“Çevre”den bir siyasi portre: Eski bakan, Düzce Belediye Başkanı Faruk Özlü: Türk tipi başkanlık sisteminde bir “şehir” başkanı

“Çevre merkeze yürüdü ve iktidar oldu.” AKP’nin 20 yıllık iktidarının en fazla benimsenen sosyolojik özeti böyle yapılıyor. Ancak aradan geçen 20 yıllık süre yepyeni bir çevrenin oluşması için yeterli bir süre. Her ne kadar muhalefet güçlerinin çevredeki temsilcileri AKP’yi iktidara getiren bu potansiyeli hâlâ küçümsüyor olsalar da AKP kendisini iktidara taşıyan bu gücün ziyadesiyle farkında. İl ve ilçe başkanlıklarının çok adaylı ön seçimle belirlenmesi yönteminin kaldırılarak bir tür atamalı seçim programına geçilmesi, belediye başkanlarının her zaman merkezden belirlenmesi, “çevre”yi kontrol etme gerekliliğinden hareketle titizlikle uygulanan yöntemler.

BAKANDAN BELEDİYE BAŞKANI

Bu yöntemlere ek olarak AKP iktidarı bakan yaptığı siyasetçileri tekrar çevreye göndermeyi/görevlendirmeyi de çevreyi kontrol etmekte bir yöntem olarak kullanıyor. Seçim kazanılamayan İzmir’de partinin joker bakanı Binali Yıldırım’ın İzmir’de aday gösterilmesi (kaybetti) bu çerçevede değerlendirilmelidir.

Verilen mesajı, “eğer yaşadığınız yere merkezden bir fayda bekliyorsanız, gücünü o merkezden alan muktedir siyasetçileri seçin!” diye özetleyebiliriz. Ancak 2019 seçimlerinde bu sefer İstanbul’dan aday gösterilen Binali Yıldırım, Ekrem İmamoğlu karşısında seçimi hem de iki defa kaybetti. Hakeza Nihat Zeybekçi İzmir’de ve Mehmet Özhaseki Ankara’da belediye başkanlıklarını kaybetmiş eski bakanlardır.

Buna karşılık eski bakanların aday gösterilip belediye başkanlıklarını kazandığı yerler de var. Fatma Şahin Gaziantep’te, eski bakandan belediye başkanı yapma yönteminin öncüsü olarak ilk defa 2014’te seçimi kazanmış, 2019’da da bu başarıyı devam ettirmişti. 2019’da ona Ordu’da Hilmi Güler, Samsun’da Mustafa Demir ve Düzce’de Faruk Özlü belediye başkanı seçilen eski bakanlar olarak eşlik ettiler.

Bu yazı Düzce belediye başkanı seçilen Faruk Özlü’nün belirttiğimiz çerçevede merkezin çevreyi kontrol isteğinde ne derece başarılı olduğunun incelenmesi yanında, merkezin çevreye neleri nasıl dayattığının bir incelemesi olarak da okunabilir. Tabii ki Faruk Özlü’nün şahsi tercih ve tavırlarının, veya “üslubunun,” atanarak seçildiği yerde çevresinde ne gibi farklar yarattığının özellikle üzerinde durarak. Zira merkezin gücünün tadını almak, çevredeki gücü az bulmaya ve o merkez gücünü tekrar talep ve elde etme arzusuna yol açıyor; yer yer aleni, yer yer de mahcup bir üslupla…

KARİYER SEYRİ

Dr. Faruk Özlü 65. hükümetin Bilim, Sanayi Teknoloji bakanıdır. 31 Mart 2019 mahalli seçimlerinde Düzce belediye başkan adayı gösterilir ve seçilir. 2004-2009 yılları arasında da AKP’den belediye başkanlığı yapan, 2014’te 54.53’lük oy oranı ile seçim kazanmış olan ve 2017’de istifa ettirilen belediye başkanları arasında yer alan Mehmet Keleş’ten sonra seçimi ancak 47,14’lük bir oy oranıyla kazanabilmiştir.

Belediye başkanı adayı gösterilmesi süreci de ilginçtir. 2019 mahalli seçimleri öncesi yapılan bazı anketlere göre CHP’nin İYİ Parti adayını desteklediği Düzce’de seçimi İYİ Parti adayının kazanma ihtimali ortaya çıkmıştır. İşte bu ihtimali yok etmek için AKP yönetimi partinin ağır toplarından birini, bir eski bakanı aday gösterme kararına varır. Ancak kulislerden sızan açıklamalara göre İYİ Parti adayının kazandığını gösteren anketlerin arkasında bizzat eski bakan vardır! Ne kadar doğrudur bilinmez ama bugün bile hâlâ Düzce ve ilçelerinin siyasi kulislerinde konuşulan bir iddiadır.

Önce Faruk Özlü’nün kariyerinin kısa bir kıssasını verilim. Düzce’nin Topçular köyünde “Manav” tabir edilen bir otokton/yerli etnik topluluğun mensubu, Hanefi-Sünni bir ailenin çocuğu olarak 1962’de dünyaya gelir. İlk ve orta eğitimini Düzce’de bitirdikten sonra Yıldız Teknik Üniversitesi Makine Bölümü'nü bitirir. İstanbul Teknik Üniversitesi'nde yüksek lisans ve doktora yapar. İspanya’da proje mühendislik, Harvard Üniversitesi'nde üst düzey yöneticilik eğitimi alır. Savunma sanayiinde yaklaşık 25 yıl görev aldıktan sonra müsteşar yardımcılığı görevindeyken milletvekili olmak üzere istifa eder. Bu adaylık ilk adaylığı değildir. 2011 seçimlerinde de milletvekili adayı olmak için istifa etmiş ancak yapılan temayül yoklamalarında pek öne çıkamadığından olsa gerek milletvekili aday listesinde yer almadığı için bürokrasideki görevine geri dönmüştür. 7 Haziran 2015 seçimlerine 2011 seçimlerinden edindiği tecrübeyle hazırlanan Özlü, Düzce’nin en az teveccüh göreceği varsayılan en büyük ilçesi Akçakoca’da bile temayül yoklamasından birinci çıkar. Özlü, AKP’nin Düzce’de %59,38 oranında oy aldığı seçimde Düzce’den birinci sırada milletvekili seçilir. 1 Kasım 2015’te yapılan tekrar-seçimde tekrar aday gösterilir, bu sefer AKP’nin Düzce’de aldığı oy oranı 70.80’dir.

Milletvekili seçildikten sonra Savunma Sanayi Komisyonu Başkanlığı yapan Özlü, 24 Mayıs 2016’da “son başbakan” Binali Yıldırım başbakanlığında kurulan 65. hükümette Bilim Sanayi ve Teknoloji Bakanı olarak görev alır. Bu, Düzce’nin il oluşundan bu yana, AKP hükümetlerinin ilk dışişleri bakanı olan Yaşar Yakış’tan sonra Düzce’nin ikinci bakan çıkarışıdır.

2019 yılının 24 Haziran’ında yapılan genel seçimlerde ise tekrar milletvekili adayı olmak için başvuruda bulunmaz. 5 Mayıs 2018 tarihinde sputniknews.com haber sitesinde bu konuda şu haber yorum yer alır:

“Bilim Sanayi ve Teknoloji Bakanı Faruk Özlü’nün ise başbakan Binali Yıldırım aracılığıyla milletvekili olmak istemediğini, uygun görülmesi durumunda yeni yürütmenin yapısında görev almak istediğini ilettiği öğrenildi. Özlü’nün seçimlerde meclis çoğunluğunun sağlanması [durumunda] Milli Savunma Bakanı olarak değerlendirilebileceği, görev verilmemesi halinde Savunma Sanayi Müsteşarlığı görevini üstlenebileceği belirtildi.”

Özlü’nün Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminde bakan olarak devam etmek istediği ve bunu yüksek bir ihtimal olarak gördüğü çok açık. Çünkü siyasetten elini ayağını çekmesi beklenemez. Haberde bahsedilen Sanayi Bakanlığı Müsteşarlığı'nı kabul etmesine ise çok küçük bir ihtimal olarak bakmak gerekir. Zira birçokları gibi “Bakan” titrini kalıcı bir rütbe olarak takındığı, belediye başkanı seçildikten sonra da makamına girecek olanlara “bakanım” diye hitap etmesi gerektiğinin özenle hatırlatıldığı biliniyor. Özlü’ye “Başkanım” diye hitap etmek, pot kırmanın dik alası olarak değerlendirilmektedir Düzce’de! Hal böyle iken Milli Savunma Bakanlığı'nın biri müsteşar olmak üzere iki bakanı taşıyamayacağı çok açıktır! Ancak bu beklenti karşılığını bulmaz. Yeni sistemde herhangi bir bakanlığa atanmaz. Bu durum Özlü’yü hüsrana uğrattığı gibi Düzce AKP çevrelerini de uğratır, bir “bakanının” olması, Türkiye’de her il için çok şey ifade eder çünkü.

Bir müddet sonra Düzce kulislerine Faruk Özlü’nün “önemli bir göreve” atanacağı bilgisi yayılır. Haberlere esas teşkil edecek kadar netleşmese de bu mühim görevin Türkiye’nin “yerli ve milli” otomobil teşebbüsünün CEO’luğu olduğu rivayeti dolaşır. Ancak bu da gerçekleşmez.

Ve neticede Düzce’den belediye başkanı adayı gösterilir. Belediye başkanı adayı gösterilen diğer eski bakanlara kıyasla bir bakıma tenzil-i rütbe niteliğinde bir görev de sayılabilir bu adaylık, çünkü diğerleri hep büyükşehir belediye başkanlığına aday gösterilmişken, Özlü iller sıralamasında nüfus açısından 50. Sıradaki bir yerden aday gösterilmiştir.

"ŞEHİR BAŞKANI"

Bakanlık beklerken Düzce gibi küçük bir ilin belediye başkanlığına razı gelmek, üstelik bunun için biraz kulisler de yapmayı, pek içine sindirebilmiş değil gibidir. 26 Mart 2019 tarihli Hürriyet gazetesinde Abdülkadir Selvi’nin Faruk Özlü’nün ağzından yazdıkları, bunun işaretidir: “Düzce’nin gelecek 30 yılını, 50 yılını planlamak istiyorum. Sadece bir belediye başkanı olma niyetinde değilim. Düzce’nin her sorunuyla ilgilenmek istiyorum. Şehrin başkanı olmak istiyorum.” Böyle bir “şehir başkanlığının” neleri ihtiva ettiğini bilmiyoruz. Üst düzey yöneticilik eğitimi gördüğü ABD’deki Harvard Üniversitesi'nden aldığı esinle, ABD’nin eyalet/state sistemindeki valilik kastedilmiş olabilir mi? Bu arada belirtmekte yarar var, AKP iktidarının ilk yıllarında kanunlaşan ancak CHP’nin müracaatı ile Anayasa Mahkemesi'nce iptal edilen “mahalli yönetimlerin güçlendirilmesine yönelik kanun”un muhtevasıyla ilgili bir değişiklik talebi de olmamıştır Özlü’nün, bakanlığını ifa ederken. Recep Tayyip Erdoğan kültüne tâbi bir tek adam rejimi olan Türk tipi başkanlık sistemine dönüşmüş olan rejimde ise, “şehrin başkanı” ifadesinin kolay kolay dillendirilemeyeceğinin kendisi de farkında olmalıdır.

Ancak bu “şehir başkanlığı”nı resmiyette olmasa bile fiiliyatta kısmen uygulamaya çalıştığı söylenebilir. “Şehir başkanı” hatta bir “bölge başkanı” gibi davrandığını/davranmaya çalıştığını misalleriyle anlatacağız.

Abdülkadir Selvi, zikrettiğimiz yazısında bir şeyin daha altını kalın çizgilerle çizer eski bakanın ağzından: “İlk başta insanlar bir bakanın belediye başkanlığı nasıl olacak diye biraz yadırgadılar ama temas ettikçe ikna oldular. Bakan havalı değil diyorlar.” O sadece bir titri ile bilinmek ve hitap edilmek istiyordur, o titri de “Bakanım”dır. Yazının bundan sonrasında, “bakanımız” diye bahsedeceğiz.

***

Bakanımızın milletvekili olma sürecindeki en büyük destekçilerinden ve bilahare Düzce Belediyesi İnsan Kaynakları Müdürü olan Burçin Sarıcan (Yazının yazıldığı günlerde Kültür İşleri Müdürlüğü'ne terfi etmiştir), 17 Ocak 2022 tarihinde sosyal medya hesabından bir paylaşım yapar, daha doğrusu bir paylaşımı tekrar paylaşır. Paylaşılan paylaşım, AKP Kadın Kolları Başkanı Düzce Milletvekili Ayşe Keşir’indir. Ayşe Keşir ve bakanımız TBMM’nin 25. döneminde beraber Düzce milletvekilliği yapmışlardır. Paylaşımın övgü dolu içeriği şöyledir: “Düzce Belediye Başkanımız Sayın Faruk Özlü, ziyaretimize geldi. Bürokrasi ve siyasette yılların birikimi ile kaleme aldığı Bir Türkiye Mucizesi İçin ‘Beyaz Kitap’ı imzalayıp, hediye etti. İlgi ile okuyacağım.”

Bu kitabı basan Dün Bugün Yarın Yayınevi, 2020 yılında Düzce Belediyesi'nce düzenlenen “Düzce Vizyon Konferansları”nı da, Türkiye İçin Bir Vizyon Tasarımı - Yükselen Güç Türkiye adıyla bakanımızın takdimi ve kapanış sunumuyla kitap haline getirmiş. Ayşe Keşir’in ilgi ile okuyup okumadığını bilmiyorum ama bana ilginç gelen bu iki kitabın bir değerlendirmesini yapmak istiyorum. Çünkü hem bir siyasetçinin güç “vizyonunun,” hem AKP iktidarının çevredeki siyasetinin, demokrasi ve ekonomi-politik anlayışının ve ideolojik ufkunun, hem de her iki anlamda “çevre”ye bakışının bir panoramasını sunuyor.

"VİZYON" – POLİTİK ROMANTİZM

Bakanımız niçin bir “vizyon” tasarımına gerek duyduğunu, yazarı olduğu Beyaz Kitap’ın önsözünde şöyle ifade ediyor. “Bir hayalim var (I have a dream) duygusundan beslenen bir insanın hayallerini gerçeğe dönüştürme çabası.” Martin Luther King’in İngilizcesini de parantez içerisinde verdiği, dünyaya mal olmuş bu sözle/duyguyla başlaması, –bu biraz da Hegel’in “Beni bir kişi anladı, o da yanlış anladı” ifadesini hatırlatıyor–, daha baştan kitabı ilginçleştiriyor. Sivil itaatsizliğin evrensel simgesi olan Martin Luther King’den alıntı yapıp sonrasında sunduğu vizyon gereği herkesten itaat beklemek, metaforu metafora uğratmak gibi bir merhale...

Bakanımız siyaseti hep bir beka meselesi olarak anlatır ve inşa eder. Halkın devleti değil, devletin halkı söz konusudur her zaman ve devlet her zaman halka/topluma göre önceliklidir. 

Bu arada, AKP’nin 2023’ten sonraki vizyon hedefleri 2053 ve 2071 yılarına yönelik Beyaz Kitap’ta hiç bahis yoktur. Bakanımız bu vizyon hedeflerini beğenmemekte midir, yeterli bulmamakta mıdır, yazdığı metinlerden bunu anlayabilmek pek mümkün değildir. Bir vizyon sunma iddiasında olması, kendi vizyon tasarımının 2053 ve 2071 vizyonlarına monte edilmesinin ifadesi olabilir.

***

Bir siyasetçi siyasi yelpazenin sağ tarafında alıyorsa ya da menfaatleri gereği sağcılaşıyorsa arka planda her zaman bir politik romantizm bulunur. O politik romantizmi çıkarın, atılan nutukların, yazılan metinlerin bir geçerliliği kalmaz. Politik romantizmle, geç modernleşme ve milletleşme deneyimini “özgün” bir “ruh”la bir “yeniden diriliş” havasına sokmayı arzulayan, bunun için “elle tutulur, gözle görülür dünyanın ölçülebirliğinin ötesine geçen metafizik-idealist değer ve güçlere” atıfta bulunan bir geleneği kastediyorum.[1] Bu tarz, bakanımızda etkin bir siyasi uygulamacısını bulmuştur. 

Türkiye’de politik romantizmin kurucu babalarından Namık Kemal,[2] Batı’ya açılan pencereleri olan Fransa’ya bakarken Paris Komünü’ne ve Avrupa’yı sarsan sosyalist akıma gözlerini kapamış, sanki Avrupa’da böyle gelişmeler yokmuş gibi davranmıştı. Hakeza eski ve yeni İttihatçılar da öyle… Bakanımız da Yeni Osmanlılar’ın, yeni ve eski İttihatçıların ayak izlerinden ve tabii onlarca yıllık anti-komünizm geleneğinin izinden yürüyerek sol-sosyal demokrat-sosyalist çizgideki siyasetçileri, akademisyenleri ve kanaat önderlerini yok sayıyor.  2020 yılında Düzce’de düzenlenmesine öncülük ettiği “vizyon konferanslarına” ılımlı sayılabilecek bir solcunun bile davet edilmemesine itina göstermiştir. 

Politik romantizm bir yönüyle de aklın karşısına coşkuyu (Hasan Aksakal’ın tabiriyle “heyecan ideolojisini”) koymaksa, bakanımızın bu işte ustalaştığını söyleyebiliriz:

“Tarihimize de bütünlük perspektifinden bakmalıyız. Cumhuriyet nasıl bizim ise, bizim son mucizemiz ise, Osmanlı da bizim. Hatta bizim en büyük mucizemiz. Bir an Türk tarihinden Osmanlı dönemini ve İstanbul’u çıkarın ne kadar eksildiğimizi, ne kadar azaldığımızı daha iyi hissederseniz. Selçuklu da, daha öncesi de hepsi bizim.” (Beyaz Kitap, s. 19.) 

Sahiplenilen halk/toplum değil, bir yönetim aygıtı olan devletlerdir. Sahiplenilecek devletler de seçmeye tâbidir: Bitinya, Roma ve Bizans İmparatorlukları Düzce’nin geçmişinde yokmuş gibi dikkatle ayıklar, onların bu topraklardaki tarihini anmak muhtemelen bir “beka” meselesine yol açacaktır!

Ancak iş icraatlarını övmeye gelince Roma ve Bizans geçmişinden gelen antik şehri, Roma ve Bizans’ın adını anmamaya yine büyük bir dikkat göstererek, sahiplenmekten de geri kalmaz:

“Anadolu’nun şehirleri kadim şehirlerdir. Her biri binlerce yıl boyunca sayısız medeniyete ev sahipliği yapmış, sayısız tarihi eserleri toprağın üzerinde ve altında barındırmaktadır. Bu zenginliği korumak; bütün yerel yöneticilerin tarih ve medeniyetimiz karşısında boynunun borcudur. Bu borcun gereklerinden biri olarak; Düzce Konuralp’te bulunan, tarihi M.Ö. 300 yılına dayanan Batı Karadeniz’in tek antik kenti Prusias ad Hypium Antik Kenti’nde 2019 yılında kazı çalışmalarını hızlandırdık. Kazılar hızla ilerliyor. Amacımız bu önemli kültür ve turizm varlığını en kısa zamanda ziyaretçilerine ve tarihçilere açmak. Antik tiyatronun restore edilmesiyle birlikte, bu tarihi alanda konserler ve etkinlikler düzenlenecek. Kazıları bizzat takip ediyorum. Kazıların ve yenilenmenin (restorasyonun) bittiği gün en mutlu günlerimden birini yaşayacağım.” (Türkiye İçin Bir Vizyon Tasarımı, s. 237) 

Düzce Konuralp’te bulunan Roma/Bizans şehri Pursias as Hypium’u Batı Karadeniz’in tek antik şehri yapıverir, bakanımız. 40 kilometre doğusundaki Bolu’da kurulmuş olan Cladiopolis’i ve 80 km kuzey doğusunda Ereğli'de kurulmuş olan Heraklia Pontica antik şehirlerini yeterli antik doku kalmadığı için antik şehir olarak saymamasını bir yere kadar kabul edilebilir bulsak bile 110 kilometre doğusundaki Eskipazar’da bulunan Hadrianopolis antik şehrini yok sayması ya bölgenin tek antik şehrine sahip olmayı Düzce için bir beka meselesi olarak saymasından ya da Hadrionapolis’in varlığından habersiz olmasından kaynaklanmış olmalıdır. 

İHTİYACI GÖRECEK KADAR DEMOKRASİ

“Ne demokrasiden, ne hukuktan, ne de adaletten ödün verebilir, geri adım atabiliriz. Bu üçlü kavramı sacayağının birbirinden ayrılmaz parçaları olarak görmeli ve bunları her durumda tahkim etmeliyiz. Zaten bizi ileriye taşıyacak ve geleceğimizi teminat altına alacak kavramlar bunlar değil midir? Hiçbir şey yapamıyorsak etrafımıza bakalım yeter. Irak’a Suriye’ye İran’a ve Afganistan’a… Eğer bu ülkelerde sağlam bir demokrasi ve hukuk geleneği olsaydı, emin olalım ki bu coğrafyada bugün kan ve gözyaşı olmazdı. Emperyalizm buralara sızamazdı.” (Beyaz Kitap, s. 28)

Bakanımız demokrasiden geri adım atamayacağımız vurgusunu yapmakla birlikte demokrasiyi nasıl pekiştireceğimizden, nasıl daha ileri seviyelere getireceğimizden bahsetmez. “Demokrasi AKP’nin iktidara gelmesi için elzem bir şeydi, bunu sağladı, daha ötesini düşünmenin anlamı yok, tahkim etmek yeter,” mealinde, daha ileri bir demokrasiyi hedeflemenin gereksizliğini savunmaktadır adeta. Türkiye’nin demokratik devletler sıralamalarında 50. filan olmasından bir rahatsızlığı olmadığı anlaşılır. Sadece Beyaz Kitap’ın sonsözünün son sahifesinde bir “ileri demokrasiden” bahseder ama mesela savunma sanayii ile alakalı verdiği rakamların, istatistiklerin binde biri kadar yer ayırmaz buna. “Demokrasi,” AKP’nin ve kendisinin iktidarda var olması için gerektiği kadar lazımdır, daha fazlası gereksizdir, diye özetleyebiliriz. Türkiye’nin sanayi devrimi “vizyonu” için de demokrasi, “tedarikçiler” kadar bile elzem değildir bakanımıza göre: “Türkiye’nin sanayi devrimi yol haritasını altı bileşenden oluşturduk: 1. İnsan, 2. Teknoloji, 3. Altyapı, 4. Tedarikçiler, 5. Kullanıcılar 6. Yönetişim.” (Türkiye için Bir Vizyon Tasarımı, s. 50)

ORYANTALİZM/OKSİDENTALİZM

“Son iki asırda her alanda büyük kayıplar verdik. En başta topraklarımızı kaybettik. Balkanlar'ı, Kafkaslar'ı, Adalar'ı, Kudüs’ü kaybettik. Ancak bütün bunlardan daha büyük bir kaybımız oldu: Özgüven kaybı. Özgüvenimizi kaybettik. Yaptığımız her işte Batı'nın onayını aradık. Bir oryantalist bakışı ile kendimizi eleştirdik.” (Türkiye İçin Bir Vizyon Tasarımı, s. 220)

Bakanımızın yazdıklarında “oryantalizm” sadece bir yerde geçiyor olsa da, oryantalizm meselesi yazıların arka planını hiçbir zaman terk etmiyor. Kimi zaman oryantalizmle iltisaklı, kimi zaman oryantalizm karşıtlığıyla, kimi zaman da oksidentalizm şeklinde…

13 Haziran 2021'de attığı bir twitte, Cemil Meriç’e sevgisini belirtmişti: “34 yıl önce bir öğrenci olarak Rahmetli Meriç'in cenaze törenine bizzat katıldım. Büyük Ustayı Karacaahmet Mezarlığı'nda dualarla ebediyete uğurladık. 34 yıl sonra bugün aynı minnet duyguları ile Sn. Cemil Meriç’i rahmetle ve saygıyla anıyorum.” Acaba Cemil Meriç’in, Osmanlıca bir kelime türeterek “Müstağrip” adını verdiği Oksidentalistlere bakışıyla hiç ilgilenmiş miydi? Zira Özlü’de müstağriplik/oksidentalizmle oryantalizm karşıtlığı da birbirine karışıveriyor. Alman iktisatçı Fritz Neumark’ın gerçekliği tartışılır bir ifadesini referans göstererek kullandığı hamaset yüklü popülist ifadeye bakalım: “Türkler pek farkında değil ama Avrupalılar şu gerçeğin farkındadır: Tarihten Türkler çıkarılırsa ortada tarih diye bir şey kalmaz.” (Beyaz Kitap, s. 16) Oryantalizmle oksidentalizm birbirine kavuşuyor burada: Doğu’yu Batı vasıtasıyla bilmek, kendi kıymetini anlamayan Doğu’ya o kıymeti Batı’yı şahit göstererek kazandırmak, Batı gözünde nasıl göründüğümüze dikkat kesilmek… Hasan Aksakal’ın politik romantizm bağlamında “Garbiyatçı öfke” dediği reaksiyonun bir örneği.

MİLİTARİST MODERNLEŞME

Murat Belge 2011'de yayımlanan Militarist Modernleşme kitabında şu soruyu sormuş ve cevaplamıştı: “Şimdiye kadar Kemalist milliyetçi ideolojinin elitizm ve pozitivizm yüklü militarizmiyle geldik. Bunun yerini daha “aşağıdan yukarıya” olduğunu söyleyebileceğimiz bir ‘İslâmi militarizm’in alması büsbütün imkânsız mı? Bence pekâlâ mümkün.” (s. 786) Bakanımızın bu tespitle hiçbir meselesi olmaz. Hatta “pekâlâ mümkün” kısmını alıp devam ettirdiğini söyleyebiliriz.

Hassaten de “elitizm” kısmından... Kitabın tamamı, kendisinin “yeni elitlerden” biri olduğunun tartışmasız kabulüne dayanıyor. Aşağıdan yukarıya çıkılmışsa hep yukarıda kalmak, vazgeçilmez bir hak olarak duruyor. Demokrasiyi daha ileri taşımak istemeyişinin bir sebebi de, “fazla” demokrasinin, militerleşmenin devamına mâni olacak olması: “Türkiye’nin bölgesel bir güç ve küresel oyuncu olabilmesi için diplomatik unsurlarını destekleyecek bir sopaya ihtiyacı var. Bu da ‘Askeri Güç’tür.” (Beyaz Kitap, s. 188) “Sopa” gibi sempati uyandırmayan hatta itici bir figürün tercih edilmesi ilginç; “sopa”nın militarist bir figür olduğu da açık. “Sopa”nın içeride de kullanılma ihtimaliyle ilgili bir uyarıya, bir şerhe, kayda, rastlanmıyor. Sopanın sadece devletlerarası güç dengeleriyle ilgili değil başka şekilde de kullanılabilmesinde hiçbir sıkıntı görülmediğini anlayabiliyoruz.

İSLÂMCILIK, MİLLİYETÇİLİK

Faruk Özlü’nün geçmişinde belli ki İslâmcılığa meylettiği bir zaman var. Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’suna duyulan ilgiyle şekillenmiş bir siyasi İslâmcılık. Ancak belli ki zaman içerisinde bu çizgiden uzaklaşarak daha devlet kaynaklı bir milliyetçiliğe uzanmış. “Üstat Necip Fazıl ‘Yarın elbet bizimdir, Gün doğmuş gün batmış ebet bizimdir,’ Şair Nazım Hikmet de ‘Dörtnala gelip Uzak Asya’dan, Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim’ diyor.” (Türkiye İçin Bir Vizyon Tasarımı, s. 237) Geçmişteki Necip Fazıl-Nazım Hikmet zıtlığını ve bunun içeriğini unutarak, “milliyetçi duyguları dile getiriyorsa tescilli bir komünist olması göz ardı edilebilir” diye bakan Nazım Hikmet'i de benimsiyor görünüyor. Bakanımızın metinlerinde sol taraftan adı geçen tek kişidir, Nazım Hikmet.

11 Kasım 2021’de Düzce’de bir dernek kuruldu: “Oğuz Boyları Derneği.” Oğuz Boyları meselesi, Türk milliyetçiliğinde genesisin/büyük ulusal anlatının geç bir tezahürü olarak vücut bulmuştur Düzce ve ilçelerinde. 30-35 yıl öncesine kadar kullanılmayan “Manav” tabiri, başlarda, Kafkaslar’dan, Balkanlar’dan ve Memalik-i Osmani’nin diğer bölgelerinden gelen göçmenlerden önce de buralarda yerleşik olan halkı tanımlamak üzere dolaşıma girmişti. Sonrasında “Manavlar”ın yerleşik Türkmenler olduğu hükmü verildi. Yerleşik Türkmen olunca da Orta Asya ile bağlantı kurmak kaçınılmazdı! Hatta on yıl kadar önce Düzce’nin Akçakoca ilçesinde “Orta Asya Türkleri Derneği” kurmak için bir teşebbüste bulunulmuştu. Bu teşebbüs, biraz daha günümüzün Türkçü romantizmine münasip düşen bir adla Oğuz Boyları Derneği’ne dönüşerek vücut buldu. 

Derneği kuranlar görev taksiminden sonra aynı gün Düzce Belediye Başkanı'nı yani bakanımızı ziyaret ederler. Kulislerde konuşulan ise, derneği bakanımızın kurdurttuğu yönündedir. Dernek kurulduktan bir ay kadar sonra katıldığı bir televizyon programında Kafkas ve Balkan göçmenlerinden “vatanlarından kaçtılar, sığındılar” gibi ifadelerle bahsetmesi Düzce’de ciddi bir infiale sebep olur. İnfial “yanlış anlaşılma oldu” diye ertelenmiş olsa da bakanımızın düşünce dünyası bu gafları tekrar yapmaya hazır görünmektedir.

"GÜÇLÜ" TÜRKİYESTRATEJİZM

Beyaz Kitap, neticede vahşi kapitalizmin/küreselleşmenin icaplarına uymanın strateji teklifidir. Kitabın yazılış sebepleri şu şekilde açıklanmıştır. “Beyaz Kitap sürekli büyüyen güçlü bir Türkiye için yazıldı. Sadece gelecek tasarımı ile kalmayıp, planlama ve icraatı da içeren geniş kapsamlı bir bakış açısı ile yazıldı.” (Beyaz Kitap, s. 11-12) Sürekli büyüyen güçlü bir Türkiye’nin hedefleri de Türkiye İçin Vizyon kitabında şu şekilde ifade edilir:

“Peki, ne yapmalıyız ve neye ihtiyacımız var? Yapmamız gereken; 1. Çalışmak, 2. Çok çalışmak, 3. Daha çok çalışmak. Disiplini, iş ahlakını ve devamlılığı esas alarak, Almanya ve Japonya’nın yaptığı gibi… Başka hiçbir çare yok. Çünkü ancak çalışanlar yol alır.” (a.g.k., s. 239)

“Güçlü Türkiye” kilit kelimedir bu stratejide. Güçlü Türkiye’nin mümeyyiz vasfının “demokratik Türkiye” olmadığı da çok açıktır. “Müreffeh Türkiye” hedefinin de çok iyimser bir bakışla “Güçlü Türkiye” hedefinin çok arkasından geldiğini söyleyebiliriz.

Güçlü Türkiye “vizyonu"nda adil gelir dağılımından hiç bahis açılmaz. Orta gelir tuzağından uzun uzun söz edilir ama bu tuzaktan çıkarken refahın eşit dağıtılması gereklerinin üzerinde durulmaz. Sanki sigortalıların %42’sinin asgari ücretli olması olağan ve vazgeçilmez bir süreç olmalıdır Güçlü Türkiye’ye ulaşmak için. Eğitime bütçeden %5 ayrılıyor olmasından büyük rahatsızlık duyulur, sanayi altyapısının verimli çalışması için teknik eleman yetiştirilmesi çok önemsenir ama hukuk ve sosyoloji gibi sosyal bilim dallarında iyi eğitim verilmesi gerektiğine dikkat çekilmez hatta önemsenmez. Model sanki 19. yüzyılın karizmatik İngiltere Başbakanı Benjamin Disraeli’den, Nazi Almanyası’nın atak sanayi-teknoloji projecisi Albert Speer’den ve Japonya diktatörü General Tojo’dan esintiler taşımaktadır.

Sağlık sektörünün stratejik sektörlerden sayılmaması da dikkat çekicidir; halk sağlığına ve önleyici sağlık hizmetlerine ayrılacak kaynaklardan kısılarak endüstriyel yatırımlara aktarılması gerektiğinin üstü kapalı ifadesi sayılabilir.

Sigorta, iş güvenliği ve en mühimi sendika ile ilgili hiçbir stratejik tasarımı yoktur bu “Güçlü Türkiye” stratejisinin. Düzce’deki “vizyon tasarımı konferansları”na Türk-İş’ten, Hak-İş’ten, kapanmış olan MİSK’ten kimse davet edilmediği gibi uyum içerisinde çalışabileceği Türk Metal-İş Sendikası'ndan bile kimse davet edilmemiştir. “Güçlü Türkiye” stratejisinde her işçi sadece adet olarak bir değer taşımaktadır.

Ekonomik olarak Japonya ve Almanya büyüklüğünde bir ekonomik güce ulaşma hedefini koyarken sıra askeri güce gelince hedefler İsrail ve Güney Kore’den daha büyük askeri güce sahip olma hedefine dönüşüverir. Bu tercihin Güney Kore’nin Kuzey Kore, İsrail’in Arap komşularıyla yaşadığı ihtilaflardan çıkan bir değerlendirmenin neticesinde mi olduğu ya da Beyaz Kitap’ta uzun uzun anlatıldığı gibi özelikle Güney Kore’nin dünyaya yaptığı savaş sanayi ihracatı esas alarak mı yapıldığı belirsizdir. Bir diğer ihtimalde Almanya ve Japonya’nın savaş sanayii ihracatındaki performanslarının beğenilmemesinden kaynaklı olabilir.

“Stratejizm,” Yüksel Taşkın’ın Radikal gazetesinde 16 Mart 2011 tarihli yazısındaki ifadesiyle, belirli bir coğrafyayı doğal kaynaklar ve tehdit kaynakları ötesinde göremeyen muktedir bakıştır. Bakanımızın kitaplarında ağırlık verdiği konular, bu anlamda hep stratejizm gereği konulardır. Stratejik saymadığı hiçbir ürüne de değer atfetmez. Beyaz Kitap’ta buğday, mısır gibi tahılları stratejik ürün olarak değerlendirdiğinden, uzun uzadıya istatistiki rakamlar verip değerlendirmeler yapar, planlama tekliflerinde bulunur. Belediye Başkanı olduğu Düzce’nin mühim bir gelir kaynağı olan fındık tarımına gelince ise, sadece dünyada birinci ihracatçısı olduğumuz ürünlerden biri olduğundan bahsederek geçiştirir. Buradan, fındığın stratejik ürün olmadığı için gözden çıkarılabileceği sonucunu çıkartabiliriz. Batı Karadeniz’in az evvel değindiğimiz OSB projesiyle de bağlantılı olarak hurda ve tehlikeli atık işleme bölgesi haline getirilmesinde bakanımızın oynadığı rolün ve verdiği onayın arkasında, fındık tarımını kolayca gözden çıkarılabilir gören bu stratejizmi görebiliriz.

YA "ÖTEKİ" ÇEVRE?

Özlü, vizyon tasarımında Ahmet Hamdi Tanpınar’dan da bahsetmiştir “medeniyet vizyonunu” anlatabilmek için. “Ancak sevdiğimiz şehirler bizimle beraber değişirler ve değiştikleri için de hayatımızın bir zenginliği olarak beraber yaşarlar.” Bu alıntıyı okurken Ahmet Tanpınar’ın 1940’lı yıllarda İstanbul Boğazı’nda Kuruçeşme’de kömür depolarının yarattığı çirkinlikten bahis açan bir yazısı geldi aklıma. Tanpınar’ın medeniyet tasavvurundan etkilenmiş bir kişi tüm Batı Karadeniz’i çevresel felakete maruz bırakacak bir projenin başkanlığına/hamiliğine talip olabilir mi?

Bu yazı kaleme alınırken Türkiye’de zeytin ağaçlarının katli ile alakalı büyük bir kriz yaşanıyordu. Kanunlara aykırı yönetmelik hazırlanmış ve sanayi tesisleri kurulacak alanlarda zeytin ağaçlarının yok edilmesine müsaade edilmişti. Yönetmeliğin iptali için davanın neticelenmesi için gerekli süre içerisinde sanayi tesisleri için yeni alanlar elde edilmiş olacaktı.

Bu planlamanın içerisinde bakanımızın yer aldığı dikkatli gözlerden kaçmayacak kadar belirgindir. Bakanlık görevindeyken 2017 Haziran ayında şu açıklamayı yapmıştır: “Mevcut zeytincilikle ilgili kanun, ihtiyaçları karşılamıyor. İhtiyaçlar karşılanmadığı sürece, ihtiyaçlar ortada durduğu sürece bu tekrar gündeme gelebilir.” Kanun değiştirmek ya da ya da yeni kanun yapmanın zor olduğu şartlarda hukukun bu arka yollarına başvurulmasından rahatsız olduğunu söyleyebilmek imkânsızdır bakanımızın, hatta dahli olduğunun açıkça ilan edilmesini bile istemiştir.

Yerele gelelim… Düzce/Akçakoca’da balıkçıların bir talebi olmadığı halde mevcut balıkçı barınağının şimdilik altı misli büyüklüğünde bir balıkçı barınağı projesi hazırlanır. Asıl hedef bölgede bulunan sanayi tesisleri ve kurulacak Organize Sanayi Bölgesi (OSB) için bir liman yapma projesidir. Yapılacak barınağın nasıl olması gerektiğine dair balıkçılardan görüş bile istenmemiştir. Bu büyüklükte bir liman yapma projesi, AKP’nin 2023 hedeflerinde yer almamıştır, bölge sanayi şehirleri arasında bir vaha gibi tarım ve turizm bölgesi olarak planlanmıştır. Belki de “biz bu hedeflerden vazgeçtik” denemediği için hukukun alengirli yolları tercih edilmiştir. Bu limanla ilgili, sadece krokisi ve büyüklüğünü içeren yorumsuz bir haberin, bölgenin etkin mahalli gazetesinde çıkmasına da, “bu proje benim projem, benim adım haberde nasıl yer almaz?” diyerek çok sinirlendiği işitilir bakanımızın. “Şehir başkanı” olmanın ötesine, bölge çapında bir “vizyon” iddiasının sahibi olarak bilinmek istemektedir.

***

“Hedefimiz; Bilim Merkezi, Teknoloji Üssü ve İleri Sanayi Ülkesi Türkiye’yi inşa etmek olmalıdır. Bunun için, bütün ekonomi politikalarımızın merkezine bilimi, teknolojiyi ve sanayileşmeyi koymak durumundayız. Bilim sanayiinde bir sıçrama yaparak, büyük ve güçlü Türkiye hedefine doğru ilerleyebiliriz. Bu ilerlemede en büyük dayanak noktamız ise akıl ve bilimdir.” (Beyaz Kitap, s. 63)

Kitabına aldığı bu metin, bakanımızın 9 Kasım 2017 TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu'nda Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı Bütçe Görüşmeleri sırasında yaptığı konuşmadan alınma. Ancak iş dönüp dolaşıp sanayi yatırımlarına geliveriyor, “her şeye rağmen neye mal olursa olsun sanayileşme” düsturuna dönüşüveriyor. Ama nasıl bir sanayileşme?

“Covid-19 sonrası Avrupa Birliği Ocak 2021’de, Sanayi 4.0’a tamamlayıcı nitelikte sürdürülebilirlik ve yeşil teknolojilere dönüşümü de ekledi. Almanların Endüstri 4.0 Japonların Toplum 5.0 olarak adlandırdıkları kavram artık yeşil teknolojileri de içeriyor. Sanayi 4.0 üretim süreçlerini değiştirirken bununla sınırlı kalmıyor. Bu süreçle, üretim ilişkileri de yeniden belirleniyor. Bu yeni süreç toplumsal değişimin yönünü de belirliyor.” (Beyaz Kitap, s. 65)

Bakanımızın yeşil, ekoloji, doğa, çevre ve toplum kavramlarını nadiren kullandığını, kitabı inceleyen herkes kolayca fark edecektir. Bu misalde de “yeşil” kavramını Almanya ve Japonya’da olan bitenlerin tespiti için kullanıyor. Türkiye için sürdürülebilir yeşil teknolojilerin hayata geçirilmesiyle, bunlara kaynak ayrılmasıyla ilgili hiçbir teklif ve değerlendirmesi yok. Ekolojik değerlerin birinci öncelik olmadığı çok açıktır.

AKP hükümetlerinin ve bakanımızın Batı Karadeniz boyunca dipten ve derinden yaptığı çalışmalarda kullanılan “kalkınma” hamaseti, zaten ekolojik bir yıkıma kılıf uydurmaya dönüktür. Batı Karadeniz, Avrupa’nın küçültmeye ve ihraç etmeye çalıştığı demir-çelik sektöründeki büyümeler için feda edilmiştir. Türkiye’nin demir-çelik sektöründeki büyümesi ark ve indüksiyon ocaklı tesislere bağlı büyümedir. Bu tesislerde üretimde hurdaya ihtiyaç duyarlar. Hurdanın son derece zararlı olduğunun herkes farkındadır sanırım. Batı Karadeniz bu çevre düşmanı teknolojinin en vahşi şekilde uygulanması için feda edilmiştir. Amasra’da HEMA’nın ısrarla yapmak istediği şimdilik durdurulmuş olan termik santral yapımı da bu çerçevede düşünülmelidir. Bu termik santralin planlanması, büyük miktarda enerji tüketen ark ve indüksiyon ocaklarının ihtiyacı ile alakalıdır. Batı Karadeniz’in en büyük sanayi kuruluşu olan Erdemir’in kömür havzasında yer satın almış olması da bu çerçevede değerlendirilmelidir. Zaman zaman Akçakoca’nın alternatif nükleer santral alanı olarak gündeme getirilmesi de bu planla gayet uyumludur. Hakeza Karadeniz’de bulunduğu söylenen yeni doğalgaz rezervlerinin, demir-çelik sektörünün Batı Karadeniz’de daha fazla kök salması ve dominant hale gelmesi de bu stratejinin bir parçasıdır. Filyos’ta ark ocağı tesisi için alınan, skandal niteliğindeki olumlu ÇED raporunun yeni örneklerinin gelmesinin artık sıradan bir gelişme olması muhtemeldir.

Ark ve indüksiyon ocaklı tesislerin kurulması için Batı Karadeniz’in feda edilmesinde iki bakanlık, Bilim, Teknoloji, Sanayi Bakanlığı ve Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı, bölgenin bir hurda çöplüğüne çevrilmesinde öne çıkıyorlar.

Yazıda daha önce de bahsettiğimiz üzere AKP’nin 2023 hedeflerinin içerisinde yer almayan bir OSB’nin Akçakoca’da birinci sınıf tarım arazisinde kurulacak olması ve bu OSB’nin hemen önünde bir liman inşa edilecek olmasının arkasında bakanımızın eli ve desteği hep vardır. Ereğli, Alaplı ve Akçakoca’da her çeşit tehlikeli atık işleyecek tesisler kurulurken, Düzce’ye “başkan” olma iddiasındaki birinin sessiz kalması başka bir anlama gelemez. Ereğli ve Alaplı’da yönetmeliklerin açık hükümlerine ve mahkeme kararlarına rağmen çevreyi mahvedecek cüruf bertaraf etme tesislerinin kurulmasında ve bu tesislerin mahkemelerin kapatma kararlarına rağmen çalışıyor olmasında "başkanın" da dahli olduğunu düşünmemek için hiçbir sebep yoktur.

Bakanımız “ileri teknoloji için dijital dönüşüm” üzerine büyük sözler ediyor olsa da, asıl iştigal sahası, Batı Karadeniz’de dünyanın istemediği hurdadan demir elde etme ve tehlikeli atıklar bertaraf etme tesisleri inşa etmektir, bu “vizyon tasarımı”nın en azimli uygulamacılarından biridir.

***

Faruk Özlü’nün “başkanlık” vizyonuna dönerek bitirecek olursak… Bakanımızın dört farklı başkanlığa talip olduğunu söyleyebilir miyiz? (Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi, boy boy, kademe kademe “başkan” olma hayallerini besleyen bir siyasal kültür yaratmadı mı?) Belki, tekrar milletvekili adayı olmazken açıkladığı gibi, yine Bilim Sanayi ve Teknoloji Bakanı olmak istemektedir. Belki, “vizyonunu” hayata geçirebilmek için Cumhurbaşkanı Yardımcısı olmak istemektedir. Belki, kitaplarında bu alandaki yetkinliğini ısrarla vurguladığı savunma sanayiinin başkanı olmak istemektedir. Belki de, en gerçekçi görünen de o ki, Batı Karadeniz bölgesinin “vizyoner” başkanı olmak istemektedir. Bartın, Zonguldak, Karabük’ten oluşan BAKKA Kalkınma Ajansı Bölgesi'ne Düzce ve Bolu’nun ilavesiyle oluşacak ve bir kalkınma ajansı başkanlığından öte, fiilen bir nevi eyalet/state valiliğine benzer bir çerçeve içerisinde faaliyet gösterecek hurdalık-curufluk “vizyonuna” bakacak olursak, bunun fiilî anlamı, hurda sanayisinin başkanı olmak demektir…


[1] Hasan Aksakal, Türk Politik Kültüründe Romantizm, İletişim Yayınları 2019 (2. Baskı), s. 15 ve 284 vd.

[2] Hasan Aksakal, a.g.e., s. 37 vd.