Bir topluma 1860’lardan bir facia argümanı ile çıkmayı denemek ve çuvallamak
Bütün bunların Demirel hayattayken yaşanması çok manidar. Umarım bir günlük tutuyordur, gerçekte ne düşündüğünü sonradan incelemek merak uyandırıcı olabilir çünkü. Demirel neden özellikle gündeme geliyor derseniz bir nevi ‘Eski Türkiye İktidarı’nı temsil eden ana figür olarak belleklerde yer etmiş olduğu için, yanıtını verebiliriz sanıyorum.

Farklı dönemlerdeki tekrar eden hükümetleri, muhalefetteyken bile devlet adına konuşuyormuş havası, Cumhurbaşkanlığı süreci, akıl yürütmelerinin veya en azından ifadelerinin merkezinde ideolojik militanlık kadar, belki militanlıktan çok, devlet adına konuşan bir sesin sözcüsü olma kaygısı olması da bunları perçinliyor. Demirel devlettir, çoğumuz için. Ya da, devlet, Demirel gibi bir şeydir.

Şimdi, ‘Yeni Türkiye İktidarı’ zamanlarında yukarıya baktığımızda bu devleti göremiyoruz, Demirel’imiz yok, çalabileceğimiz bir şapka bizden esirgenmiş durumda. Biz de kendi şapkamızı havaya atıyoruz!

En ilginci, ‘eski devlet’in, ve ‘imgesel Demirel’in, deyim yerindeyse yalan dolanlarını, kandırmacalarını, eleştirmesi en zevkli dalaverelerini neredeyse özlemle anıyoruz. Bunlar çünkü bir yandan da hep siyasetti. Demirel bir siyaset oyunu oynayan devlet/hükümet imgesinin başkan-adam portresine uyuyordu. Şimdi siyaset oyunu yok, hukuk oyunu yok, yönetişim yok, meşruiyet arayışı, kandırmaca, ikna, dolayım yok: doğrudan kafaya inen sopa var. Buradaki doğrudan ifadesi sopanın inişini tanımlamak için değil, sopa eskiden de direkt kafaya iniyordu, söylem dolayımına başvurmadan anlamında, bu dayak senin de iyiliğin içine beni kimse ikna etmeye çalışmadan dayak yemem anlamında. Dayak yiyorsun çünkü sopa bende’nin doğrudan yönetim dili ile “dayak yiyorsun, çünkü devlet ve millet ve senin için en iyisi bu inan bana” siyasi-yalanının dolaylılığı arasındaki bariz farkı deneyimlemekle meşgulüz hep birlikte.

Bunu en net söyleyenlerden biri de Ümit Kıvanç olmuş. Soma hakkında kendisi ile yapılan bir söyleşide Demirel zamanları ile Erdoğan zamanları’nı karşılaştırıyor. Olumsuz gidişi maden ölümlerine bu iki zamanın verdiği yanıtları karşılaştırarak anlatıyor. Aralardaki duyguyu, isyan duygusu içeren cümlecikleri de atlamamak adına tam bir paragraf alıntılayacağım. “Kriz sonrası kimsenin istifa etmesini beklemiyoruz artık tabii ama...” sorusuna Kıvanç şöyle yanıt veriyor:

Tipik kriz sonrası durumu söz konusu değil ama bu kez. İnanılmaz bir pişkinlik hali var. En ufak bir üzüntü ifadesi görülmüyor. İnsanın bir sesi titrer ya... Başbakan gider oraya, öyle bir konuşur ki biz de “Rol yapıyor” falan deriz. Böyle bir konuşma yok. Üstüne herkesi azarladılar bir de... 1860’tan örnek veriyor. Daha yakın tarihlerden örnekler de var aslında; Çin’de 1000’den az ölüm yok her sene. Ama gidip Google’dan ilk bulduklarını dayıyorlar önümüze. Ama bunun bir önemi yok ki... O şöyle kalıyor akıllarda: “Bak başka yerlerde de oluyormuş, bak Başbakan söyledi”. Demirel olsaydı mesela, çıkar ağlamaklı, dinî motiflerle süslü bir konuşma yapardı. Birtakım yetkililer “Sorumlusu kimse onu mahvedeceğiz” falan derdi. Sonra da bir şey olmazdı ama bu bile bir şeydi.

Sanırım her okuyan hak vermiştir. İktidarın yeni reflekslerine bakınca durum tam da bu. Tek eklemek isteyeceğim nokta, baktığımız yer neden sadece iktidar olsun sorusu. Evet, iktidarın davranışında böyle bir bariz uca savrulma, sertleşme ve halktan kopma var. Ama halkta da ciddi bir uyanma, uyanıklık, kendindelik, farkındalık, sorgulayıcılık, külyutmama ve ani refleks gösterebilme var. Aslında Erdoğan da Demirellik yapmak isterdi belki de, Soma’ya gidip aksilik, şehit, kader, kaza, sorumluları yakalayacağız deyip bir kayıp yaşamadan, bir stres yaşamadan geri dönmeyi isterdi. Gelgelelim döndürtmeyen bir kamuoyu var belki de. Ağlamaklı, dinî motiflerle süslü bir konuşma kimseyi kurtaracak gibi değil. Kamuoyu net talepler ve net sorularla zırhlanmakta çok hızlı artık. ‘Artık’ bugün en önemli sözcüklerden biri. Sahte üzüntüleri anında reel önlemlere ve cezalara çevirme kapasitesinde bir olayları ortak okuma sahnesi oluşmuş durumda. Kamuoyu iktidarı çoktan indirdi belki de, en azından teorik düzeyde; tanımıyor iktidarın iktidarlığını, o yüzden de iktidarın konuşmasını değil ifade vermesini istiyor. İktidarın Demirelcilik yapabileceği zamanların geçtiği konusunda hemfikir bir tablo sunuyor. “O dediğini Gezi’nin ilk günü diyecektin,” gibisinden bir yandan da. Ve artık denemez kılıyor. Özetle, iktidarın pişkinliği gibi görünen durum bir yandan da köşeye sıkışmışlığının seçeneksizliği muhtemelen. Öyle ki iktidar şu anda iktidardan nasıl inebileceğini bile göremez durumda inmek istese. Demirel sürekli iniş merdivenini açık tutan bir devlet aklıydı, iner, sonra gerekirse, ortam olgunlaşırsa çıkar. Şimdi bile birileri hep Demirel geri çıkar mı diye düşünüyor. Yaşadığı sürece merdivenleri geri çıkabilir duygusu hayatta kalacaktır çünkü ona göre iniyor. O çıkmazsa yerine başkası çıkar ama devlet aklı iniş çıkışlara hakimdir. Şimdi Erdoğan’ın inmesinin görünür bir yolu yok. Dolayısıyla iktidar yalancıktan konuşamıyor, katıksız yalanlar söylemek zorunda. Yalancıktan mazeretler ileri sürmek biraz da mazeret kartını uzattığın kişi ile aranda zımnî bir anlaşma, hafiften bir örtük af talebi, bir danışıklı dövüş. Artık danışıklı dövüşün mazereti kabul etmesi gereken tarafı oyunu oynamaktan yana değil, mış gibi yapmaya niyeti yok. Hal böyle olunca da elde sadece dövüş kalıyor iktidara. Danışıksız, paldır küldür bir dövüş.

Demirel, veya kişi olarak değil de imge olarak söylediğimizi daha açık etmek adına ‘devletin Demirelli yüzü’, gitmiş olsaydı Soma’ya, arabası tekmelenmeyecekti muhtemelen, böylesine net bir ret ile karşılaşmayacaktı, söylediklerine “sus artık” dışında yanıtlar alabilecekti, onunla birlikte numara yapmaya gönüllü, ayıpları ve günahları görmezden gelmeye gönüllü, biraz tavizle biraz telafiyle teselli bulmaya gönüllü bir halk bulacaktı. Şimdikilerin karşılarına çıkan “sen de kim oluyorsun” havasıyla karşılaşmayacaktı. O yüzden belki şimdi iktidar sürekli “ben Başbakanım, ben iktidarım, ben yönetimdeyim” diye bağırmak zorunda kalıyor. İktidardan sürekli bir “sen benim kim olduğumu biliyor musun” sesi geliyor. “Ben bu ülkenin başbakanıyım, nasıl böyle konuşursun, nasıl yuh çekersin, nasıl eleştirirsin”. Çünkü karşısında “kimim dedin?” diyen bir kitle olmasın? Demirel’in söylediklerinin yalancıktan olduğunu, bu sorumluların kellelerini alacağız laflarından hiçbir şey çıkmayacağını halka anlatmaya çalışan ve bunda büyük ölçüde başarısız olan küçük bir azınlık yok bugün. Çok daha kalabalık bir topluluk konuşuyor, eleştirel ve uyanmış bir yerden konuşuyor ve de onay alma arayışına girmeden, kendi sözünü kendi alarak konuşuyor. Öyle ki, normalde halka anlatma çabalarının yorgunluğuna alışık pek çok insan şimdi daha çok dinliyor, daha az (mümkün olduğu ölçüde daha öz) konuşuyor.

SOMA’NIN GÖRÜNÜR KILDIĞI KİMİ GEZİ SONRASI TOPLUMSAL DEĞİŞİMLER

Çarpıcı bir andan bahsedeceğim. Bir işçi, konuşan bir işçi, konuştuğu fark edildiği için dikkat çekiyor ve televizyonların davetlisi olarak teke tek programcıyla stüdyoda Soma’yı anlatacağı bir programa çağrılıyor. Bu program sırasında bildiği her konuya açıklık getiriyor madenci. Madencinin programdaki performansıyla oluşturduğu inandırıcılık algısı hayli yüksek. Bilmediği hiçbir şey için atıp tutmuyor ve bildiklerini de sakınmıyor görüntüsü vermekte. Ve devletçe ilan edilen ölü sayısına pek inanamadığını söylüyor. 301 rakamı ona inandırıcı gelmiyor. “Peki, gerçek rakam kaçtır sence?” diye soruluyor ona. O da yanıt olarak Başbakan’ın lapsusunu yakaladığını söyleyebiliyor! “Başbakan bir yerde 371 dedi, sonra düzeltti, herhalde doğru rakam odur,” diyor, diyebiliyor. İşçiler televizyonlarda Başbakan’ın lapsuslarını yakalıyorlar. Resmî rakamlara inançsızlık öylesine meşru ki işin sorgulanan veya şaşırılan kısmı bu değil.

Burada Soma’nın görünür kıldığı kimi Gezi sonrası toplumsal değişimlerden bahsettiğimiz açık. Ortada somut kazanımlar da var. Kazanımlardan bahsetmek yaşanan acılara ihanet gibi düşünülüyor bazen, ama neden tersine yaşanan acıların da dahil olduğu varoluşların başarılı giden neticeleri olmasın bahsedilen. Sevinmek şart değil bir yerde kazanım olduğunda, sadece not da edilebilir. İş kanununun çıkması, sorumlu şirketin ve işadamlarının baştan korunurken bir noktadan sonra, yani dalgalar iyice artınca, kayıktan denize atılması, taşeronluk karşıtı teklifinin kabul edilmesi, bakanların dahi tedirgin konumda kalıvermeleri, birbirlerini suçlamaları ve diğerlerinden oluşan zincir bu yazı yazılırken sürmekte. Nerede duracağı, nerede durabileceğini hissetmesine bağlı bir geri çekilme harekâtı bu diyebiliriz gibi. Kader ve şehit odaklı söylemsel kozlar pek hızlı boşa çıkarıldı. Öyle ki boş olmadıklarını ispat etmek baskısı hisseden hükümet sivil şehitlik gibi somut vaatlerle şehitlik mertebesinin soyut kutsallığının hiç çalışmamasına karşı önlem almaya çalıştı, çalışmakta. Neyin konuşulduğu ve kimin nasıl konuştuğu değişmekte. Rödovansı halka anlatmak için uğraşan bir grup kişi olabilirdi bugün, ama bununla çok az kişiye ulaşılırdı.

Kaza sözcüğü çok hızla ve çok yaygın olarak felaket veya katliam ile değiştirildi. Ki felaket Ermeni soykırımı için de kullanılan bir ifade. Gezi’den sonra her şey farklı olacak, hiçbir şey aynı olmayacak, her şey daha güzel olacak dediğinde insanlar, kastedilenin ne olduğu biraz da Soma-sonrası atmosferde gösterdi kendini. Soma’nın hiç yaşanmaması elbette idealdir ve Soma varken her şey asla yolunda veya güzel değildir, ama dediğim gibi, ilerlemelere ve kazanımlara sevinmek şart değil, not etmek ama şart. Sistem sürekli tokat yediğimiz imgesi oluşturmaya çalışıyor düşüşü uzatmak ve bir son dakika şansı yakalamak için belki de, hâlbuki bugün, bence sisteme tokat gibi gelen yeni bir gerçeklik var: tekil olarak cesaret edip, göze alıp hakikati iktidarın suratına söyleyen, konuşan işçiler fenomeni. Sıklıkla konuşmayan, konuşmaktan korkan, korkutulan işçilere odaklanıyoruz, bu konuşmayı kışkırtmak açısından iyi ama atladığı bir nokta da var. Peki ya konuşan işçiler? Konuşan işçiler önemli değil mi? Ciddi bir toplumsal farkındalık yükselişi işareti olarak alınamaz mı?

Başbakan’ın fiili saldırısına maruz kalan kişi ifadesini değiştirdi, Başbakan bana vurmadı, tokat bana çarptı dedi, korumalar beni dövdü sadece dedi, vah vah çok korkutulmuş adamcağız vs. deniyor. Derken bir bakıyoruz, olayın üzerinden bir hafta geçmeden, aynı kişi, “beni korkuttular o yüzden öyle söyledim, elbette Başbakan bana vurdu,” diyebiliyor. Hâlâ korkuyor ve korkutuluyor muhtemelen. Korkmaması için bir sebep yok, herhangi bir güvence almış değil. Ancak ortam öyle ki bir noktada ki duramıyor ve konuşuyor. Vurdu elbette, yok artık, diyebiliyor. Bakmayın tersi söylediklerime, ailemi korumaya çalışıyordum, diyebiliyor. Olaydan 20 yıl sonra değil, bir hafta içinde ve korkutan kişiler hâlâ iktidardayken. Bir hafta geçmeden hem gerçeği söylüyor hem de tehdit edildiğini, gerçeğin saklanması için örgütlü olarak uğraşıldığını söylüyor. Yani iki kere gerçeği söylüyor. Bunu dahi saklamıyor.

Devlete kömür denerek taş satıldığını ve bu işte Enerji Bakanı’nın payı olduğunu düşünen ve dediğim doğru değilse Başbakan hemen beni idam etsin diyen işçiler söz alabiliyor.

SON OLARAK - TAŞERONLAŞMA

Taşeronlaşma preker (eksik de olsa yaklaşık bir çeviriye göre ‘güvencesiz’) çalışma koşullarının ana damarlarından biri bugün. Taşeron sistemi aleyhine bunca güçlü bir kamuoyu oluşması çok ciddi bir politikleşme. Gezi’nin anti-kapitalist alt metninin kaybolmadığını, diri olduğunu, her sınamada hemen devreye gireceğini ispatlıyor. Ve Soma-sonrası bu ortak akıl gözüne taşeronluk gibi büyük ve güçlü bir canavar kestirdi. Hiç de fena dövüşmüyor şu ana kadar. Yarattığı yüksek farkındalık kendi başına iyiyken bir de somut değişimler zorlanıyor.

Soma’dan yeni bir Gezi çıkmıyor, Gezi’den ama yeni bir Soma çıkıyor. Aşağıdan söz hakkının çok daha güçlü olduğu bir Soma. Çocuklar bile konuşuyor bu yeni Soma’da. (Soma derken Soma katliamının ülkemizce yaşanışını kastediyorum). İzmir’de 13 yaşında çocuğa dönük saldırı da rastlantı değil.13 yaşında çocuklar gayet politize vaziyetteler çünkü memlekette Gezi’den beri. Çocukların korkutulmak istendiği ilk olay da değil bu. Çünkü çocuklar korkutuyor. Dindar, kindar ve itaatkâr nesil yetiştireceğiz dediler ama o nesil kendini farklı yetiştiriyor.

Giderayak dine yaptıklarına karşı dikkatli olmak gerek öte yandan kendileriyle birlikte dini de aşağı çekiyorlar. Bizi din buraya çıkardı, düşeceksek dini de düşürürüz diyen, mafyatik, Gladio davalarını anımsatan bir siyasi dille sanki. İnsanlar acıdan kırılmışken sustursunlar diye önce polis ve asker sonra da din adamı göndermek dinin toplumsal rolü ile ilgili propaganda yapmayı tümden gereksiz kılan bir fotoğraf değil de nedir en din-dışı karşıtı kişi için dahi?

Soma öyle bir yaşanıyor ki ülkede bütün iş dünyası, bütün sektörlerdeki bütün çalışma koşulları, bütün yardım mekanizmaları, bütün toplumsal politizasyon ve adaletsizlikler sorgulanıyor bir ucundan.

Ülkenin durumu hakkında genelde hayli karamsar bir ruh hali olduğunu görüyorum. Aynı fikirde değilim, bana öyle geliyor ki, Afganistan olmazsak, her şey hiç gitmediği kadar iyiye gidiyor...