Nasıl görürüz? Göz pasif bir reseptör müdür? Görme esnasında zihinsel süreçler nasıl işler? Zihin, bir objektif rolü atfederek; gözlerden aldığı verilerin negatifini çıkaran ve dış dünyanın kopyasını sunan bir temsil ilişkisinin aracısı, mekanik bir aygıt mıdır sadece? Jonah Lehrer, post-izlenimci ressam Paul Cézanne üzerine yazdığı Görme Olayı isimli makalede “bakmak gördüklerimizi yaratmaktır”[1] derken; filozof Maurice Merleau-Ponty, Göz ve Tin isimli eserinde, görmenin dünyayla kurulan bir “fizik-optik”[2] ilişki olmadığını söyler ve yazar Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde serisinin ana karakteri Marcel, Albertine’in yüzündeki benin yerini bir türlü tespit edemez[3].
Cézanne, Merleau-Ponty ve Proust’un; resim, felsefe ve edebiyatta, yapıtları aracılığı ile, görmenin öznelliği ve görme süreçleri üzerine ileri sürdükleri görüşlerde ortak bir düşüncenin izlerini sürmek mümkün. Bunun için görmenin kendisine, başlangıç aşamasına dönmek; görme esnasında deneyimlediğimiz süreçleri adım adım izlemek, Cézanne’ın resimde ve Proust’un edebiyatta zamanı yakalama çabasının felsefi düşünümünü incelemek gerekir.
Lehrer, Cézanne’ın tablolarının görme sürecimizi, görselleştirdiğini iddia eder: Cézanne’ın tablolarında farkettiğimiz benekler, fırça darbeleri, kalın boya tabakaları “varoluşun eşiğinde debelenirler” ve zihnimiz onları bir biçime kavuşturmak üzere faaliyete geçtiğinde, tuvalin sabit bir imgeyi değil, inşa edici bir süreci açımladığını bakışımıza sunar; bakanı bunu farketmeye zorlarlar.[4] Diğer bir deyişle, Cézanne bizi biçimlerin yavaş yavaş belirmeye başladığı görmenin ilk aşamasına geri götürür ya da Merleau-Ponty’nin söylediği gibi “görüşün eşiğinde”[5] olduğumuz âna. Merleau-Ponty’e göre bu öyle bir andır ki; sanki Cézanne’ın elmaları ya da Sainte Victoire dağı adeta “bir geri-dünya’dan gelmişçesine görünüre inmekte”[6] ve yavaş yavaş biçime kavuşmaktadırlar. Cézanne’ın tabloları sadece görmenin ilk ânını değil; bir süreci, görme eyleminin oluşumunu tuvale taşır. Bu nedenle Merleau-Ponty bu süreci “devam edilmiş bir doğum” şeklinde ifade eder.[7] Bu doğum sürecinde, renk katmanlarının arasındaki hareketliliği; imgenin oluşmakta, doğmakta olduğunu tecrübe ederiz çünkü zihnimiz devreye girip tablodan aldığımız izlenimleri tamamlayarak ve ayrıntılandırarak onu bir elma ya da dağ biçimine kavuşturur. Lehrer’e göre Cézanne; görmenin bir soyutlama olduğunu farketmiş bir ressamdır.[8] Bu öyle bir soyutlamadır ki; bakmakta olduğumuzu farkedebilmek, netleştirebilmek, unsurlarını ayrıştırmak, anlamlandırmak, belirli bir imgeye kavuşturmak, biçimsizlikten biçim çıkarmak için zihnimiz devreye girerek, göze – çeşitli yanılsamalar ve hayalgücünün oyunlarının da dahil olduğu- birçok dayatmada bulunacak, onu ayrıntılarla donatacaktır. Burada mekanizma adeta tersine dönmüştür. Soyutlama, alışageldiğimiz üzere, sonradan devreye giren bir işlem değil, ilksel olandır. Cézanne’ın tabloları bu bakımdan kumaşın birkaç teğelle tutturulduğu ilk giysi provasından, elbisenin bitmiş haline kadar olan süreci tahayyül etmemize izin verir.
Görmek, görsel duyumlarımızı aşan bir deneyimdir. Lehrer’e göre Cézanne; görmenin tahayyül etmek olduğunu anlamıştır. Tahayyül, görmenin öznel olan tarafıdır. Görme esnasında zihin hayal gücünü de devreye sokarak görsel duyumlarımızı işler. Öyle ise, bir bakıma, duyu ve düşünsel süreçlerin harmanlandığı bir kurgudur zihnin yaptığı. Cézanne’ın belirttiği gibi “Doğa içeridedir.”[9] Bu nedenle Merleau Ponty’ye göre, bir tablonun kendi dışına, dışındaki bir ampirik karşılığa, temsiliyet bağlamında gönderme yaptığı koşulda dahi figür; en başta otofigüratif olana tâbidir çünkü “göz ruhun penceresidir.”[10] Lehrer de benzer şekilde, “Her insan kendi özgün görüşüne hapsolmuştur” demektedir; “saf-temiz algı diye bir şey yoktur” ve tam da bu nedenle sıklıkla “gözlerimizi yalancı çıkarırız.”[11]
Cézanne’ın tablolarında tecrübe ettiğimiz bir imgenin doğum ve biçimlenme sürecini, Marcel Proust’un yazınsal uzamında, bir genç kız çetesini betimleyişinde buluruz. Kayıp Zamanın İzinde serisinin Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde cildinde Marcel, yazı geçilmek üzere büyükannesi ile birlikte Balbec’e gitmiştir. Grand-Hôtel’in önünde büyükannesiyle buluşmayı beklerken hareket eden bir leke dikkatini çeker ve bu hareketli lekeyi bir martı sürüsüne benzetir:
“O sırada, neredeyse mendireğin ta ucunda, şaşırtıcı bir lekenin hareket ettiğini gördüm; ilerlemekte olan beş veya altı genç kız, görünüşleri ve tavırlarıyla Balbec’te alışkın olduğumuz insanlardan o kadar farklıydılar ki, nereden geldikleri belli olmayan, plajda, ölçülü adımlarla –gecikenlerin uçuşarak ötekilere yetiştiği- amacı görmezmiş gibi davrandıkları insanlar için tamamen belirsiz, onların kuş zihinleri içinse son derece açık ve belirgin olan bir gezintiye çıkmış bir martı sürüsüne benziyorlardı.”[12]
Bu martı sürüsü; gençlik enerjisiyle dolup taşmakta, önlerine çıkan engelleri neşeyle, gülüşerek ve hoplayıp zıplayarak aşmakta, çevrelerini yok sayan tutumlarıyla saygısızlığın sınırlarını zorlamaktadırlar. Marcel; gençlik, gözüpeklik, aldırışsızlık ve uçarılıkla dolup taşan bu genç kız sürüsüne ilişkin çeşitli detayları yavaş yavaş farketse de onları ayrıştırmakta, bu detayları herhangi birine atfetmekte zorlanır. İkisinin elinde golf sopaları, birinin itmekte olduğu bisikleti vardır. Başka birinin Arap Tipli Müneccim Kral gibi düz bir burnu ve esmer bir teni, ötekinin sardunyayı akla getiren pembe-bakır yanakları. Ancak bütün bu bireyselleştirici özellikleri fark etmesine rağmen, onları birbirinden ayrı genç kızlar olarak göremez ve bu özelliklerden hangisinin hangisine ait olduğunu kesin bir şekilde saptayamaz:
“Birbirinden son derece farklı özelliklerin yan yana bulunduğu, bütün renk dizilerinin birbirine yaklaştığı, ama cümlelerini seçtiğim fakat hemen unuttuğum için geçtikleri anda ayırt edemediğim, tanıyamadığım bir müzik gibi birbirine karıştığı bu harikulade bütünün ilerleyiş sırasına göre, beyaz bir oval, siyah gözler, yeşil gözler ortaya çıktığında, bunların biraz önce beni büyüleyenlerle aynı mı olduklarını bilemiyor, diğerlerinden ayırıp tanıyabileceğim tek bir kıza atfedemiyordum. Yakında aralarında yapacağım ayırımların şimdi kafamda bulunmaması, bu topluluğa uyumlu bir dalgalanma kazandırıyor, akışkan, kolektif ve hareketli bir güzelliğin devamlı aktarımını sağlıyordu.”[13]
Marcel en başta genç kızları birbirinden ayıramaz çünkü onlar birbirine görünmez bağlarla bağlı, durağan ama bir o kadar da kendi içinde hareketli bir atmosfer şeklinde belirmişlerdir gözlerinin önünde. Onları bir tablo gibi seyreder. İçinde uçuculuk ve kaçıcılığı bir kıpırtısızlık halinde yakalamayı başardığı hareketli bir tablodur bu. Henüz belirginleşmemiş bu hareketli durağanlığı Marcel, bu nedenle doğmakta olan bir leke ve martı sürüsü olarak ifade eder. Daha sonra bu imgeyi defalarca farklı biçimlerde yineleyerek – genç kız çetesi, bisikletli Bakhalar çetesi, küçük kabile, kuşlar meclisi, şekli düzensiz cıvıltılı kütle, ışıklı bir kuyrukluyıldız gibi ilerleyen topluluk- sürdürecek ve ta en başta karşısında beliren bu lekenin, zihninin katkısı ile nasıl bir anlama kavuştuğu gittikçe aydınlanacaktır.
Öte yandan Marcel, başlangıçta birbirine karışan renk dizileri şeklinde ifade ettiği bu genç kız topluluğunu, bakmayı sürdürdükçe, yavaş yavaş birbirinden ayrıştıracak; birinin uzun boyunu, birinin civciv gagası gibi burnunu, ötekinin şişkin pembe yanaklarını, bir diğerinin kırmızı pelerinini, siyah bereli olanın bisikletini iterken kalçalarının aldırışsızca sallanışını aralarında ayrıştırıp bölüştürmeyi başaracaktır.[14] Böylelikle anlarız ki, başlangıçta bir leke şeklinde beliren genç kız sürüsü bir soyutlamadır. Bu soyutlama yavaş yavaş Marcel’in bakışının derinleşmesi, zihninin giderek bu lekeye anlamlar atfetmeye başlaması ile gittikçe belirginleşir ve kızlar giderek bireyselliklerine kavuşurlar:
“Kızların yüzlerine iyice bakmıştım; her birini bütün açılardan görmemiştim, tam karşıdan gördüklerim de azdı, ama yine de hepsini oldukça farklı iki veya üç açıdan görebilmiş, ilk görüşün rasgele sunduğu çizgi ve renk varsayımlarımı doğrulayabilmiş, düzeltebilmiş, sınayabilmiş, birbirini izleyen değişik ifadelerde, değişmez somutluktaki bir şeyin, varlığını koruduğunu görmüştüm.”[15]
Aslında burada Marcel, “varlığını koruyan şey” ifadesiyle, bir yandan da ilk görüşünü doğruladığını ifade eder. Genç kızlar Marcel için bireyselleşmiş olsalar da; onları ilksel olarak bakışına bir kollektivite halinde sunan, ancak toplu haldeyken bir anlama kavuşan özellikleri, belirleyici olarak hâlâ oradalardır. Böylelikle bir lekenin doğum sürecini, yazınsal uzamda bir pasaj olarak, hem baştaki ilksel ve muğlak hali hem de detaylanmış ve ayrıştırılmış bir biçimde birlikte görürüz. Öte yandan, bu görüşün aşamaları ve çeşitli biçimleri birbirine öylesine örgün bağlarla bağlanmış ve öylesine iç içe geçmiştir ki; Marcel içinden herhangi bir unsuru dışarı çektiğinde anlamını sürdürmeyi başaramaz. Artık detaylı özelliklerini tespit etmiş olsa bile, bu genç kız topluluğunu oluşturan kızlardan herhangi biri tek başına fazla anlamlı değildir Marcel için çünkü o genç kızların bakışına sunduğu o ilk soyut imgeye, hep birlikte iç içe geçerek oluşturdukları kolektif bileşene âşık olmuştur. Bu nedenle Marcel hepsini sevmekte ve hiçbirini tek başına sevememektedir: “… arzularım kâh birine, kâh diğerine yönelmekle birlikte… onları birleştirmeye, onları, muhtemelen teşkil etme iddiasında oldukları, ortak bir hayatın canlandırdığı bambaşka bir dünya haline getirmeye devam ediyordu…”[16]
Tam da bu nedenle Marcel; tanışmak için can attığı bu genç kızlardan biriyle, aşkı hepsinin arasında kararsızlık geçirdikten sonra sevgili olacağı Albertine ile ressam Elstir’in atölyesinde karşılaştığında onu tanıyamaz. Gözleri Marcel’i yalancı çıkarmıştır. Marcel, atölyeye geldiğinde orada oturmakta olan genç kızda; deniz kıyısında gezinen “bereli bisikletçiden çıkardığı varlığı” bulamadığını kendine itiraf eder çünkü bu genç kızlarla her tanışması aslında bir “eksiltme” yolu ile gerçekleşmektedir. Diğer bir deyişle, Marcel’in hayalgücü ve arzusunun iç içe geçişiyle oluşturduğu bu kolektif ve soyut varlık; her bir genç kız ile yaşadığı tekil karşılaşmada yerini daha “düşük” değerdeki bir temsil ile değiştirmektedir.[17] Bu nedenle Marcel; daha sonra âşık olacağı Albertine’i, görmenin sahih anlamıyla, bir daha asla göremeyeceğini yani onda bütün diğer genç kızların toplu varlığını temsil eden o ilksel izlenime geri dönemeyeceğini ifade eder. Bu nedenle Albertine, Marcel için, prototipine; diğer bir deyişle temsiller halinde birbirini izleyen bir serinin en başına, asla geri dönemeyeceği bir nevi Albertine dizisidir. Tıpkı bir rolü yaratan starın sonraki performanslarının, rolünün temsiline dönüşmesinden kaçınmasının mümkün olmayışı gibi:
“… içimde her saat birbirini izleyen hayali Albertine’lerin sonsuz dizisinde, plajda görülmüş olan gerçek Albertine sadece başta yer alıyordu; tıpkı bir rolü “yaratan” starın, uzun bir temsiller dizisinde, sadece ilk temsillerde rol alması gibi. O Albertine ancak siluetti, onun üzerine bindirilmiş olan her şey benim uydurmamdı...”[18]
Marcel’in Albertine ile ressam Elstir’in atölyesinde karşılaşması manidardır. Elstir, Proust’un kurguladığı izlenimci bir ressamdır. Balbec’te yapmış olduğu deniz manzaraları Marcel’e, sabahları otelinde uyanıp pencereden baktığında kıyı, deniz ve gökyüzünü birbirine karıştırarak; algısı her şeyi yerli yerine koyup sınırları tespit etmeden önce mutlulukla izlediği görsel akışkanlığı hatırlatır. Marcel’e göre buna sebebiyet veren güneşin oyunlarıdır ve Elstir’in tabloları da, nesneleri alışageldiğimiz şekilleriyle temsil etmek yerine, ışık ve optik yanılsamalar altındaki ilk izlenimlerimizi ve perspektif yasalarını açığa çıkarmaya çalışır. Böylelikle Elstir; tablosuna bakan gözü, kara ve deniz arasında sabit bir sınır çizgisi görmemeye alıştırır. [19]
Öte yandan Elstir’de, izlenimlerimiz sözkonusu olduğunda, ışığın görme üzerindeki etkisini öne çıkaran geleneksel izlenimci bakış açısının biraz fazlasını buluruz çünkü Marcel’in düşüncesine göre o; resim yaparken zihnindeki gerçekliğe ait “bütün kavramlardan arınmak”, her şeyi unutup “kendini bir cahil haline sokmak”[20] için samimi bir çaba gösterir.
Elstir’in tablolarında yapmayı başardığı, denizi kara, karayı da deniz terimleriyle anlatmaktır.[21] Burada Marcel sıklıkla, ödünç alma ve eğretileme anlamlarına gelen “istiare” sözcüğüne başvurur. Aslında Marcel de, Albertine’i, mensubu olduğu genç kızlar topluluğuna ait terimlerle ifade eder ve öte yandan topluluk da, çetenin tek tek her bir üyesinden müteşekkil; her birinin ondan pay aldığı, sahildeki o ilk izlenimini oluşturan bir kolektivitedir. Bu nedenle, Marcel; kabilenin her bir üyesi ile, bir topluluk olarak kabile arasında bir sınır çizgisi tespit edemez. Aşkının en sonunda üzerinde karar kıldığı Albertine, diğer genç kızlardan yayılan ışığa boğulmuştur.[22] Marcel’in sahildeki mendirekte ilk defa görüp bir martı sürüsüne benzettiği bu topluluğa yakıştırdığı, atfettiği, onlara dair zihninde kurguladığı her şey; hep kaynağına geri dönmek ve o kaynakta ele geçirmek arzusunu duyduğu bu ışık tarafından kuşatılır. Tam da bu nedenle, Kayıp Zamanın İzinde’nin Mahpus cildinde, Albertine’i arkadaşlarından uzaklaştırıp evine kapatmak Marcel için büyük bir hayal kırıklığı ile sonuçlanır çünkü kabilenin soyut ve meçhul varlığından tecrit edildiğinde Albertine’in üzerine düşen çete ışığı sönmüştür.
Kaynakça
Jonah Lehrer, Proust Bir Sinirbilimciydi, çev: Ferit Burak Aydar, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2009
Marcel Proust, Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde, çev: Roza Hakmen, Yapı Kredi Yayınları, 2011
Maurice Merleau-Ponty, Göz ve Tin, çev: Ahmet Soysal, Metis, 2012
[1] Jonah Lehrer, Proust Bir Sinirbilimciydi, sa: 109, çev: Ferit Burak Aydar, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2009
[2] Maurice Merleau-Ponty, Göz ve Tin, sa:66, çev: Ahmet Soysal, Metis, 2012
[3] Marcel Proust, Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde, sa:429, çev:Roza Hakmen, Yapı Kredi Yayınları, 2011
[4] Jonah Lehrer, sa:119-122
[5] Maurice Merleau-Ponty, sa:40
[6] Maurice Merleau-Ponty, sa:69
[7] Maurice Merleau-Ponty, sa:42
[8] Jonah Lehrer, sa:122
[9] Maurice Merleau-Ponty, sa:36
[10] Maurice Merleau-Ponty, sa:74
[11] Jonah Lehrer, sa:131
[12] Marcel Proust, sa:349
[13] Marcel Proust, sa:351
[14] Marcel Proust, sa:354
[15] Marcel Proust, sa:358
[16] Marcel Proust, sa:387
[17] Marcel Proust, sa:425-427
[18] Marcel Proust, sa:413
[19] Marcel Proust, sa:392-395
[20] Marcel Proust, sa:396
[21] Marcel Proust, sa:392
[22] Marcel Proust, sa:475