler beraat ettiler; iii) savunma görevi üstlendikleri önemli siyasi davalarda yaptıkları işlemlerden dolayı açılan davalarda yargılanabilir, yıllarca sanık sıfatıyla mağdur edilebilirler. Örnek, Avukat Cem Alptekin olayı: 16 Mart Katliamı davasında üstlendiği müdahil avukatlığı görevini layıkıyla yaptığı için, MİT’in şikâyeti üzerinde, davada kullandığı, üstelik daha önce Uğur Mumcu tarafından köşesinde ifşa edilen bir belgenin, güya gizli olması nedeniyle iki ayrı davada devlet güvenlik mahkemesi ve ağır ceza mahkemesinde 10 yıl boyunca yargılandı; iv)çeşitli yollarla tehdit edilebilirler, vb...
9 “Avukatların Rolüne Dair Temel Prensipler” (Havana Kuralları); 27 Ağustos-7 Eylül 1990 tarihleri arasında Havana’da toplanan Suçların Önlenmesine ve Suçların Islahı üzerine Sekizinci Birleşmiş Milletler Konferansı tarafından kabul edilmiştir
10 “Asrın Hukuk Bürosu diye bir yer var. İmralı’nın avukatları bu büroya bağlı. Sürekli avukat değiştiriyorlar. İmralı’ya tek avukat gitmiyor. İmralı’ya giden avukatlar bir şekilde Kandil ile İmralı arasında kontak kuruyor. Son zamanlarda bu görüşmeler olmuyor. Birkaç aydır iletişimin kopuk olma sebebi bu.” http://www.etha.com.tr/Haber/2011/11/22/guncel/48-avukat-gozaltinda/, http://www.birgun.net/actuels_index.php?news_code=1321955388&year=2011&month=11&day=22, Başbakan bu davayı yakından takip ediyor ve diğer süpheliler hakkında da benzeri açıklamalarda bulunuyor: “Tutuklanan hiçbir belediye başkanı,belediye hizmetlerine, ya da siyasi faaliyetlerine bakılarak tutuklanmamıştır.... Her biri, belgesiyle, deliliyle, terörle olan ilişkisine, hukukun dışına çıkan faaliyetlerine bakılarak gözaltına alınmış ya da tutuklanmıştır.” Başbakan’ın 29 Kasım 2011 tarihli Ulusa Sesleniş konuşmasından, www.tbbm.gov.tr. “Şu anda tutuklu ve hükümlü olarak cezaevinde, mesleği ‘gazeteci’ olarak kayda geçen 27 kişi var. Bu kişilerin biri bile gazetecilik faaliyetinden dolayı içeride değil. Anayasal düzeni zorla değiştirmeye kalkışmak, silahlı terör örgütüne üye olmak, nitelikli yağma, ateşli silah bulundurmak, resmi belgede tahrifat. Mesleği gazeteci olarak geçen 27 kişinin cezaevinde bulunma gerekçeleri işte bunlar.” http://bianet.org/bianet/ifade-ozgurlugu/128433-basbakan-gazetecilerin-yargici-mi