30 Mart nasıl okunmalı?

Birikim’in son sayısında henüz belli olmayan 30 Mart seçim sonuçlarının öncelikle ve asıl olarak AKP’nin alacağı oy üzerinden “okunması” gerektiğini belirtmiş ve bu okumanın da Türkiye toplumunun “ortalaması”nın “insanîlik, ahlakîlik ve medenîlik notu”nu göstermiş sayılacağını söylemiş idik.

Ki o cümleler yazıldığında ortada “sadece” malum yolsuzluk dosyaları, tamamen keyfi, açık kanıt gösterilmeksizin yargı ve polis teşkilatının hallaç pamuğu gibi atılması, medyayı denetim altına alma operasyonları ve ihaleye fesat karıştırma ile ilgili gayet ciddi iddialar vardı. Ve henüz Suriye’ye savaş açmak için provokasyon tertipleme tasarıları ve yine aynı ülkeye yönelik, isyancılara kimyasal silah sağlamak ve kullanmalarını teşvik etmek gibi son derece ağır insanlık suçları işlendiğine dair ciddiye alınmaması imkânsız iddialar kamuoyuna yansımamıştı.

Ancak ne yazık ki yansıdığında da AKP’ye oy verecek seçmenin kararını –yeniden gözden geçirme ihtiyacını şu veya bu ölçüde duysa da– değiştirmesinin düşük bir ihtimal olduğunu biliyorduk. Çünkü neredeyse iki yıl önce Birikim’in 280/281. (Ağustos/Eylül 2012) sayısında AKP’nin omurgasını oluşturan –orta sınıf– seçmen kitlesinin AKP ve özellikle Recep Tayyip Erdoğan’ın o külhanî tarzıyla otoriterleşmesini nasıl karşıladığına dair yazdıklarımız aklımızın bir köşesinde duruyordu. O yazıda şöyle demiştik:

Recep Tayyip Erdoğan ve etrafındaki AKP ekabiranı son icraat dönemleri sicilinin ... lekelerle, açık baskı, tehdit ve huşunet gösterileri ile ... oldu bittiler yapma pervasızlıkları ile yüklü olmasına rağmen, kendilerini iktidara taşıyan Türkiye orta sınıfının, omurgasını bunların oluşturduğu seçmen kitlesinin nezdinde puan ve itibar kaybetmediklerini, aksine bunlar sayesinde destek halkalarının daha da genişleyeceğini hesaplamış olmalıdırlar...

Süfli ama ne yazık ki doğru çıkma ihtimali de yüksek bir hesaptır bu.

(Birikim 280/281. s. 9)

Nitekim, bunlar yazıldığından altı ay kadar sonra, güvenilir araştırma kuruluşu KONDA, 2013 başlarında AKP’nin desteklenme oranının % 54’e kadar yükseldiğini saptıyordu. Yine aynı kuruluşa göre Gezi olayları sürecinde bu oran bir parça düşmüş ama ardından yine % 54 seviyesine çıkmıştı.

Gezi isyanının bu yükselme trendini durdurduğu ama destek oranını düşürmediği, 2013 Güz’ünde yapılan anketlerde görülüyordu. Recep Tayyip Erdoğan’ın ve ona tâbi AKP medyasının Gezi isyanını, bu parti seçmenini on yıllar boyu aşağılamış, kendi “çağdaş yaşam” tarzlarını bir üstünlük ve imtiyaz imişçesine dayatmış zümrelerle özdeşleştirme gayretlerinin “başarılı olduğunu” yansıtıyordu o anketler. Recep Tayyip Erdoğan’ın bu çabasında açıkça yalan ve iftiraya başvurması bile sonucu etkilememiş hatta belki de pekiştirmiş görünmekteydi. Öyle anlaşılıyordu ki; Recep Tayyip Erdoğan ve partisi, iktidarın otoriterleşmesini, kıyıcılaşmasını ve bu arada demokratik kural ve teamülleri çiğneyebilmesini AKP destekçisi kesimin bizatihi kendisinin “güçlenmesi” gibi algıladığını, oy verdiği parti ve liderinin böylece yansıttığı “güçlülük” ile kendini özdeşleştirmenin hazzına kapıldığını bilmekte; bu algı ve duygu halini beslemenin en önemli ve etkili kozları olduğuna giderek daha fazla inanmaktadırlar.

Asgari demokratik ve ahlaki kural/ölçütleri büyük çoğunlukça içselleştirmiş bir toplumda bir hükümetin derhal istifa etmesini gerektirecek 17 Aralık’ta patlak veren rezalet karşısında bile Recep Tayyip Erdoğan ve ekibi bu koza yaslanarak direndi ve üstelik yargı ve kolluk gücünü darmadağın etmekle başlayan bir karşı saldırıya geçebildi. Ve 30 Mart’ın sayısal sonuçlarına bakılırsa amacına da ulaştı.

Böylece o kozun ne denli güçlü ve kullanışlı olduğunu hep birlikte görmüş ve öğrenmiş olduk.


Öğrendiklerimizin en başında ve esasında yer alan şu: Çoğunluğunu AKP’ye oy verenlerin oluşturduğu % 70’i muhafazakâr bu ülkede bırakın demokratik olmayı, medenî olmak anlamında bile bir toplum vardır denilemez; birtakım kimlikler etrafında birleştiklerini addeden toplulukların aritmetik toplamı olan bir ahali var denilebilir ancak. Çünkü medenilik o medeniyete mensup olanların tamamı için eşit derecede geçerli kural, değer ve kurumların varlığı ile ölçülür. Bunların çeşitliliği oranında da o medeniyetin “yüksekliği”nden bahsedebiliriz. Hukuk, yasalar da bu kurumların en ön sırasındadır. Eğer hukuk, yasalar ve hatta teamüller, o medeniyet dairesi içinde kişinin kimliğine bakılarak uygulanıyorsa, fiiller failin kimliğine göre farklı değerlendirilir olmuş ise o medeniyet çöküyor veya çürümekte demektir. Çünkü kural ve değerlerin kimliğe göre farklı uygulanması, atfedilmesi medeniyet-öncesine aittir. Kabileler toplamı olan bir ahali olma durumu, kabile asabiyetlerinin geçerli olduğu zihniyet dünyalarına özgüdür.

Bunları derken günümüze kadarki tüm medeniyetlerde yönetici sınıf ve zümrelerin o medeniyetlerin hukuku ve yasalarınca tanınmış imtiyazları olduğu gerçeğini unutuyor değiliz. Ancak burada durumu o medeniyetlerin çerçevesi içinde yer alan topluluklar üzerinden ele alıyoruz. Ve hukukun, kural ve değerlerin “kimliklere bakılarak işletilmesinin” toplum olmayı, medeni olmayı peşinen ketlediğini veya edinilmiş bir toplum/medeni olma halini çökerttiğini, çürüttüğünü söylüyoruz.

Osmanlı İmparatorluğu ve onunla birlikte çöken Osmanlı medeniyetinin enkazı üzerinden yeni ve medenî bir Türk(iye) toplumu inşası için kurulan Cumhuriyet Türkiyesi’nde hukukun, yasal uygulamaların baştan beri en sorunlu boyut olduğu, malumdur. Bu sorunun siyaset alanına, siyasetin hukukuna gelindiğinde daha ağırlaştığını da biliriz. Ama şunu da belirtmek gerekir ki tüm çarpıklıklarına, güdüklüğüne rağmen Türkiye’de hukuk ve yargı düzeni yolsuzluk gibi kamusal görev ahlâkına aykırı vakalarda Batı/modern uygarlığa özgü belli ölçütleri oturtturmaya kararlı olmuş ve bu alanda diğerlerine nisbetle daha az sorunlu olagelmiştir. Özellikle devletin, yönetimin üst kademelerinde vuku bulan yolsuzluk olaylarında titiz olmaya çalışılmıştır. Yolsuzluk tesbiti veya şayiası üzerine kendi hükümeti tarafından mahkemeye verilen birçok bakan ve yüksek görevli olmuştur.

Ve bunlardan pek azının dosyası 17 Aralık’ta mahkemeye sevk edilen AKP’li dört bakanınki kadar bol ve açık kanıtlı idi. Medeni bir toplumda aksi düşünülemeyecek bir davranış olmasına rağmen o bakanların, derhal istifa etmemeleri Türkiye ölçülerine göre bile kabul edilemezdi. Nitekim olay günü pek çok AKP’linin de beklediği bu idi. Ama anlaşılan bizzat Başbakanın emriyle istifa etmeyen bakanlar, bir hafta sonra yapılan geniş çaplı kabine değişikliğinin bir parçası olarak, sanki normal bir kabine revizyonu içinde görevi devrediyorlarmışçasına bakanlıktan ayrıldılar. AKP iktidarına kadar çok büyük ölçüde uyulduğunu az önce söylediğimiz, 17 Aralık’a kadar onun da riayet edeceğini farz ettiğimiz bir istifa teamülüne niçin uyulmamış olduğu sıradan bir usûl-şekil sorunu kesinlikle değildir. Bahsettiğimiz toplum olma-medenilik durumu ile doğrudan ilişkili ve gayet “manidar” bir noktadır.

Bakanların kabine revizyonu görüntüsü/şekli içinde görevlerinden ayrılması, Recep Tayyip Erdoğan’ın ve onun “biatlısı” olan partisinin o kişileri suçlu/şaibeli addetmediğinin ilanıdır. Bu hiç şüphesiz geçerli hukuk ve teamüller dahilinde kabul edilmesi mümkün olmayan bir ilan ediştir. Ama zaten Bay Erdoğan kendisini o hukuk ve teamüllere uymaya zorunlu saymamakta ve ayrıca –Gezi olayları sırasında neredeyse apaçık biçimde ifade ettiği gibi– “millet” derken kasdettiği AKP’li seçmen kitlesinin de o hukuk ve teamüllere aldırmaması gerektiğini telkin etmektedir o ilan ile. Devam etmeden önce bu telkinin arka planını gayet özetle de olsa hatırlatmamız gerekiyor.

Erdoğan’ın bu tavrı ile seslendiği, “millet”in-kabilelik halinden tevarüs edilmiş “asabiyye”sidir. İbnî Haldun’un klasikleşmiş eseri Mukaddime’de özetle kabilelerin diğer kabilelere karşı kendi varoluşunu koruma, birliğini pekiştirme ve gücünü arttırma azminin önceliği olarak içeriklendirilmiştir. Bu duygu/algı “format”ı, kabileler bir şehir (medine) etrafında bir araya geldiğinde bir üst –ama içerik/nitelikçe pek farklı olmayan– asabiyye türetmek zorundadır der İbnî Haldun. Medenileşmenin bu ilk eşiği geçildikten sonra örneğin şehir/medinelerin bir din etrafında birleşmeleriyle, yine içeriği esasta değişmeyen bir ümmet asabiyyesi, böylece oluşan medeniyetin harcı değerindedir İbnî Haldun’a göre.

Müslümanların, özellikle Sünni Müslüman elitlerin sosyopolitik düşünüşünü son yarım bin yılda Kur’an’dan sonra en fazla belirlemiş eser diyebileceğimiz Mukaddime’nin kilit kavramı olan asabiyye, kolayca çıkarsanabileceği üzere bütün insanlığı kapsayabilecek bir “form”a erişemez. Her ne kadar ilk bakışta bütün insanlığın aynı dinin mensubu olması ile bu mümkün gözükse de; asabiyye kavramının esası “başka”sının, ötekinin varlığı ve hep var olacağıdır. Onun “işler” olmasının zorunlu koşuludur bu. Asabiyye ötekine karşı oluşla, bunun önceliği ve belirleyiciliği ile tanımlanır ve içeriklendirilir esas olarak. O nedenle de Şii ve Sünni İslâmi sosyo-politik ve hukuki düşünüşün ana mecrası başkaları/ötekilerle eşitliği ne kabul edebilir ne de sindirebilir.

Bunu, ümmetin veya onun bir parçası olarak milletin “başkaları” ile güç ilişkilerini doğrudan ilgilendiren konularda/sorunlarda derhal su yüzüne çıkmaya hazır halde görebiliriz. Öteki/başka olanın diğer bir devlet, aynı devlet içindeki gayri Müslim azınlıklar olması da şart değildir. Tüm İslâm tarihinin gösterdiği gibi “resmî”, hâkim mezhebin dışında olanlar veya yakın tarihte görüldüğü üzere İslâmî toplumlarda dini gerekçelerin –kabaca ifade edersek– modernleşmenin gerekleri karşısında ikincilleşmesini savunan kesim ve akımlar da güç ilişkisinin-çatışmasının düzeyine göre yok edilmesi elzem öteki/kâfir pozisyonunda dahi görülebilirler.

Asıl üzerinde durmak istediğimiz nokta; bu gibi durumlarda “asabiyye”ye seslenmenin, yani durumu asabiyyenin “mantığı” içinde görmenin, ona göre davranılmasını istemenin ne demek olduğudur. Recep Tayyip Erdoğan’ın, 17 Aralık’ta bakanlarının rezaleti teşhir edildiğinde bu olgunun kendisini değil, tam aksine bu olgunun önümüze getirilmiş olmasını işaret etmesi asabiyye mantığını harekete geçirmenin ilk adımıdır. Olgunun/yolsuzluğun failleri ile onu önümüze getiren faillere bakılmasını ve hangi failin “bizden” olduğuna göre tavır alınması çağrısıdır bu. Asabiyye, olguya ve onun unsurlarına benzer her olguda geçerli sayılacak nesnel veya ahlâkî kıstaslar-değerlerle bakılmasını değil; olguda yer alan kimliklere bakılmasını ve her durumda bizden olandan yana, onunla birlikte tavır alınmasını empoze eder. Recep Tayyip Erdoğan da bizden olanların rezaletin failleri olduğuna bakmayın, onların bu duruma düşmesini, yani “bizim” ciddi bir güç kaybına uğramamıza yol açacak, “öteki”leri güçlendirebilecek bir girişimde bulunan “bizden sandığımız” “hainler”e bakın; bir düşmanlık veya ihanet karşısında asabiyyenizin gerektirdiği gibi “bizden” olanlarla sımsıkı bir dayanışmaya girin demektedir. Ve eklemiş olmaktadır ki; rezaleti teşhir edilenler de “bizden” olduğuna göre onları da dıştalamayın, aksine sıkıca kucaklayın. Bu “bize” karşı “millete” karşı yapılmış bir darbedir demenin talep ettiği ilk adım budur. Üstelik bu darbenin “millet”in bir “İstiklal Savaşı vermesini gerektirecek derecede ağır bir darbe olduğunu vurgulayarak; hukukî, insanî ve ahlakî normlar gibi asabiyye mantığı ile hiç de barışık olmayan unsurların etkisine bir ölçüde de olsa girmiş kimi millet mensuplarına da hem gözdağı verilmiş; hem de “bizimkilerin de suçu yok mu acaba” yollu itiraz ihtimalleri de tamamen kapatılmıştır. Böylece “millet”, rezalet olgusu ortada değilmişçesine ve dolayısıyla nasıl vuku bulduğu sorulmamacasına bir ağır tehlike psikozu içine sokulmuş olur. “Darbe”nin, tehlikenin nereden ve nasıl doğduğuna değil, bunların “bizim” varoluşumuzda, gücümüz üzerinde hangi olumsuz etkiler yaratabileceğine odaklanmak; bunun ürpertisiyle öfkelenmek ve bu öfkeyi öteki/hain üzerine boşaltma fırsatını kollama faslına geçilir ardından.

Asabiyye mantığı “tehlike”yi doğuran rezaletin faillerini bu alarm durumu yok oluncaya kadar unutmuş gibi yapmayı, dahası masum gibi davranmayı gerektirir bu safhada. Hatta kahramanlaştırmaya bile gidebilir, “Öteki”lerin millete karşı varoluşsal düşmanlıklarını üzerine yansıttığı kurbanlar gibi de görebilir onları. O nedenle yolsuzluk rezaletinin failleri olan bakanların ilk şaşkınlık-panik hali geçtikten sonra “millet”in içinde hiç de utanma belirtisi göstermeksizin dolaşmaları, kürsülere çıkıp nutuk atmaları, mağdur kahramanlar imişçesine bir söylem tutturabilmeleri duruma dışarıdan bakanları bile utandırabilir, iğrendirebilir. Ama bu durum teyakkuz halindeki asabiyye mantığı içinde “normal”dir. Nitekim bu mantığa sarılmanın başlatıcısı ve baş körükleyicisi olarak Başbakan Erdoğan 30 Mart gecesi AKP genel merkezi balkonunda ağır töhmet altındaki çocukları ve ailesi ile birlikte düşmanlarını, hainleri ve tehlikeyi, hiddet saçan sözlerle bir kez daha anlattığı nutkunu irad ederken o bakanlardan biri yanıbaşında, bazı diğerleri ise yakınlarında idi.

Bu yazının ana fikri açısından detay sayılacak bir noktaya da geçerken işaret edelim. Bay Erdoğan’ın 17 Aralık sonrasında bu denli saldırgan bir tutum takınmasının kestirmeden bir açıklaması olarak yolsuzluk sorgulamalarının er geç kendisine ve ailesine dokunacağını ta başından bilmesi ve o nedenle de soruşturmanın kanallarını olabildiğince kapatmanın gerekçesini kendi seçmenleri nezdinde sağlamak için o darbe-komplo vaveylasını çıkarmaya ihtiyacı olduğu ileri sürülebilir. Bu açıklamanın içerdiği gerçeklik 17 Aralık’tan bir süre sonra kamuoyu önüne sürülen kanıt ve karinelerle doğrulandı. Ancak bu yazıda yapılan açıklama, özel olarak 17 Aralık ve sonrasından bahsediyor olsa da; Bay Erdoğan’ın “millet asabiyyesi”ni tahrik ve organize etme yönelimine girişi çok daha önceden başlamıştı. Bunu Gezi isyanı öncesinde zımnen, isyan sırasında ve ertesinde ise açıkça ve etraflıca zaten anlatmış idik. 17 Aralık, onun ve partisinin –bir tarih vermek gerekirse– kazanacaklarını önceden bildikleri 2009 seçimi ertesinden itibaren yürürlüğe koyduğu uzun vadeli bir politik stratejinin “hızlandırıldığı” bir dönemeç sayılmalıdır dolayısıyla.


Recep Tayyip Erdoğan’ın başta yıllardır en sıkı müttefiki olan Gülen Cemaati olmak üzere yolsuzluk iddialarını ciddiye alan herkesi, tüm muhalefet partilerini en ağır sıfatlarla düşmanlaştırarak AKP’li seçmen kitlesini millet asabiyyesi ile tavır almaya ve bunu bir İstiklal Savaşı verircesine yapmaya teşvik ve tahrik etmeye dayalı 30 Mart kampanyası, seçimin sayısal sonuçlarına bakıldığında amacına ulaşmış, “başarılı” olmuş görünüyor.

Ancak sadece bu görüntüden ibaret bir başarıdır bu. AKP kadrolarının büyükçe bir kısmının katılır gibi yapıp, bir bölümünün ise açıkça sessiz kaldığı bu kampanyayı esas olarak Recep Tayyip Erdoğan ve onun çevresindeki çoğu ikbalperest dar bir ekip yürütmüştür. Kampanyanın dil ve yöntemlerine açıkça arka çıkan pek az AKP yetkilisi olmakla birlikte AKP örgütünün tutum ortalaması “İstiklal Savaşı” verme havasının çok altındaydı. Ortalama AKP seçmeninin destek verme canlılığı da geçmiş kampanyalarla kıyaslandığında dikkate değer ölçüde sönükleşmişti. Erdoğan ve militanlarının dilsel şiddet ve şirretliği, hakaret ve öfke dozunun aşırılığı ile bu tahrik ve teşvik kampanyası ile yönlendirilmek istenen AKP’li seçmenin durgunlaşmış desteği arasındaki orantısızlık fark edilmez gibi değildi. Ayrıca eklemek gerekir ki; aylarca bu ağır tahrik ve teşvik bombardımanına rağmen AKP seçmeni kitle ne “içimizdeki haine”, “arkadan hançerleyen” (Cemaat) mensuplarına ne de “asıl millet”in dışındaki “öteki millet” mensuplarına karşı sözü edilir bir düşmanca eylem içinde oldu. Bilhassa Recep Tayyip Erdoğan’ın açıkça lince çağrının eşiğinde gezinen ölçüsüz saldırganlıktaki dili onaylayıcı bir karşılık bulmadı sonuç olarak. Millet asabiyyesini harekete geçirmek planı, amacının çok gerisinde kaldı.

30 Mart’ta alınan % 45 oyun yürekten destek değeri ölçülebilseydi bir önceki dönemde alınan oyun yarısı kadar bile ağırlığının olmadığını fark ettiği içindir ki; Recep Tayyip Erdoğan seçim gecesi yine en büyük parti olduğunun tescili ile çıktığı AKP genel merkezi balkonunda hiç de zafer kazanmış ve yatışmış gibi durmuyordu. AKP’li seçmenin bu kez geleceğe doğru yürüyüşünde kendisine eskisi kadar güvenemediğini hissetmiş olmalıydı. AKP’li seçmenin kampanya süresinceki tavrı, vereceği destek oyunun güvenmek ve inanmaktan çok geçmişteki hizmetlerine karşılık bir vefa icabı olacağı izlenimini veriyor gibiydi çünkü.

Aynı AKP’li seçmen, diğer parti taraftarlarının kendi liderlerini “hırsız”, “diktatörlük heveslisi” gibi gayet ağır ahlâkî ve siyasi suçlamalarla itham etmesi karşısında iftira edildiğine inanmanın öfkesiyle cevap vermek yerine; ona hâlâ destek veriyor olmanın bir tür suç ortaklığı anlamına geldiğini bilmenin rahatsızlığında bir savunma pozisyonu alabiliyordu ancak.

Recep Tayyip Erdoğan’ın olanca huşuneti ile tahrik ettiği millet asabiyyesine uymayan, onun mantığına kapılmamış bir tutumdu bu. Kendisini o arkaik, kabileler çağı zihniyetinden devşirilmiş bir “millet” gibi görmeye, onun düşünme ve davranış kodlarını içselleştirmeye çağıran Recep Tayyip Erdoğan’ın sesini itiraz etmeden dinliyor; ama hiç de onaylıyor ve gereğini yapacakmış gibi durmuyordu.

Dileriz ki; AKP’li seçmen kitlesi, halihazır Türkiye halkının AKP’ye oy veren ve verebilecek olanlarını “millet” kapsamı içine alan ve onların “milli irade” olarak halkın öteki kesimlerine yani 30 Mart’a giden konjonktürde Bay Başbakan’ın düşman, hain, casus diye nitelediklerine millet asabiyyesi icabınca tavır almaya teşvik ve tahrik eden Recep Tayyip Erdoğan’ın nutuklarını itirazsız dinlemiş olmanın dahi, hayli vahim bir olgu olduğunun idrakine varsın. Bu olgu ortada durdukça, Türkiye halkının bu çağın ölçütlerinde gelişkin bir millet-toplum olma yolunda zaten var olan ciddi engeller çok daha ağırlaşmış olacaktır.

Önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı seçiminde oylarıyla sonucu en fazla belirleme imkânını elinde tutan 30 Mart’taki seçimde AKP’ye oy vermiş kesim, bu kez vereceği oyla sadece bir Cumhurbaşkanı seçmiş olmayacak; ya medenî ve demokratik bir toplum olmamızın önündeki geçmişten tevarüs ettiğimiz engelleri, zihni ketleri geride bırakmaya karar verdiğini müjdeleyecek ya da o yolda edinebildiklerimizin bile ağır bir belirsizliğe bürünmesine izin vermiş olacaktır.

O nedenle de zaman AKP’li seçmeni kendi haline bırakmanın değil, onunla toplumdaş olarak her alanda konuşmanın zamanıdır.