Üç aday, üç farklı Türkiye

27 Nisan 2007 gece yarısına yakın bir saatte, dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın, Abdullah Gül’ün Meclis tarafından cumhurbaşkanı seçilmesi olasılığı karşısında internette yayımladığı muhtıranın artçı büyük sarsıntılarından biri, 10 Ağustos 2014’te Türkiye’de ilk kez cumhurbaşkanının seçmenlerin doğrudan oylarıyla seçilmesi olacak.

Cumhurbaşkanını halkın doğrudan seçmesi, 27 Nisan muhtırasına ve onu izleyip tamamlayan, cumhurbaşkanının meclis tarafından seçimi yöntemiyle ilgili Anayasa Mahkemesi müdahalesine AKP yönetiminin rest çekmesinin bir sonucu olarak hayatımıza girmişti.

Bu demokrasi ve hukuk dışı müdahaleler karşısında seçmenleri erken genel seçime çağıran AKP hükümeti, erken seçim kararının yanında cumhurbaşkanı seçim sistemini değiştiren bir anayasa değişikliği tasarısını da Mecliste kabul ettirmişti. Dönemin cumhurbaşkanı Sezer’in vetosu, bu anayasa değişikliğinin halkoyuna sunulmasını engelleyemedi. Sezer, veto ettiği kanun tasarısı önüne ikinci defa geldiğinde son güne kadar bekleyip, bu anayasa değişikliği referandumunun genel seçimlerle birlikte yapılmasını ancak engelleyebilmişti. O dönemde, Cumhuriyet mitinglerinin sarhoşluğu içinde erken seçimlerin AKP’nin büyük hezimetiyle sonuçlanacağı kanaati CHP etrafında kenetlenmiş laikçi-otoriter çevrelerde güçlüydü.

AKP 2007 genel seçimlerinden zafer elde ederek çıktı. Abdullah Gül yeni Meclis tarafından 28 Ağustos’ta cumhurbaşkanı seçildi. Bunun ardından, cumhurbaşkanının doğrudan halkın oylarıyla seçilmesini öngören anayasa değişikliğinin referanduma sunulma zamanı geldi. İlk elde askerî-bürokratik vesayet güçlerine karşı tepkiden kaynaklanan bu anayasa değişikliğinin, Gül Meclis tarafından seçildikten sonra fazla bir anlamı kalmamıştı. Bu nedenle referanduma ilgi ve katılım göreli düşük oldu. Katılımın %67 olduğu 21 Ekim referandumunda değişiklik %70 evet oyuyla kabul edildi ve ilk üç yıl neredeyse unutuldu.

O dönemde AKP’nin gündeminde başkanlık sistemi açık biçimde yer almıyordu. Cumhurbaşkanının halkoylamasıyla seçimi, milletvekili süresinin dört yıla indirilmesi ve TBMM’nin yapacağı tüm seçimlerde üye tam sayısının üçte biri ile toplanabilmesiyle ilgili anayasa değişikliği referandumunun yapıldığı 2007 sonbaharında, bu tarihten birkaç ay sonra, Fethullah Gülen cemaatine yakın polis ve yargıçların desteğiyle TSK’ya ve onun sivil çevresine yönelik büyük bir tutuklama ve tasfiye operasyonuna girişecek olan AKP hükümetinin sözcüleri, Burhan Kuzu gibi birkaç istisna dışında, bu anayasa değişikliğiyle başkanlık rejimi arasında açık bir ilişki kurmadılar. Ya da kurmamaya özen gösterdiler. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün 21 Ekim referandumundan bir gün önce yaptığı açıklamada, cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesinin parlamenter hükümet sistemi ile bağdaşmayacağı iddiası reddediliyor ve “Avusturya, Finlandiya, İrlanda ve Portekiz gibi bazı Avrupa ülkelerinde Cumhurbaşkanının doğrudan doğruya halk tarafından seçildiği” ama bu ülkelerde parlamenter demokrasinin yürürlükte olduğu hatırlatılıyordu.

Tayyip Erdoğan’ın başkanlık rejimi arzusunu ilk kez açıkça dile getirmesi, 2010’da anayasa değişikliği paketinin halkoyuna sunulmasından birkaç ay öncesine rastlar. Buna rağmen, AKP’nin 2011 seçim beyannamesinde başkanlık sistemi önerisine yer verilmemiş olması anlamlıdır. Konu, daha ısrarlı biçimde, anayasa uzlaşma komisyonu çalışmaları başlayınca Erdoğan tarafından gündeme yerleştirildi. Böylece başkanlık sistemi, Türkiye sağının kadim siyasal projesi olmayı aşıp, Erdoğan’ın şahsi siyasal kariyer projesi olarak algılanır hale geldi.

Türkiye sağ siyaset geleneğinde başkanlık sistemi zaman zaman hep gündeme getirilen, özlenen bir “kurtarıcı çözüm” konumunu hep korumuştur. Türkiye sağ geleneğinin kökü eskilere giden ve askeri darbeler karşısında giderek pekişen bir siyasal projesidir bu. Meşruiyetini doğrudan mütedeyyin Sünni-Türk çoğunluktan alacak bir başkanın, otoriter-laikçi modernleşmeci azınlığın dayatmalarını en azından çok zayıflatacağı hesabına dayanır. Diğer taraftan, aynı gelenek, başkanlık sisteminin geleneksel aşırı merkeziyetçi bir idari yapıda aşırı güçlü bir tek adam üreteceğini bildiği için ve Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren uzun bir dönem tek adam rejimine karşı açık veya örtük mücadele ettiği için, başkanlık sistemi konusunda çekincelidir. Bu nedenle yakın bir tarihe kadar Erdoğan kendi partisi içinde de başkanlık sistemi için güçlü bir destek bulamadı.

Gelecek cumhurbaşkanının halkoylamasıyla seçilecek olması, özünde 27 Nisan muhtırasını tasarlayan, alkışlayan ve bundan medet ummuş olanların Türkiye toplumuna hediyesidir! Ne var ki o dönemde haklı bir tepkiyle alınmış bu karar, yedi yıl sonra ortaya çıktığı gündemden büyük ölçüde bağımsızlaşarak, başka bir siyasal projenin aracına dönüştü. 2007’den bugüne köprünün altından çok sular aktı ve siyasal dengeler bütünüyle değişti. Önce Anayasa Mahkemesi Erdoğan’ın gelecek siyasal planlarına uygun, ne deve ne kuş bir karar aldı. Gül’ün eski sistem çerçevesinde yedi yıl için seçildiğini onayladı. Böylece Erdoğan’ı 2012’de cumhurbaşkanlığı yarışına girme zorunluluğundan kurtardı. Diğer yandan Gül’e yeni sistemin getirdiği hakkı tanıyıp, yeniden aday olma imkanı verdi. Hem eski sistemin hem yeni sistemin “yararlı” yönlerini ayıklayıp seçen bu karar da bir hukuk garabetiydi. Erdoğan’ın toplam siyasal kariyerini iki yıl daha uzatıp, iki kez üst üste cumhurbaşkanı seçilirse, 2024’e kadar iktidarda kalmasını olanaklı kıldı. Bunun gerçekleşmesi durumunda, Erdoğan 70 yaşında, Türkiye’de iktidarda aralıksız en uzun kalmış (22 yıl) siyasetçi ve ilk kez halkoyuyla seçilmiş başkan olarak siyasal kariyerini sonlandırabilecek. Bunun “yeni Türkiye’nin kurucusu” sıfatıyla tarihe geçme şahsi iddiasının ötesinde bir anlamı var. “Atatürk milliyetçiliği” dogması etrafında teşekkül etmiş eski hegemonyanın hüküm sürdüğü Türkiye Cumhuriyeti’nden post-Kemalist bir muhafazakâr cumhuriyete geçiş bütünüyle Erdoğan’ın yönetim ve denetiminde gerçekleşmiş olacak. Yeni –muhafazakâr– hegemonyanın bu yolla tahkim edilmesi öngörülüyor.

Eski hegemonyanın yenisi içinde eritildiği, kaynaştırıldığı ve böylece her ikisinin sentezlendiği bir geçiş olacak bu. Nitekim Erdoğan da kampanya rotası ile bunun sembolik işaretlerini bilhassa veriyor. ‘Eski’si Samsun’a çıkış ve ardından Erzurum toplantısı ile başlatılmıştı. ‘Yeni’si de önce Samsun’a çıkıp sonra Erzurum’a geçerek orada vereceği açılış nutkuyla başlatacak seferini. Fazla söze hacet yok. Bu ‘tarihi tekerrür ettirme’ hevesi karşısında Marx’ın Hegel’e ait o ünlü sözünü anmadan geçemeyiz. Marx mealen, ‘tarihte büyük olaylar iki defa olur ama ilkinde trajedi ikincisinde kaba güldürü olarak’ demişti. Dileyelim ki kazanması halinde –eskisiyle sentezlenmiş– yeni hegemonyanın ‘kurucu’su sıfatıyla Erdoğan’ın başlatacağı icraatın bize ödeteceği bedel sadece kaba güldürüye maruz kalmanın sıkıntısından ibaret kalsın. Bu sürecin daha demokratik, daha özgürlükçü bir Türkiye anlamına gelmeyeceğini, son beş-altı yılda yaşanan gelişmeler yeteri açıklıkta gösterdi. Ne var ki; Atatürkçü elitist otoritarizmden Müslüman-demokrat popüler otoritarizme geçişteki sürekliliğin vurgulanması, aynı zamanda önemli kopuşların ve dönüşümlerin yaşanıyor, yeni gelişmelerin ve imkanların ortaya çıkıyor olmasını görmeyi engellememeli.


Erdoğan’ın karşısında cumhurbaşkanlığı seçimi yarışına giren diğer iki adayın nitelikleri, otuz yaşın üstündekilerin, “artık bildiğimiz Türkiye’de değiliz!” hissini giderek daha fazla duymaları ve bunun geçici değil kalıcı bir değişim olduğunu artık kavramaya başlamaları için yeteri kadar somut ve güçlü bir gelişmedir. Özellikle Ekmeleddin İhsanoğlu’nun CHP ve MHP’nin ortak adayı olarak önerilmesi, hem bu iki partinin seçimde ortak aday göstermesi hem de gösterdikleri adayın CHP adayı olarak hiç beklenmedik bir kişi olması nedeniyle dikkat çekicidir. Başbakan’ın, 2007’den beri her seçimde tekrarlanarak, artık ezberden oynadığı bir seçim oyununu, seçim stratejisini bozma kapasitesi güçlü bir karşı hamledir Ekmeleddin İhsanoğlu’nun adaylığı.

İki turlu seçimin ikinci turuna odaklı bu beklenmedik hamlenin gerçekleşmesinde, birinci turda CHP ve AKP adayı etrafında oluşacak seçmen yığılmasının kendi oylarını olduğundan çok daha düşük göstermesinden endişe eden MHP yönetiminin ortak aday ısrarının tayin edici rol oynamış olması kuvvetle muhtemeldir. Gerçekten de ortak adayın ismi MHP çevresinde hızla benimsendi, en azından MHP dışına yansıyan dişe dokunur bir eleştiriyle karşılaşmadı. Buna karşılık iki parti arasında ortak aday tespit edilmesi için bu gerekli bir koşuldu muhakkak ki ama yeterli bir koşul değildi. Sadece Kılıçdaroğlu’nun değil, CHP yönetiminin büyük bir bölümünün de, AKP’nin adayı karşısında, ikinci tura kalma şansı en yüksek olacak klasik bir CHP adayının farklı seçmen çevrelerinden oy alma şansının yok denecek kadar az olacağını kabul etmeleri gerekiyordu.

İhsanoğlu’nun ismi, Kılıçdaroğlu’na yakın çevrelerde ilk elde şaşkınlık, ulusalcı ve Alevi çevrelerinde ise büyük bir tepki yarattı. Görünen o ki, CHP yönetimi bu iki kesimden oluşabilecek firelerin bedelinin, klasik bir CHP adayının yaratacağı başarısızlık tablosundan daha sınırlı olacağını tahmin ediyor. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun aday gösterilmesinin arkasında ise, Erdoğan ve AKP’nin, sonuçları baştan belli olan baskın siyasal oyununu bozacak bir hamle yapma ihtiyacı olduğu aşikâr.

Hemen belirtmek gerekir ki, eğer birinci turda İhsanoğlu’nun alacağı oy oranı %40’ın çok altında kalmazsa, CHP açısından bu siyasal hamlenin 2015 ve daha sonrası için yabana atılmayacak bir önemi olacak. Önce CHP ve MHP’nin, daha sonra ismi var kendileri yok birkaç merkez sağ partisinin ve belki yakında zımnen veya açık olarak Saadet Partisi ve BBP’nin ortak aday olarak benimsedikleri İhsanoğlu’nun adaylığı, Erdoğan’ın, 2007’den beri her seçimde tekrarlanarak, artık ezberden oynadığı bir seçim senaryosunu büyük ölçüde değiştirmesine yol açacak. AKP’nin otoriter dozu artan, tek adam rejimi eğilimli siyasal hegemonyasını sarsma, en azından bu hegemonya içinde çatlaklar oluşturma potansiyeli taşıyan bir adım bu. Türkiye toplumunun takriben üçte ikisinin kendini, başka sıfatların yanında, muhafazakâr sıfatı altında tanımladığını dikkate alarak atılmış bir adım bu. Müslüman-laik, muhafazakâr-modern gibi kutuplaşmaların egemen olduğu, argümanların, söylem tarz ve taktiklerinin ve hatta kazananı önceden belli seçim senaryolarının bir ölçüde değiştirilmesi gerekecek bu durumda. Seçmenler, eğer ikinci tur olursa, bir potansiyel şeflik rejiminin başkan adayı ile partiler üstü denge unsuru tarafsız cumhurbaşkanı adayı arasında seçim yapmaya davet edilecekler.

Muhafazakâr demokrat sıfatının Ekmeleddin İhsanoğlu’na, fiilî başkanlık rejiminin başkan adayı Erdoğan’dan daha fazla uyduğu açık. Buna karşılık, İhsanoğlu’ndan bir radikal demokrasi militanı söylemi ve angajmanları beklemek safdillik olur. Herkesin hak ve özgürlüklerine saygılı, klasik bir parlamenter demokrasinin temsilcisi, savunucusu ve son kertede güvencesi olacak bir kişi olması beklenebilir ancak ondan. Buna rağmen mevcut durum ve Erdoğan-AKP iktidarının gidişatı dikkate alındığında, İhsanoğlu’nun cumhurbaşkanı olması olasılığı, kısa vadede, şeflik rejimi hülyaları karşısında radikal demokrasiyi savunmak kadar önemli addedilmelidir. Bu önemin kuvveden fiile geçmesinin koşulu, İhsanoğlu’nun kişilik özellikleriyle yetinilmeyip, Türkiye toplumunun günümüzdeki büyük demokrasi eksiklerine ve var olan kırılgan, rastlantısal demokrasiyi de tehdit eden otoriterleşme eğilimlerine karşı çıkan, gür sesli bir “demokratik Türkiye” bildirgesiyle seçim kampanyasının siyasal içerik ve derinlik kazanmasıdır. Bu olmadığı takdirde, Erdoğan’ın seçilmesini en azından ehven-i şer olarak görenlerin İhsanoğlu’nun adaylığına karşı yönelttikleri, “sonrası olmayan ve yüzü eski Türkiye’ye yönelik suni seçim hamlesi” eleştirisi haklılık payı edinecektir.

Seçim kampanyasının ilk günlerinde “çatı adayı”nın bu dönüştürücü kapasiteye sahip olup olmadığı somut olarak ortaya çıkacak. Ama her durumda İhsanoğlu’nun adaylığını önermenin CHP açısından önemli bir değişim hamlesi olduğunu görmezlikten gelmek, bağnaz bir AKP düşmanlığı kadar bağnaz bir CHP düşmanlığına kendini teslim etmek anlamına gelir. İhsanoğlu’nun aday gösterilmesinin yegâne başarı kıstası, seçimi kazanmak olmayacaktır. AKP adayının baskın oyununu bozmak, kurmak istediği şeflik rejimi odaklı hegemonyayı sarsmak, kimlik ve yaşam tarzı kutuplaşmasını siyasal tercihler merkezli bir kutuplaşmaya dönüştürüp AKP adayını bu alana çekmek bile seçimin sonucundan bağımsız olarak orta vade açısından çok önemli kazanımlar olacaktır. İkinci turda seçilmese bile, İhsanoğlu’nun rakibiyle arasındaki farkı birkaç puana indirmeyi başarabilmesi de anlamlı ve önemli olacaktır. Bugüne kadar karşısında, toplamı %50-55 olan ama en az dört-beş parçaya bölünmüş irili ufaklı muhalefet kutupları bulup, en yakın partiyle arasına 15-20 puan yerleştirmenin rahatlığını yaşayan AKP adayının, bu sefer karşısında başabaş daha yakın durumda olma ihtimali olan bir rakip olacak. Üstelik kendisi ve çevresiyle ilgili yolsuzluk iddialarından aklanmamış, bu soruşturmaları engelleyerek, darbe girişimi yaftası altında savuşturmaya çalışarak işin içinden sıyrılmaya çalışmış olmanın damgasıyla, yüküyle kamburu ağırlaşmış bir aday olacak Erdoğan. AKP seçmenlerinin bu adaya gene de teveccüh göstermeye devam etmeleri kuvvetli bir ihtimaldir ama bunun kendi seçmeninin önemli bir bölümü için buruklukla, eli titreyerek verilmiş bir oy olduğunu AKP lideri biliyor olacaktır. Dişe dokunur yeni hiçbir şey söylemeyen, hamasi ve bayat adaylık konuşmasında yegâne tehdit ettiği çevrenin bu kez Gülen cemaati olması, bu kesime yönelik büyük şahsi öfkesinin yanında, AKP seçmenindeki bu burukluğu, ikircikli hali bastırmayı amaçladığı düşünülebilir.

Bir de Erdoğan’ın başkanlık yolunda ilerlemesini hem görünüşte hayıflanarak, hem de olması gerekenin gerçekleşmesi olarak niteleyip olağanlaştıranlar var. Erdoğan’ın şahsında başkanlık rejimini yeni Türkiye’nin pek arzulanmayacak ama kaçınılmaz kaderi imiş gibi gören bu kişiler, İhsanoğlu’nu eski Türkiye’nin adayı olarak yaftalayarak, Erdoğan’ın adaylığını zımnen veya açıkça desteklerken içine düştükleri ikilemden kurtulmaya çalışıyorlar. Ve bu iddialarını dile getirirken, artık askerî-bürokratik vesayet rejiminin soluğunun tükendiği, tarihe karıştığı, TSK’nın büyük ölçüde seçilmiş iktidarın emir ve komutası altına girdiği bir dönemde olduğumuzu hatırlatmaktan imtina ediyorlar. Diktalardan, merkezî-otoriter ‘tek adam’ rejimlerinden bunca canı yanmış bir toplum olarak, yeni Türkiye’nin neden ‘hikmet’ini nihayet anlamış olmamız gereken sahici bir güçler ayrımına, güçler dengesine dayalı bir parlamenter rejimde değil de; 12 Eylül Anayasası’na yaslanmış ve bunun bile sınırlarını sürekli zorlayıp anayasal meşruiyet tartışmalarını sürekli besleyecek bir fiilî yarı-başkanlık ve ardından başkanlık rejiminde aranması gerektiğini izah etmiyor bu çevre. Başkanlık rejiminin kaçınılmaz bir kader olduğunu kabul etmek, bugün AKP hegemonyasına ve Erdoğan’ın otoriter şeflik iradesine bütünüyle teslim olmak demektir.

Ekmeleddin İhsanoğlu’nun beklenmedik adaylığı, Türkiye’de Erdoğan ve AKP’nin demokratik normalleşme söylemi tekelini kırma olanağı doğurdu. AKP’nin siyasal olarak durağanlaştığı ve onu destekleyen, harekete geçmiş büyük sosyolojik kütlenin atalet kuvveti ile iktidarını devam ettirdiği bir dönemde, bu söylem tekelinin kırılması AKP’nin hakimiyetini kırmak için gerekli ama yeterli olmayan bir ilk adımdır. Bunun kuvveden fiile dönüşüp dönüşmeyeceğini İhsanoğlu’nun kendisi ve kampanyasını yürütenler belirleyecekler. Erdoğan-İhsanoğlu karşılaşması, bugüne kadar Erdoğan’ın rahatlıkla kullandığı 20. yüzyıl Türkiye’sini boydan boya geçen, çoğu zaman ona yönünü veren muhafazakâr-modern, dindar-laik çatışmasının geride bırakılması imkânını veriyor. Buna karşılık, Erdoğan’ın, 12 yıldır iktidarda olsa ve artık şahsen alt sınıf olma nitelikleri uzak bir hatıra olarak kalmış olsa da, İhsanoğlu’nun ulema havass niteliği karşısında avam olma niteliğini koruduğu açık. 12 yıllık AKP iktidarının alt ve orta sınıflara getirdiği göreli refah artışının ve aşıladığı özgüvenin yanında, her ne kadar otantik bir muhafazakâr ve mütedeyyin olsa da, her şeyden önce havass olan İhsanoğlu’na karşı avamın temsilcisi, sesi olma rolünün Erdoğan’a seçimlerde bir avantaj sağlamaya devam edeceği de bir o kadar açık.

Tam bu noktada üçüncü adayın, Erdoğan’ın İhsanoğlu nezdinde korumaya devam ettiği avamın, alttakilerin, dışlananların sesi ve temsilcisi olma gücünü bir nebze kırma, dağıtma kapasitesi devreye giriyor. Selahattin Demirtaş’ın adaylığı, siyasal alanda dindar-laik ve muhafazakâr-modern kutuplarının içini boşaltması beklenen İhsanoğlu’nun adaylığını, havass-avam kutuplaşma alanında Erdoğan’ın elinde tuttuğu temsil tekelini kırarak, bir bakıma tamamlıyor. Demirtaş’ın adaylığının olumlu yönü sadece, Erdoğan’ın birinci turda seçilmesini göreli zorlaştırması ve ikinci tura kalacak adayları, Kürt siyasal hareketiyle müzakere etme gereğiyle karşı karşıya bırakacak olması değildir. Bu adaylığın bütün bunların ötesinde bir anlamı var: Türkiyeli Kürt kimliğiyle, Erdoğan’ın ve İhsanoğlu’nun karşısında, ezilmeden, bükülmeden, cumhurbaşkanı seçilmesi diğer adaylar kadar meşru, onlarla eşit konumda bir aday olarak Demirtaş önümüzdeki haftalarda yarışacak. Bunun ne anlama geldiğini en iyi anlayanlar, yıllarını egemen kimliğin devlet görevlisi veya sivil ama hepsi kibirli temsilcileri karşısında hürmet göstermek, alttan almak zorunda kalmış, bu yolla tutunmaya çalışmış olan, AKP’ye oy verenleri dahil olmak üzere, önce bütün Kürtlerdir. Ama Demirtaş’ı içinden geldiği insan hakları mücadelesinden tanıyanlar, onun daha sonra bu konuda din, dil, ırk, cinsiyet ayrımı yapmadan, insan haklarını bir eşit yurttaş hakları mücadelesinin ana damarı olarak sürekli savunduğuna tanıklık edenler için de, bu üçüncü aday Kürt siyasal hareketinin eşitlik mücadelesini içeren ve onu aşan bir anlam taşıyor. AKP’nin oluşturduğu hegemonyanın orta-uzun vadede kırılması potansiyelini, İhsanoğlu’nun adaylığından farklı bir yönde çatlatma potansiyeli var Demirtaş’ın adaylığında. Bunun da kuvveden fiile geçmesi hem Demirtaş’ın birinci turdaki kapsayıcı performansıyla ve seçim ikinci tura kalırsa, o aşamada alacağı tavırla, yürüteceği pazarlık öncelikleriyle mümkün olacaktır.

AKP’nin hegemonyasının sadece dindarlık ve kültürel muhafazakârlığa dayanmadığını, herkese az veya çok bir refah artışı yaşatabilmesinde, geleceğe güven duygusu aşılamasında ve kendilerinden insanların iktidarda olmasının alt sınıflarda yarattığı aidiyet hissinin yanında, onlara kamu hizmetlerinden başlarını eğmeden yararlanabilme olanağı sunmasında da yattığını biliyoruz. Hegemonya bu tür farklı beklenti, istem ve simgelerin birbirlerine eklemlenmesi, yakın tarihte kaybettiğimiz Ernesto Laclau’nun kelimeleriyle, “aralarında bir eşdeğerlik zinciri” kurulmasıyla oluşur. Hegemonyanın kırılması, çatlaması da bu farklı simge ve beklentilerin arasındaki eşdeğerliği bozan, onları başka eşdeğerlik zincirleri içinde eklemleştirmekle mümkün olur. Demirtaş’ın adaylığı özgürlükçü, demokrat, genç ve popüler bir yeni karşı-hegemonyanın nüvelerini içinde barındıyor. İçinden geldiği mağduriyet ve ezilmişliği haklı olmanın yegane gerekçesi yapmayan, bunu eline iktidar geçince başkalarını ezmenin meşruiyetine dönüştürmeyen, dinî inancı, etnik kökeni ne olursa olsun, Türkiye toplumunda alttakilerin, dışlanmışların sahici sesi olan ve demokratik, özgürlükçü bir Türkiye tasavvurunun taşıyıcısı bir aday olarak şimdilik sivrildiğini söylemek abartılı olmayacaktır. Ama bu şimdilik sadece bir imkândır. Bu imkânın gerçekleşmesi sadece Demirtaş’ın sırtına yüklenmiş bir sorumluluk, sadece onun ve Kürt siyasal hareketinin belirleyici olduğu bir mümkün gelecek değildir. Onlar kadar ve belki onlardan daha fazla, Türkiye’de Türk çoğunluğun, başta Kürtler olmak üzere, farklı etnik veya dinî kimliklere sahip tüm Türkiyelilerin eşit yurttaşlığına dayalı yeni bir Türkiye kurma girişimini ne ölçüde destekleyecekleri esas belirleyen olacaktır.