Postmodernizm, post-Kemalizm ve ötesi: Eleştirinin patikaları

İlker Aytürk, post-Kemalizm ve post-post-Kemalizm tartışmalarına temel teşkil eden makalesinde,[1] postmodernizmin, post-Kemalizm’i etkileyen en önemli uluslararası akım olduğunu söylüyor. Karşılaştırma içinse post-Siyonizm örneğini seçiyor. Fakat kanımızca, postmodernizm yalnızca post-Kemalizm’e etkisiyle değil, özellikle eleştirel düşünce çerçevesinde geçirdiği tarihsel dönüşüm açısından da kıymetli bir örnek teşkil ediyor. Bu makale, tekil düşünürleri aşan; lakin sorulan sorulara, girilen düşünsel yollara, kabulleniş yahut reddiyelere az çok etki eden, bir diğer tabirle paradigmatik nitelik kazanmış, zamanla bayağılaşmış ve eleştirelliğini tüketmiş iki düşünceyi bir arada tartarak eleştirinin “yeni” biçimini ve gidişatını tartışma çabasıdır.

Jean François Lyotard 1979’da yayımlanan kitabında modernizmi kendini bir üst anlatı ile meşrulaştırmak, postmodernizmi ise üst anlatılara karşı şüphecilik yahut inançsızlık olarak tanımlamıştı.[2] Özellikle modern bilim meşruluğunu nihayetinde kendi dışında kalan politik ve felsefi anlatılarda buluyor, bilimin eleştirelliği bu anlatılara dokunmuyor yahut dokunamıyordu. Basitçe örneklemek gerekirse, Karl Popper’ın kuramların yanlışlanabilirliğinde bulduğu temel bilim ilkesi, bu ilkenin bizzat kendinin de yanlışlanabilir olmasını gerektirmiyordu. Bu ve bunun gibi “bilimsel dogma”ların ortaya döküldüğü postmodernizm, eleştirel bakışın sınır tanımadığı yeni bir evre olarak ortaya çıktı.

Modern bilim, ilerleme (terakki/progress) vizyonuyla, özgür özne olan insanın düşmanı olarak kalıpçılığı, gelenekçiliği, dogmatik düşünceyi ve özellikle Fransa’da dini ve kiliseyi hedef tahtasına oturtmuştu. Kant’ın meşhur tabiriyle, insanın bilme cüretiyle olgunlaşma safhasına geçtiği bir dönem olan Aydınlanma ile birlikte, düşünce eleştirel olduğu sürece doğanın yahut Tanrı’nın koyduğu sınırları önce anlamak sonra da aşmak için biricik yöntem olarak görüldü. Marx, Arnold Ruge’ye yazdığı mektupta yapılacak şeyin “her şeyi acımasızca eleştirmek” olduğunu yazdı. Eleştiri, insanın özgürleşmesinin önüne çıkan tüm engelleri devirecek, onu sınırlayan her şeyi aşmasını sağlayacak bir yaklaşım olarak benimsendi.

Postmodernizm ise modernitenin hâkimiyet kurduğu dönemde eriştiği statüye yine eleştirel bir tepki olarak ortaya çıktı. Modernizm insanı özgürleştirme serüveninde dünyanın geri kalanına şaşı kalırken, modern bilgi ve pratikler, kolonilerdeki ve fabrikalardaki sömürüyü azami dereceye çıkarmaktan; çarşıyı pazarı türlü metayla doldururken, en etkili yok etme silahlarını üretmekten de geri durmadı. II. Dünya Savaşı’nın yarattığı yıkım ve 68 kuşağının rüzgârı, postmodernist eleştiriye gereken itkiyi sağladı. Modern devletler yeni baskı ve kandırma mekanizmaları keşfederken, yeni düşünürler de Nietzsche’nin sivri dilini keşfetti. Artık, insanın özgürleşmesi gibi üst anlatılara şüpheyle yaklaşılacak, eleştiri bu kez çıktığı noktaya, yani modernizmin kalıplaşan, dogmalaşan prensiplerine yönelecekti. Postmodernist eleştiri, formların özgürce bozulduğu sanat, edebiyat ve mimari gibi alanların yanında sosyoloji, psikoloji, tarih, siyasetbilimi gibi sosyal ve beşeri bilgiler bölümlerinde kısa zamanda popülerleşti ve bu alanlarda çok sayıda çalışmayı etkiledi. Belli bir ölçüde siyasallaşmanın sonucunda Aydınlanma, rasyonel düşünce ve bilim, baskıcılık ile beraber anılır oldu. “Hakikat, akıl, varlık, insanlık, emek” gibi kavramların karşısına “yapısökümü, ötekilik, kimlik, madunluk” gibi kavramlar konuldu. Postmodernizm içinde belli kimliklere dizinli kavramlar, tözcülüğün dışlanmasına rağmen değerli kılındı. İşçinin yahut insanın özgürleşmesi, insanın dünyadaki varlığının koşullarının iyileştirilmesi, aklın ve bilimin ilerlemesi gibi üst anlatılar, sundukları hakikat ile birlikte artık eleştirel bakışın hedefiydiler. Postmodernizmin başlangıçtaki yekpare anlatıya karşı gelişen ve farklılıklar içinde olsa dahi anlama ulaşmaya çalışan eleştiri çabası, kimlikler çerçevesine tutunan çokpare bir anlam reddiyesine dönüşmüştü.

POST-KEMALİST ELEŞTİRİNİN POSTMODERN İZDÜŞÜMLERİ

Post-Kemalizm’i postmodernizm ile birlikte düşünmek pek de zor değil. Nihayetinde, post-Kemalist düşüncenin “Kemalist-modernist” eşlemesi ve bu kapsamda Türkiye’deki asıl vakayı “Kemalist modernleşme” olarak görmesi bu iki eleştirel akımı belli noktalarda ortaklaştırıyor. Tarihsel olarak bakıldığında ise, doğduğu 1980’lerde post-Kemalizm, özellikle Amerikan akademisinde yerleşen postmodernizmle, yalnızca eleştirdiği mefhumun modernist niteliğini aşmaya yönelik bir bağ kurmuştur. Post-Kemalizm’in de düştüğü çıkmazlara gelmeden, yahut Tanıl Bora’nın Marx’tan ilhamlı tabiriyle “eleştirinin eleştirisi”nden[3] önce, bu akımın bize temelde ne söylediğine kulak vermek ve postmodernizmle kurduğu bağı karşılaştırmalı bir perspektifle ortaya koymak gerek.

Foto: Hüseyin Türk

Kabaca, post-Kemalizm’e göre Kemalizm, radikal bir modernleşme projesi olarak modernleşmenin tek yolunu Batılılaşmada görmüş, ülkeyi geri bıraktığı düşünülen din temelli düşünceye karşı agresif bir laiklik politikası gütmüş, çok kültürlü ve çok etnisiteli toplumu milliyetçi uygulamalarıyla tektipleştirmiş, pozitif bilimlere, dolayısıyla “evrensel doğru”ya adanmış ve Mustafa Kemal Atatürk’ün karizmatik liderliğinde sembolleşmiş yekpare bir ideolojidir. Bu açıdan, post-Kemalizm’in üzerine en çok bilgi ürettiği tarihsel dönemin, Türkiye’nin aceleci modernleştirme pratiklerinin yoğun ve iktidar öznesinin berrak olduğu tek partili dönem olması garip değil. Bu dönem, pek çok açıdan örtüşen, modernizmin içerisinde de benzer şekilde bulunan, ancak çeşitli nüanslarıyla öne çıkan üç temelde eleştirildi.

Bunların başında, Kemalizm’in Aydınlanmacı bir ideoloji olduğu teşhisi geliyor. Kemalizm’in Aydınlanmacılık iddiası şüphesiz beraberinde getirdiği evrenselcilik, akılcılık ve ilerleme söylemi ve özellikle tek partili dönem eğitim politikaları ile ilgiliydi. “Modernleşme eleştirisi” söylemi ile post-Kemalizm, bu Aydınlanmacılığın ilerleme getirmek bir kenara dursun, bunun toplum ve muhalefet üzerinde “gericilik” kılıcının sallanmasına yarayan bir tür ideolojik argüman olduğunu vurguladı. Akılcılık, bilim ve ilerleme, bir üst anlatı olarak Kemalizm’in bir yandan kendini meşrulaştırmak, öte yandan toplumun kendi kültürünün tepeden inmeci bir şekilde değiştirilmesi için birer araçtı. Postmodernist eleştiri Avrupa’nın tekelleştirdiği modernliği; başka olan, otantik modernlik biçimleriyle ikame ederek çoğullaştırmayı vazife edinmişti. Bu bağlamda, post-Kemalizm de Türkiye’de Kemalist modernleşmenin dışarda bıraktığı, ötekileştirdiği kimlik ve ideolojilere modernlik atfederek kalıpları kırmayı amaçladı.

İkinci eleştiri odağı Kemalizm’in toplumu ulus inşası yoluyla tektipleştirmesi üzerinde hayat buldu. Özellikle erken Cumhuriyet kendi kalıplarına sığmayanları törpülerken, kalıba hiç uyduramadıklarını kamusal alandan hatta milli sınırlardan dışlamıştı. Örneğin, her tür etnisiteden Müslümanlar bir yandan Türklük kazanında kavrulurken, İslâm özel alana itilmiş, öte yandan gayrimüslimler yaşadıkları toplumun mozaiğinden koparılmıştı. Osmanlı’nın çok kültürlü mirası hızla bir kenara bırakılmış, her toplumsal alanda tektipleştirme uğruna yerellik ehlileştirilmiş ya da yasaklanmıştı. Bunun sonucu olarak da modern bireyleri değil çoğunluğu ve modern toplumu ön plana çıkartan bir siyasi kültür insanlara dayatılmıştı.

Üçüncüsü, Kemalizm’in bilimsel görüntüsünün altında gizlenen dogmalarının varlığıydı. Modern eleştirinin kendini eleştirmede girdiği çıkmazın nüveleri, Kemalist modernleşmenin de içinde elbette ki olacaktı. Zaten böyle aceleci bir değişim hareketinde bilim, olsa olsa baskının ve tektipleştirmenin bir aracı olarak işlevsel bir görev görebilirdi. Toplum kendisine tamamen yabancı fikirlerin/davranış kodlarının/kültürel öğelerin dayatılması ile yeniden şekillendirildi. Siyasal alanda ise Kemalizm, temelde demokratik bir dönüşümden çok tepeden inmeci bir modernleşme hareketi, belirli bir bürokratik zümrenin iktidarını korumaktan başka bir işlevi olmayan, eleştiriye kapalı bir ideolojiydi. Bu duruma ses çıkartanlar susturuldu, hapsedildi, sürüldü ya da öldürüldü. Özgür tartışma ortamının yokluğunda, Türkiye’de sivil toplumun oluşumunun önü kapatıldı.

Buraya kadar yapılan özette dikkat edilmesi gereken nokta, post-Kemalist “anlatının” tek tek kişilerin ortak olarak kabul ederek yaptığı bir tekil söylem değil, kişileri aşan paradigmatik bir özellik kazanmasıdır. Bu paradigma 1990’lar boyunca ortak yayın platformları, kitap çalışmaları, hatta belgesel çalışmalar ile kamusal yaygınlık kazandı. 2000’lerde ise artık medyanın genelinde post-Kemalist kamusal entelektüeller kilit roller edinmişti. Zaman içinde post-Kemalizm’in akademik bir paradigmadan kamusal paradigmaya dönüşmesi ile argümanlar gitgide kendini tekrar etmeye başladı. İktidarın yargılamalar ve referandumlar ile sürece dâhil olmasıyla birlikte entelektüel bir sorgulamadan çok, siyasi bir hesaplaşmaya dönüştü. 2013’ten sonraysa bu iki tavır arasında kesin bir yol ayrımı yaşandı.

Hikâyenin bu kısmı da, postmodernizmin izlediği yola epeyce benziyor. Başlangıçta Fransa’da 1960’larda egemen paradigma olan “yapısalcılığa” çeşitli alanlardan yönelen eleştiriler ortak platformlar ya da çalışmalar ortaya koymamıştı. Lakin yapısalcılığı aşmak isteyen düşünürler kısa zamanda Amerikan sosyal ve beşeri bilimlerinde popülarite kazandı. Öyle ki Fransa bağlamında gerek bölüm farkları gerekse de fikirlerinin çeşitliliği sebebiyle pek de yan yana durmayan bu eleştirel düşünürler, Amerikan akademisinde “postyapısalcılık” ya da daha popüler adıyla “postmodernizm” gibi tek bir etiketin altına toplanmış ve daha çok tek bir mercekten okunmuştu.[4] Bu okumanın etkileri çeşitli akademik tartışmalarla değişik zamanlarda gündeme gelse de günümüzde bilhassa “post-hakikat” kavramı çevresinde çok daha yoğun bir tartışma açılmış gibi görünüyor. ABD başkanı seçilen Donald Trump’ın yönetim tarzı ve söylemleri postmodernizmin Amerikan siyaseti ve akademisine bıraktığı miras etrafındaki tartışmaları da alevlendirmişe benziyor.[5] Karşılaştırmalı açıdan, iki kamusal tartışma ortamı arasındaki önemli bir fark, Türkiye’de 1980’lerden 2020’ye kamusal tartışma alanları hâlâ tehditler, saldırılar, cinayetler ile kirlenmişken, Batı’da postmodernizm üzerine tartışmaların yaşandığı kamusal alanların görece daha özgür olduğudur. Özellikle, post-Kemalizm’in doğduğu ortamın da aynı bugünkü gibi eleştirelliğe kapalı oluşu, bu düşünce akımının başlangıcındaki cesur nüveyi göz önüne getirmeyi gerektiriyor.

BAYAĞILAŞMA VE ELEŞTİRELLİĞİN KÖRELMESİ

Post-Kemalizm başlangıçta sol düşünce kökenli akademisyen ve düşünürler arasında Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratikleşme sorununa çözüm arayan, 12 Eylül darbesi sonrası dönemde toplum-siyaset ilişkilerinde görülen sorunların Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu döneme atıfla eleştirilmesi temeline dayanan bir düşünce ekolü olarak ortaya çıktı. İttihat ve Terakki ve sonra da CHP hükümetlerinin siyaset, kimlik, vatandaşlık, toplumsal cinsiyet ve insan hakları politikalarının eleştirilmesine yoğunlaşan araştırmacılar, ortaya yeni ve önemli sorular attılar. Temel amaç bu dönemin kişi ve sembolleri üzerinden yaygınlaştığı düşünülen dogmatik, otoriter siyaset ve totaliter toplum politikalarının eleştirilerek aşılması, böylelikle de Türkiye’de demokratikleşmenin önünün açılmasıydı.

Post-Kemalist yaklaşım yaşanan siyasi gelişmelerin ve entelektüel çevrelerde yaşanan kırılmaların etkisiyle hızla Kemalist paradigma karşısında anti-hegemonik bir nitelik kazandı. Öyle ki sosyal ve beşeri bilimlerin çok farklı alanlarında Türkiye’nin kuruluş dönemine bakarak 1980 sonrası dönemi anlayan ve açıklamalar getiren bir paradigma ortaya çıktı. Bu on yıllara yayılan süreçte önceki paradigmaların anti-demokratik ve anti-bireyci özellikleri de yekpare Kemalizm etiketi altında eleştirildi. Odağa Kemalizm’in fikri ve fiili modernizmi, akılcılık ve Batılılaşma ithalatçılığı oturtulurken, eleştirinin temel taşları da Batı’nın kendi modernleşme geçmişiyle hesaplaşmasından alıntılandı. Bu alıntılama süreci postmodern yaklaşımların etkisini hissettirdiği Batı’daki kurumlarda eğitim gören yeni akademisyen kuşaklarının yaptığı araştırmalarla beslendi ve post-Kemalizm’in bir paradigma olarak sosyal bilimlerde egemenleşmesini sağladı. Var olan teorik araçlar, hatta bunlar kimi zaman 1980 öncesinden kalma olsa da, bu yeni “post” teorilerin ışığında yeniden yorumlandı. Bu yeniden yorumlanma sürecinde ise kimlik temelli siyasal oluşumların özüne demokratiklik potansiyeli atfedildi. Var olan bilimsel anlama araçları bu kimlikleri içerecek ve onların demokratik pozisyonunu gösterecek şekilde yeniden yorumlandı. Bu yüzden zaman içinde kavramların bağlamlarından yer yer koptuğu, yer yer içlerinin boşalıp tamamen başka anlamlarla yeniden doldurulduğu ve bunun bir ölçüde de siyasi bir tavır olarak yapıldığı görülüyor. Hatta diyebiliriz ki, bu siyasi tavır 2002 sonrasında başat siyasal düşünce formu haline gelmiş ve kimlik temelli siyasi cenahlar eleştiriden muaf tutulmuş, iğne de çuvaldız da ısrarla geç Osmanlı-Erken Cumhuriyet döneminin aktör ve siyasi gruplarının “ideolojisine” batırılmıştı. O kadar ki yeri geldiğinde Kemalist/Atatürkçü addedilmek veya öteki olarak görülmek, fikirlerin ve görüşlerin okunmadan, olumsuz ya da olumlu anlamda etiketlenmesine ve sorulan sorularla (bazen hiç soru dahi sorulmadan) verilen cevapların tektipleşmesine yol açtı. Sonuç olarak, dogmatizmi kendine hedef almış düşünce insanlarının fikirleri ile bu fikirlerin entelektüel sermayesini kamusal ve siyasal ortamlarda harcamaya yönelik postmodern pastişler arasındaki makas artık Kuhn’un “paradigma kayması” dediği türden bir arayışı gerektirecek kadar açıldı. Post-Kemalist akımın başlangıcındaki eleştirel tavır, hem akademik hem de akademi dışı aktörler elinde, siyasi araçsallaştırmalar doğrultusunda bayağılaştı. Paradigmatik olarak yaşanan bu bayağılaşmaya üç örnek sunmak istiyoruz.

Var olan modellerin tahrifi: Şerif Mardin’in Osmanlı’da/Türkiye’de modernleşme sürecini anlamak için ortaya atılan merkez-çevre çerçevesi özellikle 2002 sonrası hızla farklı kimlik kategorilerinin indirgenmesi için kullanılan bir üst-ikili-karşıtlığa dönüşmüştü.[6] Onur Bakıner’e göre bu ikili karşıtlık, Mardin’in bu ikili çerçeveyi çeşitli olası toplumsal ikiliklerden sadece bir tanesi olarak kurmasının çok ötesinde anlamlandırıldı. Bu, sebep-sonuç ilişkisi okuması yapan çeşitli akademisyen, gazeteci ve siyasetçilere göre birtakım konularda tek sebepti: “Laik-dindar”, “otoriter-demokratik”, “elitist-halkçı/popülist”, “asker-sivil”, “seçilmemişler-seçilmişler”, “zengin-fakir”, “çoğunluk-azınlık”, “devlet-toplum”, “devletçi-piyasacı”, “üniterist-gayri üniterist”[7] gibi ikiliklere uğrayan bu mutlak açıklayıcılık, kimi entelektüellerce de “beyaz Türkler-siyah Türkler” karşıtlığına kadar getirilmişti.[8] Postmodern kimlik vurgusu ışığında merkez-çevre çerçevesi Türkiye’de toplum ve siyaseti anlamak için bir araç olmaktan çıkartıldı. İçindeki teorik nüanslar kaybettirilerek, modeli yanlışlayan ampirik örnekler görmezden gelinerek, vaktiyle neden çok kültürlü ve kimlikli bir ülkenin kurulmadığını açıklamak ve bu durumun nasıl aşılacağını göstermek adına bu yaklaşıma dogmatik bir değer atfedildi.

Var olan eleştirilerin tahrifi: Kavram genleşmesinin yekpare bir Kemalizm karşısında çok parçalı kimlikler halinde tezahürünü tam olarak anlayabilmek için bu genleşmeye paralel bir gelişme sergileyen İdris Küçükömer’in entelektüel mirası üzerindeki tartışmalara bakmak yararlıdır.

Küçükömer’in asıl olarak 1968 sonrasında sol içi hizalanmaya dair nüveler[9] taşıyan Düzenin Yabancılaşması: Batılaşma eseri, özellikle belli bölümleri Kemalizm ve modernleşme eleştirisi olarak görülen “sağ-revizyonist” bir tarih anlatısının kaynağı olarak sunulmuştu.[10] Bu durum sadece sağ Küçükömer yorumcularına atfedilecek bir durum da değildir. Murat Özyüksel, Küçükömer’in tezlerinin tabiri caizse nasıl çarpıtıldığını hem sol hem sağ görüşlü yazarların metinleri üzerinden detaylı bir şekilde ortaya koymuştur.[11] O kadar ki Düzenin Yabancılaşması’nda var olmayan ifadeler varmışçasına kitabın kapağına kadar taşınmıştı.[12]

Gerçekten de Küçükömer’in kitabı kapağına bakarak yargılandığında sanki “sol/gerici/laik” ve “sağ/ilerici/İslâmcı” ikilikleri anlatılıyormuşçasına bir bağlamdan kopma ortaya çıkıyor. Dolaşıma sokulan fikirler bir yandan başka bir politik amaca hitap eden; ancak Küçükömer’in de orijinal bir düşünür olarak hürmet gördüğü postmodern bir pastişe dönüşüyor. Başından beri “ortanın solunda olmak” üzerinden gericilik olarak kodlanan Kemalizm artık tarihsel, hatta genetik bir yapı arz etmekte, Türkiye’de sivil toplum ve demokrasinin gelişimini engellemektedir; öte yandaki ilerici “İslâmcı halk cephesi” ise özü itibariyle demokratiktir ve ilericidir, çıkarımı yapılıyordu.

Eleştirinin kimlik siyasetinin gölgesinde aksaması: Türkiye’de post-Kemalist eleştiri, bu kavram setlerinin yeni akademik ve politik anlatıların eleştirel düşünce temelinde bir tür “kefalet siyasetine” kapı aralanmasıyla aksamıştır. Örneğin, akademisyenlikten siyasete, oradan da 2016 öncesinde başbakanlığa gelen Ahmet Davutoğlu’nun dış politika ve “medeniyet” üzerine fikirleri uzun bir süre eleştirel süzgeçten geçirilmemişti. Bunun önemli bir sebebi, Davutoğlu’na İslâmî düşünür kimliği sebebiyle, dönemin koşulları içerisinde kefil olunurken, eserlerinin okunmaması olabilir mi?[13] Hâlbuki akademik geçmişi her fırsatta hatırlatılan ve övülen bir politik figürün fikirlerinin farklı eleştirel süzgeçlerden geçirilmesinin sosyal araştırmacılara siyasal İslâm’ı anlamak açısından gösterebileceği hiç mi bir şey yoktu? Post-Kemalizm, eleştirelliğinin sınırlarını aynı postmodernizmin kendi bağlamındaki kimliklere yapmadığı gibi, Kemalist modernizmin ötekilerini kapsayacak şekilde genişletmemiş, demokrasi potansiyeli görülen aktörler hakkında meraksız kalmıştı.

Kısacası başlangıçta eleştirel kavramsal araçlar olarak ortaya atılan bazı bilimsel kavram setleri, zamanla basmakalıplaştılar ve açıklayıcılıkları arttıkça eleştirelliklerini yitirdiler, katılaştılar. Sürekli kendini tekrar eden ikili karşıtlık anlatıları, bu kavramların yanlışlanarak eleştirel güçlerinin yeniden kazanılmasını da engelledi. Hâlbuki bu kavram setlerini ortaya atan Şerif Mardin gibi düşünürler zaman içinde bu kavramlarla gerektiğinde hesaplaşmaya girişebilmişti. Dahası, yaşanan bayağılaşmaya karşı duran Nuray Mert, Mete Tunçay gibi düşünürler belki de paradigmatik seviyede yaşanan bir tür postmodern endişesizlik sebebiyle bu kavramların basit kimlik setlerine indirgenmesinin önüne geçememişti. Bu endişesizlik dışarıdan telif edilmiş teorinin, kitle iletişim araçlarının ve bugünlerde esamisi okunmayan küreselleşmenin dünya düzeninde ulus-devlet modeli aleyhinde temelden değişimler yaratacağı inancının sağladığı güvenle perçinlenmiş olabilir.

Öte yandan post-Kemalizm ve postmodernizmin temel bir farkı, araştırma odaklarının ve dönemlerinin farklılaşması. Postmodern eleştirel çalışmalar odaklarını geniş zaman dilimlerine çevirmişken, çok farklı alanlarda “kesişimsellik”, “kuir”, “beyazlık”, “madunluk”, “post-kritik”, “post-hakikat” gibi kavramsallaştırmalarla ya da tartışmalarla yeni üretimlere devam etti. Post-Kemalizm ise özellikle 2002 sonrasında, neredeyse sadece 1913-1950 arasına odaklanarak bu dönemde, sonrasında ve özellikle günümüzde her an, her yerde, her şeyi açıklayabilen; ancak tarihin öznelerini tanımlamakta yetersiz kalan, bu yüzden de soru sorma/üretme/anlama/açıklama yetilerinin de etkilendiği, postmodern eleştiriye kıyasla oldukça köreldiği bir paradigma oldu. “Kemalizm”, “resmî ideoloji”, “egemen yapı”, “vesayet rejimi” gibi kavramlar kendilerine yüklenen anlamlar arttıkça gitgide birer boş gösteren halini aldılar. Post-Kemalist anlatı dogmatizm eleştirisi ile yola çıkıp sonunda yeni soruların sorulmadığı bir dogmatizmin kurulmasına kadar varmıştı.

SİPER SAVAŞLARININ ÖTESİNDE: KIRILGAN BİRLİKTELİKLER

Aytürk’ün makalesine dönersek, post-Kemalizm sonrası akademik çalışmaların temel niteliği, dönemsel odağın erken Cumhuriyet’ten Soğuk Savaş Türkiye’sine kayması ve günümüzün uç-sağ temelli iktidarının/iktidar blokunun tarihsel kökenlerini anlamak olacak gibi görünüyor. Bu süreçte öncelikle metodolojik kriterlerin ciddiyetle uygulanması, epistemik olarak aşırı indirgemecilikten kaçınılmasına da dikkat çekiyor. Burada asıl önemli soru; yeni paradigmaların kaderinin, 1980 sonrasında Atatürkçülüğü baskıcı uygulamaları meşrulaştırmakta kullanan askerî rejimin ideolojik ve kurumsal kökenlerini arayan akımınkinden ne farkı olacağıdır. Elbette, bu sadece akademik araştırmaların farklı dönemlere yoğunlaşmasıyla aşılacak bir sorun değil. Aytürk’ün vurguladığı bilimsel standartların titizlikle uygulanması prensibi her ne kadar çok önemli olsa da kutuplaşma ortamında bayağılaşma riskini aşmak için yeterli görünmüyor. Önerimiz, yeni paradigmaların eskisini aşabilmesi için eleştirellik çerçevesinde yeni bir yaklaşıma ihtiyacımız olduğudur. Bu yaklaşım akademinin de dâhil olduğu düşünce ve tartışma mecralarının son derece daraldığı bir ortamda, post-Kemalizm ve post-post-Kemalizm taraflarındaki siperlerin terk edilmesi, hâlihazırda kırılgan olan birlikteliklerin korunması anlamına geliyor. Siperlerin terk edilmesi, post-Kemalizm’e karşı yıkıcı bir hücum niteliği kazanırsa eleştirellik açısından anlamını yitirecek ve böylelikle savaş yeni siperlerde tekrar edilmiş olacak.

Bu noktada tartışmaya postmodernitenin yıkım silahlarını bu kez postmodernizme doğrultan benzer iki örnekle başlamak yerinde olacak. Bunlardan birincisi, fizikçi Alan Sokal’ın Social Text dergisinin tam da “Bilim Savaşları” özel sayısına deney yapmak amacıyla gönderdiği ve “kuantum yerçekiminin sosyal ve linguistik bir yapı olduğu”nu iddia ettiği kurmaca makalesi çevresinde bilimsel bilgi üretiminin geldiği nokta. Bu makalenin ve daha sonra Sokal’ın çerçevesini giderek genişlettiği postmodernizm karşıtı hücumun amacı, yeni yollar aramaktan çok “kral çıplak” demekti.[14] İkincisi ise Lindsay, Boghossian ve Pluckrose’un birden fazla dergiye gönderdiği kurmaca makalelerin peşi sıra yayımlanmasıyla gündeme gelen, akademideki postmodern kimlik siyasetini eleştirmek için taktıkları isimle anılan “grievance studies” olayıdır.[15] İki karşı-saldırı dalgası da dergilerin yazı kabul kriterlerinin güçlü bilimsel kriterlere değil de kimlik siyaseti temelli kriterlere dayandığını gözler önüne seriyor. Ortaya çıkan tartışmalar yapılanın gayri ahlakiliğinden, bu “deneylerin” kontrol gruplarının yokluğunda postmodern akademiyi temsil edemeyeceğine kadar uzandı. Sonuç olarak da artık son derece banalleşmiş “pozitivist bilimciler” ve “sosyal inşacılar” arasında bir siper savaşının ötesine pek de geçilemedi. Yeni eleştirel yaklaşımın nüveleri ise bilim savaşının siperlerinden çıkmaya çalışan yahut kendi fikirlerinin de oluşmasında ciddi derecede etkisi olan bilimsel enkazın üzerine yenilerini eklemenin ötesine geçmek isteyen düşünürlerin eserlerinde mevcut.

İlk olarak, Bruno Latour eleştirinin geldiği durumu tartıştığı makalesinde, eleştirmenin içine yerleştiği “gerek putkırıcılık gerekse safiyane özgürlük inançlarını boşa çıkarmak adına” artık sadece kendisini doğrulamaya yarayan konfor alanından bahsediyor.[16] Latour’a göre eleştirel düşünce, postmodern halinde, olguları sorgulayarak ve kaygıları onların yerine yerleştirerek kendini yücelten ve aşağıda gördüklerine yukarıdan eleştirinin yıldırımlarını sallayan bir devridaim makinesine dönüşmüştü. Eleştirmeni her zaman haklı çıkartan eleştiri, bilimin altındaki zemini kaydırmış dünya ve insanlık için önemli konuların siyaseten reddi için kullanılmaya başlamıştı. Örneğin, dünyanın geleceğini tehlikeye atan bir olgu olarak “küresel ısınma”, bilimin altından çekilen zeminle birlikte “komplo teorisi” sınıfına rahatlıkla konulabilir olmuştu. Bu durum gerçek dünyadaki gerçek sorunlara dair çözümler üretmek şöyle dursun, artık bu sorunlar üzerinden beslenen siyasal aktörlerin işine gelmeye başlamıştı. Latour bu çıkmazı aşmak için epistemik düzeyde birkaç öneride bulundu: Olgular ile kaygıları ayırmak, bu ayrımı yaparken sadece olgular ya da sadece kaygıların peşinden giderek bilim yapmaya çalışmamak; inatçı bir ampirizme dönmek ve kaygıların olgularla ilişkisini çalışmak. Son tahlilde, eleştirmen saf inançlıların ayaklarının altındaki toprağı havaya kaldıran değil, toparlayıp bir araya getiren, düşünceye tartışma ortamı sağlayandır.[17] Başka bir deyişle, eleştirinin bilgi üretimi adına amacının, sadece put kırmaktan öte, aslında şeylerin bir araya gelişlerindeki kırılgan olguları ve kaygıların yönlerini göstermenin yanında, bilginin paylaşımı ve özgürce tartışılabilmesi için alan da yaratmak olduğudur.

İkinci olarak, Latour’u önceleyen ve yol gösterici bir yaklaşım, düşünceleri postmodernist yıkıcılığın önemli bir parçası haline gelen Michel Foucault’un Collège de France’daki son derslerindeki Aydınlanma tartışmasında görülebilir.[18] Foucault’ya göre eleştirinin sınırları anlama pratiğinden, sınırları aşma pratiğine evrilmeli; eleştirinin görevi ise evrensel değerlerin keşfedilmesinden çok bizi tam da burada, şu anda eylemin, düşünmenin ve konuşmanın öznesi yapan tarihselliğin farkına varmak ve onun ötesine geçmenin olanaklarını aramak olmalıydı. Latour’da olduğu gibi bilimi yeniden kurma derdine düşmese de Foucault eleştirel düşüncenin, bir teori, doktrin olmaktan çok bir karakter, bir tavır olması gerektiğini savundu. Burada bir yönüyle, Kant’ın Aydınlanma felsefesinde gördüğü cesaret, üzerindeki sınırlamaları aşmaya yönelik bir nitelik kazanıyor. Yani hem üst anlatıların hem de üst anlatı yıkıcılığının konfor alanlarını terk ederek yeni bilgi üretimine ve anlama/açıklama gayretine girişebilmeyi göze almak gerekiyor.

Post-Kemalizm’in mirası üzerine elbette uzun bir süre tartışılacak. Bu noktada amacımız, Kemalizm çevresinde gelişen tartışmayı yeniden tabulaştırmak yahut fikirleri ve tespitleri önemsiz saymak değildir. Lakin zaman neyin eleştirileceğinin tartışılmasından çok eleştirelliğin kendisini yeni bir zeminde tesis etmek zamanıdır. Ampirik ve teorik temelleri sağlam akademik araştırmaların önemi defaatle vurgulanmalıdır. Lakin tek başına bu araştırmalar artık toplumun her alanına nüfuz eden ayrıştırma karşısında yeterli olmayabilir. Olgular kırılganlıkları ölçüsünde korunmalıyken, akademinin belki de en önemli kaygısı daralan tartışma alanlarının savunulması olmalıdır. Aksi takdirde, cesur kıpırdanmaların da otoriter iktidarı çok uzun süredir besleyen karşılıklı siper savaşının ötesine geçebilmesi mümkün olmayacak gibi görünüyor. Hâlihazırda, post-post-Kemalizmleri neo-Kemalizm’le eşleme gayreti de post-Kemalizm’e karşı rövanşist tutumlar da bu konfor alanlarını terk etmeme direncini bize gösteriyor. Kemalizm ve post-Kemalizm etrafındaki sormama, merak etmeme, emin olma hali Türkiye’deki düşünsel ve eleştirel kısırlığın bir süre daha devam edebileceğine dair ipuçları veriyor. Hâlbuki eleştirilerin dikkate alınması, Türkiye’deki demokratikleşme, insan hakları, sosyal ve bireysel özgürlüklerle ilgili sorunların anlaşılması ya da kamuya anlatılabilmesi için oldukça faydalı olabilir. Yeni sorular ve sorunsallar, önümüzdeki sorunları aşabilmek için elzemdir ve bu noktada post-Kemalizm’in aslında bu tip bir amaçla ortaya çıktığını ve oldukça sert ve yer yer yıkıcı tepkilerle karşılaştığını hatırlayarak, artık karşılıklı damgalama pratiklerine devam etmememiz gerektiğini görüyoruz.

Kemalizm de post-Kemalizm de birer paradigma olarak dogmatik tavırları açıkça sergilediler. Yalnız, bu demek değildir ki bu paradigmaların içerisinde bilgi üretenler tamamen bu dogmatizmin esiri yahut öznesidirler. Bu doğrultuda düşüncelerin toptan reddiyesi anlamsızdır. Örneğin, Mete Tunçay’ın şu cümlelerini önemsemek gerekir:

Hemen söyleyeyim ki, bu bir çeşit özeleştiridir. Bununla, Türk düşüncesine karşı haksızlık etmeyi amaçlamıyorum. Hatta nedenini ve çarelerini araştırarak dogmatiklikten kurtulabileceğimiz gibi, safdilce bir umudum da var. (…) Sözlerimi bir kuşkumu belirterek bitirmek istiyorum. Bizler belki bireyi aşan güçlerin önemini vurgulamakta abartmaya kaçıyoruz. Doğrusu, ortam koşulları ne olursa olsun, dogmatizmin zincirlerini kırmakta ve özgün yollar aramakta, bireysel yiğitliğe iş düşmüyor mu?[19]

Özetlemek gerekirse, Türkiye’de eleştirinin yoluna devam edebilmesi için önerilerimiz şunlardır: Birincisi yukarıda tartıştığımız teorik modellerin bağlamından koparılması, günlük siyasi kavgalar çevresinde tahrif edilmesi, ad hominem temelli tartışmalar, bireylerin kimliklere indirgenip kefil olunması ya da topyekûn reddiyesi gibi hataları artık geride bırakmamız gerektiği aşikâr. İkincisi, eleştirinin en önemli kaygısı, bireysel ve tarihsel düşmanlıkların ötesinde, farklı yaklaşımlar arasında anlaşılabilir, kapsayıcı tartışmaların yapıldığı alanların korunması ve bunlara yenilerinin eklenmesi olmalı. Son olarak, tüm bunların mümkün olabilmesi için yıkıcı eleştirinin kerameti kendinden menkul haklılığının konfor alanının ötesine geçme cesaretine ihtiyacımız var.


[1] İlker Aytürk, “Post-Post Kemalizm: Yeni Bir Paradigmayı Beklerken,” Birikim, no: 319 (2015): 34–47.

[2] Jean-François Lyotard, The Postmodern Condition: A Report on Knowledge, çev. Geoff Bennington ve Brian Massumi (Manchester: Manchester University Press, 1984).

[3] Tanıl Bora, “Kemalizm ve ‘Eleştirinin Eleştirisi’”, Birikim Haftalık, 5 Temmuz 2017, https://www.birikimdergisi.com/haftalik/8395/kemalizm-ve-elestirinin-elestirisi#.Xjg9yWgzaUk.

[4] Johannes Angermuller, Neden Fransa’da Postyapılsalcılık yok? Entelektüel Bir Neslin Teşekkülü (Ankara: Heretik, 2017).

[5] Bu tartışmaları farklı yönlerden masaya yatıran iki makale için bkz. Tom Whyman, “Stop blaming postmodernism for the rise of Trump”, The Outline, 12 Eylül 2018, https://theoutline.com/post/6166/did-postmodernism-give-us-trump?zd=1&zi=hyjvhhsh; Sean Illing, “Post-truth Prophets”, Vox, 19 Kasım 2019, https://www.vox.com/features/2019/11/11/18273141/postmodernism-donald-trump-lyotard-baudrillard.

[6] Onur Bakiner, “A key to Turkish politics? the center–periphery framework revisited”, Turkish Studies 19, no: 4 (2018): 503-22.

[7] Bakiner, a.g.m., s. 6.

[8] Bakiner, a.g.m. s. 10.

[9] Bkz: Halil Akkurt, Türkiye Solunda Osmanlı Toplum Yapısı Tartışmaları: 1960-1980 (Ankara: İmge Kitabevi Yayınları, 2020). 268-300. sayfalar arasında kitabın hangi bağlamda yazıldığı ve kamuoyuna sunulduğu, etrafında dönen tartışmalar görülebilir.

[10] Doğan Gürpınar, “Sağ-Revizyonizm: Mustafa Armağan, Derin Tarih ve Bir Melez Söylemin İcadı”, içinde Türkiye’de Tarih ve Tarihçilik Kavramlar ve Pratikler, der. Ümit Kurt ve Doğan Gürpınar (Ankara: Heretik, 2016), 199-230.

[11] Murat Özyüksel, “İdris Küçükömer Üzerine Israrla Sürdürülen Kavram Kargaşasına Bir Son Verme Çabası”, Birikim, no: 331 (2016): 121-29.

[12] Özyüksel, a.g.m., s. 123.

[13] Ümit Kıvanç kimliğin ötesine geçme gerekliliğinin farkına varıp bu konuda eleştirel bir gayret gösteren ender düşünürlerden biridir. Kıvanç, BBC News Türkçe’ye Davutoğlu’nun entelektüel ve siyasi serüvenine dair verdiği bir mülakatta şöyle diyor: “Ahmet Davutoğlu dışişleri bakanı olduğu zaman, ben bunu olumlayan ‘En azından okur-yazar, kendini bu işe hazırlamış birisinin Dışişleri bakanı olması iyi’ manasında bir yazı yazmıştım. Ama itiraf edeyim, o sırada Stratejik Derinlik’i okumamıştım…” BBC News Türkçe. (18.12.2019). “Ahmet Davutoğlu: AKP’den Gelecek Partisi’ne”, (BBC News Türkçe, 2019), https://www.youtube.com/watch?v=ft2fyDA0jY0. Kıvanç’ın Davutoğlu’nun eserleri üzerine eleştirilerini yazdığı çalışması için bkz. Ümit Kıvanç, Pan-İslâmcının Macera Kılavuzu: Davutoğlu Ne Diyor, Bir Şey Diyor mu? (İstanbul: İletişim Yayınları, 2015).

[14] Bkz. Alan Sokal ve Jean Bricmont, Fashionable Nonsense: Postmodern Intellectuals’ Abuse of Science (New York: Picador, 1999).

[15] Helen Pluckrose, James Lindsay ve Peter Boghossian’ın postmodernizmi eleştirirken, kendilerinin de Amerikan liberal sol değerlere yaslandıklarını söylemeleri dikkate değer.

Applied Postmodernism: How “Idea Laundering” is Crippling American Universities (GrassRoots Community Network, 2019), https://www.youtube.com/watch?v=XeXfV0tAxtE.

Sağ ve sol cenahtan postmodernizme gelen eleştirilerin özeti için bkz. Matt McManus, “Post-Postmodernism on the Left”, Quillette (blog), 13 Haziran 2018, https://quillette.com/2018/06/13/post-postmodernism-on-the-left/.

[16] Bruno Latour, “Why Has Critique Run out of Steam? From Matters of Fact to Matters of Concern”, Critical Inquiry 30, no: 2 (2004): 225-48, https://doi.org/10.1086/421123.

[17] Latour, a.g.m., s. 246.

[18] Michel Foucault, “What is Enlightenment?”, The Foucault Reader içinde, der. Paul Rabinow (New York: Penguin Books, 1984), s. 32-50.

[19] Mete Tunçay, “Türk Siyasal Düşüncesinin Son Yüz Yılında Üç Ana Yönelimin Ortak Çıkmazı: Dogmatizm”, Eleştirel Tarih Yazıları içinde. (İstanbul: Liberte, 2005).