Sercan Çınar: İttifak siyaseti hakkında genel olarak, getirisi ve götürüsüne dair düşünceleriniz nelerdir? Özellikle de TİP ile ayrı listelerden girilmesi en fazla tozu kaldıran mesele oldu. Sizin aday olduğunuz Ankara 1. bölgede TİP aday çıkarmadı ama bu kararın alınmasında Ankara’nın genelinden başlayarak diğer illerde de çok tartışıldı bu ortak liste meselesi.
- Hiç kuşkusuz seçimler mücadele süreçlerinin önemli uğraklarından biridir. Yalnızca bir dönemin yönelimlerini, birikimlerini ve sonuçlarını açığa çıkarmakla kalmazlar, bazen bir yol ayrımının temel öncüllerine ve yön değişimine işaret eder, bazen bir sonun başlangıcına ışık tutarlar. Seçimler yalnızca farklı toplumsal kesimlerin bilinç ve örgütlenme düzeylerini gösteren bir 'barometre' veya olmuş bitmişlerin sonuçlarını ilan eden bir siyasi bilanço işlevi görmezler, yeni siyasi eğilimlere ve yönelimlere ayna tutar, mücadele potansiyellerini de açığa çıkarırlar. Sürece yön verecek temel öncüllere, önceliklere, iktidar ilişkilerine, güç dengelerine, saflaşma ve birleşmelere projeksiyon tutar, verili ittifak ilişkilerinin siyasi ömürlerinin sınandığı turnusol işlevi de görürler.
Doğrusu, ben, seçim sürecine dair tartışmanın birinci ayağı bu ittifak meselesi midir, sorusu konusunda sizin gibi düşünmüyorum. Çünkü ben parti içerisinde de ittifaklar sürecini yürüten kişilerden biriydim. Şöyle bir durum doğmuş oldu aslında. 11 yıllık deneyimi itibarıyla HDP daha çok kendisine dahil olmuş bileşenlerle bir seçim taktiği kuruyordu ya da dışarıdan katılanlar HDP’nin listelerine dahil oluyorlardı. Şimdi ilk defa bir ittifak modeli arayışı doğdu. Bunun iki nedeni vardı. Seçim sonuçlarına da baktığımız vakit, birincisi, böylesi bir kutuplaşmanın aynı zamanda toptan ittifaklar modeline yöneldiği bir yerde HDP’nin kendisini yalnızlaştıran bir siyaseti yürütmesi çok doğru değildi. Doğal olarak Cumhur ve Millet ittifaklarının olduğu bir yerde üçüncü yol tezini savunan bir parti olarak üçüncü yolun asgari ihtiyaçlarına yanıt verecek bir ittifak modelini de inşa etmemiz gerekiyordu. Önümüzdeki dönemde ise şunu daha detaylı tartışmamız lazım: Seçimlerde ittifakın anlamı nedir? Seçim yasası, seçimlerde ittifakın yeri, TİP ve diğer ittifak bileşenleriyle yaşadığımız deneyimi konuşmamız gerekir. Kaldı ki ittifakı yalnızca TİP’e hapsetmemek lazım zira içerisinde dört tane başka bileşen de vardı. TİP bizim tek liste önerimizi kabul etmediği için bu tartışmayı bugün yürütüyoruz.
Tüm bunlara bakarak genel seçimlerin analizini yapacak olursak şunları söyleyebilirim: 7 Haziran 2015’ten bugüne kadar HDP’nin üzerine oturmuş olduğu gelenek hep seçimlerden enerji alarak çıkardı. Yani devlet beş yıl boyunca HDP’ye operasyonlar yapardı, insanları cezaevine atardı, tutuklardı ama bir an gelirdi ve bu an dediğimiz zamanlardan bir tanesi de seçimlerdi. Halk giderdi, seçimlerde partisinin arkasında durduğunu topluma gösterirdi ve bu duruş demokratik siyaset için yeni bir enerji üretirdi. Bu enerjiyle birlikte kendini yeniden kurmayı denerdin, arkanda bir halk hareketi olduğunu ve bunun senin politikanı onayladığını düşünürdün. Çok büyük bir kopuş olmamakla beraber şunu sorabiliriz: İttifak siyasetinden dolayı mı biz oy kaybettik, yoksa daha önceki seçimlerde iyi kötü kurduğumuz ve topluma anlattığımız bir hikâyeyi kuramadığımız için mi kaybettik? Bu iki soru temel bir mesele bence. Şimdiye kadar HDP şöyle ya da böyle seçimlerde bir hikâyeyle çıkıyordu toplumun karşısına. Mesela diyelim ki 7 Haziran 2015 seçimlerinde tek adam rejiminin karşısında “seni başkan yaptırmayacağız” siyasetini kurmuştu ve Batı’daki demokratik kamuoyuna sesleniyordu. Sonraki seçimlerde de %10 barajından kaynaklı olarak yine Batı kamuoyuna şu şekilde sesleniyorduk: HDP’nin %10 seçim barajını aşması Türkiye’nin demokratikleşmesi açısından tarihsel bir öneme sahip. Diğer partilerden 4-5 tane milletvekilini meclise göndermek yerine, Kürdistan coğrafyasından 60-70 tane milletvekilini AKP’ye kaptırmamayı teklif ediyordu seçmene ve AKP’nin anayasayı değiştirebileceği bir güce kavuşacağı bir faşist rejime mi onay vereceksiniz, diye soruyor, buradan bir hikâye kuruyordu. Ve bu hikâye toplumdan bir karşılık buluyordu. Bence 14 Mayıs seçimlerinde topluma anlatacağımız bir hikâyeyi inşa edemedik ve bu çok temel bir mesele. İkincisi, sorduğunuz ittifaklar meselesinde bize oy veren halklara, bu seçimin sonuçlarından hareketle şunu söyleyebiliriz. İttifaklar ve HDP’nin niye parlamentoda güçlü olması gerektiğini ittifaklar üzerinden kuramamışız ve açıklıkla anlatamamışız. Mesela ben Ankara’da seçim kampanyası yürütürken, benim bölgemde TİP’li arkadaşların adayları yoktu, karşılaştığım genç bir arkadaş, TİP’e oy verecektim ama şimdi kararsızım, size mi CHP’ye mi vereyim dedi. Niye TİP’e verme kararlılığı gösteriyorsun da Yeşil Sol’a vermiyorsun, benim TİP’li arkadaşlar kadar sosyalist olmadığımı mı düşünüyorsun, sorusunu sorduğum vakit vatandaşın bana verdiği bir cevap yoktu. Şöyle düşünüyordu: Kendisini temsil etme biçimi itibarıyla, idelojik ve kültürel olarak da, profil itibarıyla da Yeşil Sol’u ya da beni kendisini temsil edecek bir aktör olarak kafasında kurmamıştı. Ama desteklediği partisi Emek ve Özgürlük ittifakıyla seçime giriyordu.
Genişlemek ve büyümek amacıyla geliştirilen ittifak üzerinden siyasetimizi söyleme dönüştürmek ve halka anlatmak yerine ittifaklarla yaşanan polemikler enerji ve zaman kaybına uğratmış, uzun süre gerçek gündeme girilmemiştir. TİP ile girilen ittifakın kurgusu da TİP’e kazandırırken HDP’ye kaybettirmiş görünüyor. İttifak kurulmasa TİP’in baraj sorunu olacağından bugün TİP’e giden oyların önemli bir kısmı gitmeyecek, Yeşil Sol’da kalacaktı. Dolayısıyla bu ittifak ya kurulmamalı ya da kurulduktan sonra gerilimlere müsaade edilmemeliydi. Bu gerilim, kentli orta sınıfın ve gençlerin TİP’e yönelmesi ve bu durumun da Yeşil Sol oylarını parçalaması gibi netice doğurmuş görünüyor. Günün sonunda Yeşil Sol, kendi baraj desteğiyle TİP’e alan açarken kendisi kaybetmiş oluyor.
Sercan Çınar: Buradan devam edersek, mesela TİP’e oy vermeyi düşünüyordum ama burada aday çıkarmadı, ondan kararsızım, CHP ve Yeşil Sol Parti arasında kaldım şeklinde ortaya çıkan bu durumu Ankara’dan bakarak değerlendirdiğimizde, HDP’nin Batı’daki seçmenlere yeni bir hikâye anlatamamasıyla da bağlantılı olarak, ismi Yeşil Sol olan bir partinin “solculuğunun” Kürdistan dışında sol olarak algılanmıyor oluşunu ve de Emek ve Özgürlük İttifakı içerisinde daha çok TİP’in bu solculuk algısına hitap edebilmesini nasıl değerlendirirsiniz?
- Bununla alakalı mesela ben Mamak’ta köy derneklerinde toplantılara katıldığımda niye Yeşil Sol olarak soruyorlardı ve yeşili İslâmcılıkla ilişkilendirip Hüda-Par’dan dolayı mı karşısına yeşili koydunuz diyorlardı. Toplumun ekolojiyle ilgili algısının ne kadar zayıf olduğunu da gösteriyor bu durum. Orada anladım ki toplumun yeşille kurduğu ilişki bir ekolojik toplumsal hayat meselesi üzerinden kurulmuyor. Başka tarifler ve ihtiyaçlar üzerinden yeşili görüyor ve oradan formüle ediyor. Birincisi bu. İkincisi de tabii bir ay kala Yeşil Sol ile seçime giriyoruz demek ve bunun arkasındaki pozitif gerekçeleri kurma imkânımız yoktu elimizde. HDP olarak bu imkânlarımız elimizden alınmıştı. Doğal olarak bir taraftan hem listeler hazırlayacaksın, adaylar belirleyeceksin, il-ilçe seçim kurulları görevlerini inşa edeceksin, yeni partiye geçişleri sağlayacaksın. Seçim kampanyası hazırlığı yapacaksın. Ve bunların hepsini bir ay içerisinde yapacaksın. Ama bizim de bir tercihte bulunmamız lazımdı, yani mesela parti olarak bütün riskleri alıp “hayır biz HDP ile seçimlere giriyoruz” demek gibi… Ben de bu seçimde şunu gördüm, evet HDP isim itibarıyla “seveni” için de “nefret edeni” için de büyük bir isim. Kamuoyu yoklama şirketlerine de artık güvenilmez ama –söylediklerini, yazdıklarını düşününce, – bir kamuoyu araştırması yapsalar bence büyük ihtimalle en çok tanınan üçüncü parti olarak çıkabilir HDP. Şimdi Yeşil Sol bu anlamda toplum için hiçbir şey ifade etmiyordu. Batıda seçmenin bu seçimde tercihi ise başka öncelikler üzerine oturmuştu. Seçim evresinde muhalefet değişime atıfta bulunmasına rağmen gerilimler yüzünden kampanyalar Türkiye’nin siyasi coğrafyasında radikal bir değişim meydana getirmedi. Bütün muhalefet seçim kampanyasını ekonominin içinde bulunduğu kriz, Kürt meselesinin ulaştığı çoklu boyut, süreklileşmiş savaş ve güvenlikçi politikaların yarattığı tahribat, toplumsal ayrışmanın sergilediği tablo, emek sömürüsünün ve yoksulluğun ulaştığı acımasız sınırlar, siyasetin bir türlü içinden çıkamadığı kriz, depremin negatif sonuçlarının yaşamsal her alanla çok daha derin etkileşimler yaratacağı üzerine kurdu. Oysa seçim sürecinde gerilim alanları iş aş, demokrasi, adalet, birlikte yaşam üzerinden olmadı. Boş tencere iktidar göndermedi. Türkiye’de temel ayrım ve kamplaşma milliyetçilik, dindarlık, sekülerlik Türklük/Kürtlük, “terörist olanlar ve olmayanlar” ekseninde şekillendi. Geldiğimiz yer itibarıyla seçim sonuçları milliyetçi histeri üzerinden bir tür HDP’nin ya da Yeşil Sol’un sahiplendiği çizgiyi Türkiye’de siyaseten tasfiye etme hamlesinin yansımasıdır.
Sercan Çınar: Bunların iki ayrı parti olduğu şeklinde bir algıyla karşılaştınız mı peki?
- Evet HDP’ye gönül vermiş topluluklara Yeşil Sol Parti’nin yeni partimiz olduğunu anlatmakta zorlandık. Zaten sandık sonuçlarında bunu görüyoruz. ‘Bir Oy Yeşil Sol’a Bir Oy Kılıçdaroğlu’na’ kampanyası halk nezdinde Kılıçdaroğlu’na eğilimi arttırdığı için yanlış oy kullanımına sebep oldu ve oylarımızın önemli bir bölümü oy pusulasında bir oy Yeşil Sol’a bir oy CHP’ye şeklinde geçersiz oya dönüştü. Bunu Kürdistan kentlerinin tamamında gözlemlemek mümkün. HDP, Yeşil Sol Parti ismiyle seçime girdi. Pusulada Sol Parti de vardı. Bazı illerde isim karmaşası Sol Parti’ye oy kaptırılmasına sebep olmuş. Hiç gitmedikleri Kürdistan kentlerinden otuz bin oy aldılar. Hatta bu oylardan dolayı Batman’da bir milletvekli bizden Hüda-par’a gitti. Son anda HDP olarak değil de Yeşil Sol ismi altında seçime girmemiz seçimlerde oy kaybetmemizde önemli faktörlerden birisi oldu. Batıda büyük kentlerde daha önce Yeşil Sol Parti’ye oy veren orta sınıf bu seçimde tercihini Yeşil Sol’dan yana kullanmadı. Türkiye’nin bir rejim ve devlet krizi içinde olduğu bu dönemde iyi bir iletişim stratejisi batıdaki sıkışmayı aşmayı sağlayabilir miydi emin değilim.
İttifak siyasetimiz doğruydu ama bu süreci bizim de diğer partilerin de yeterince doğru yürütemediği açığa çıktı. Çünkü eğer bir ittifaka karar vermişsek ve aynı mahalleye seslenip aynı mahalle üzerine konuşuyorsak, bunun asgari gerekliliklerini yerine getirmemiz gerekir. Bu tartışmalar toplum tarafından yürütüldüğünde biz derdimizi çok iyi anlatamadık. Bir karar verecektik. Yani TİP tek listeye girmiyor, onun için biz ittifak yapmıyoruz, ittifakı bozduk hadi evinize gidin demek bir siyaset midir, yoksa bütün demokrasi güçlerinin ya da sosyalistlerin ve Kürt hareketinin toplu hareket edeceği politik bir atmosferi inşa etmeyi denemek mi bir siyasettir? Uzun vadede ben bunun ikincisinin daha kazanımlı bir şey olduğunu düşünüyorum.
Şundan dolayı: Türkiye sosyalist hareketinde temel iki ayrım noktası vardı ve o, dolaylı bir biçimde bugüne kadar hep gelirdi. Bunun bir tanesi demokratik Kürt hareketiyle Türkiye sosyalist hareketinin birleşik bir mücadelesinin Türkiye’deki demokrasi mücadelesinin ana dinamiği olduğuna inanır. Ben bunu savunanlardanım. Bir de bunun karşısında Kürtler kendi toplumsal örgütlenmelerini gerçekleştiriyorlar, biz sosyalistler ayrı örgütlenmeliyiz, kendimizi parti yapmalıyız, büyütmeliyiz, ihtiyaç hissediyorsak seçim ittifakı yaparız diyenler var. HDP’deki buluşma bu ayrışmanın sonucuydu; yani aslında bu BSP’den, ÖDP’den gelen bir ayrışmanın farklı izdüşümleri. Doğru bulmayanlar kendi küçük partilerini kurup siyasetlerini yürütüyorlardı, Türkiye’nin hemen bütün enternasyonalist sol politik güçleri HDP’de bir tür birleşik mücadele ortaklığını kurmuşlardı. Geçmiş on yılın deneyimi de HDP deneyiminin hepimiz açısından bir kazanım olduğunu bize gösteriyordu. Şimdi TİP ile yaptığımız tartışmalar ve mesailerden sonra bu alanda bir tahribatın oluştuğu kanaatindeyim. Kürtlerin dışında siyaset inşa etme fikri doğal olarak kendisine yeniden bir örgütlenme zemini ya da büyüme zemini açtı. Biz buna yol vermiş olduk. Benim açımdan mesela eğer bir eleştirel süreç inşa edilecekse, bu hat güçlendiği içindir. Şimdi TİP’li arkadaşlar çıkıyor 1965’teki TİP’i parlamentoya taşıyacağız diyen bir yerden konuşuyorlar. Oysa o süreçten sonra o parlamentoya başka sosyalistlerin gittiğini göz ardı ediyorsun; mesela Ertuğrul Kürkçü’nün, Sırrı Süreyya Önder’in, SYKP, ESP, SODAP gibi sosyalist örgütleri temsilen birçok arkadaşın parlamentoya gittiğini saymıyorsun. Sosyalistlerin parlamentodaki varlığını 1965 kadar eskide bulmak, aslında bu saydığım yapılardan gelen sosyalist vekillerin sosyalistlik ruhsatını da iptal eden bir bakıştan ileri geliyor. Sadece sen parti olarak parlamentoya girince sosyalistler meclise girmiş oluyor. Kürt siyasetini ve onun içindeki sosyalist partileri sosyalist olarak tanımlamamak egemen ulus perspektifinden, sosyal şovenizm merceğinden bakmanın yansımasıdır.
Sercan Çınar: Az evvel sorduğumuz soruya bu noktada tekrar dönersek, HDP’nin sol-sosyalist olarak sayılmamasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye sosyalist hareketinin önemli damarlarındaki Türklük fikriyatı, Barış Ünlü’nün kitabında Türklük Sözleşmesi olarak formüle ettiği Türklük algısı büyük oranda devam ediyor. Sosyalizm mi? Biz biliriz. Bir Kürd’ün sosyalist olabileceği, kendisi kadar onun da sosyalizm ideali için mücadele eden bir siyasal hareketin parçası olacağını kabul edemiyorlar ki... Marx’ın Kapital’i ya da Grundrisse’sini bu memleketin Türk sosyalistleri okur. Kürt mü? Asla olamaz. Oysa toplumsal hayatın içinde sollarına baksalar HDP’yi görürler.
Sercan Çınar: HDP’nin, Kürt hareketi ve Türk solcuları-sosyalistlerinin ayrı taraflarda durduğu ve yeri geldiğinde de genellikle seçimden seçime bir araya gelmek şeklinde karşımıza çıkan ayrılığı aşacak bir koalisyon siyaseti olarak ortaya çıktığını düşündüğümüzde, bu seçimde izlenen ittifak siyasetinin Türkiye sosyalist hareketinde daha fazla kabul gördüğünü söyleyebilir miyiz? Mesela HDP’nin kuruluşuna bileşen olarak katılan ama daha sonra ayrılan EMEP açısından ittifak daha uygun bir seçenek olarak değerlendirildi, anlaşılan.
HDP böyle bir kritik eşikte, ittifak ilişkisi içerisinde olduğu mücadele ortaklarıyla birlikte üzerine düşen büyük sorumluluğun bilinciyle hareket etti. İttifak görüşmeleri sürecinde EMEP’li arkadaşlar da ısrarla TİP’in benzerini savundular bizim karşımızda. Herkes kendi logosuyla girmeli siyasetini savundular. Ya da Emek ve Özgürlük İttifakı’nın dışında görüştüğümüz sosyalist partiler de benzerini savundular. Herkes biz bir partiyiz, bir ismimiz var, bir logomuz var, bize gönül veren arkadaşlar doğal olarak partisinin ismini görmek istiyor siyasetini ısrarla savundular. Bir tarafta bu çevreler kendi yayınlarında “İslâmcı faşizm geliyor” analizi yapıyor. Ama seçimlerde birleşik bir mücadeleyle tek adam rejimini yıkmak için tek listeyle seçime girmeyi önceleyen değil kendi parti logosunu önceleyen bir siyaseti savunuyorlar. Bizim bir şeye karar vermemiz lazımdı HDP olarak. İttifak siyasetini, bütün tahribat ve zararına rağmen, uzun vadeli bir toplumsal hayatın örgütlenmesi açısından savunacak mıyız, yoksa seçim taktiği itibarıyla bundan vaz mı geçeceğiz? Biz sonuçta birinciyi tercih etmiş durumdayız doğal olarak. Bundan sonra da bunu göreceğiz, yani ittifakın nasıl çalışacağını, hakikaten bir toplumsal alanda buna karşı nasıl mücadele edeceğiz, yine zulüm HDP’lilerin başına mı patlayacak yoksa birleşik dayanışmayı esas alan demokratik bir hat üzerinden mücadele yürütmeyi deneyecekler mi? Bu sınav şimdi onları bekliyor.
Sercan Çınar: Peki HDP’yi bekleyen sınav kendi gelecek tasavvurunda en başından beri ortaya koyduğu koalisyon perspektifini genişletmek şeklinde mi ilerleyecek yoksa bir seçim ittifakından ziyade uzun erimli bir proje olduğu vurgulanan Emek ve Özgürlük İttifakı mı daha belirleyici olarak HDP açısından? Yani HDP kendisinin kurucu vaadi olan koalisyon fikrinde ısrarcı olarak yola devam mı edecek, yoksa ittifak mı daha baskın çıkacak sizce?
Ben sizin kadar HDP’yi bir koalisyon olarak tarif edemem. Ama ben Kürdistanlı ve Türkiyeli sosyalistler için HDP deneyiminin aslında bir tür sol hareketin yüzyıllık tekçi bakışına karşı kendi eleştirel tarihi olduğunu düşünüyorum. Türkiye sosyalist hareketinin evet önemli bir deneyimi var, BSP, ÖDP deneyimleri önemli deneyimlerdi ama burada ben Kürt özgürlük hareketinin bu çoğulculuğa kendisini açmasının ve bu deneyimin bir parçası olmasının büyük bir kazanım olduğu kanaatindeyim. Tabii şimdi şöyle bir şey diyorsun, Türkiye çok kimlikli, çok kültürlü, çok inançlı bir toplum modeli, onun için tek adam rejimi karşısında çoğulcu toplum modellerini esas alan bir toplum inşa etmek istiyorsun, doğal olarak sen de, siyasi partin de bunu uygulamak zorunda. Kısmen biz HDP’de bütün eksiklikleriyle, zaafıyla bunu denedik, bunu kurduk önemli ölçüde. On yıllık bir süreçte de yol aldık. Bence on yılın sonunda bütün bu deneyimleri bir gözden geçirip yeni süreçlere de yanıt veren bir yola girmek lazım. Parti dediğin bir siyasal araç. Siyasal araç toplumsal süreçlere cevap vermiyorsa o aracı yenilemek, değiştirmek filan çok normal bir durum. Bundan dolayı da geldiğimiz yer itibarıyla şimdi HDP mimarisinin de bir gözden geçirmeye ihtiyacı olduğu kanaatindeyim. Bunlardan bir tanesi ittifaklar.
HDP geleneği, mücadelenin kendisini yalnızca bir parlamento mücadelesine indirgeyen bir yerden gelmiyor. HDP hayatın her alanında bütünlüklü mücadele yürüten bir partidir. Biz parlamento mücadelesini toplumsal alan örgütlenmesinin zeminlerinden bir tanesi olarak görüyoruz. Yoksa Türkiye’de HDP %15 ile parlamentoya girse de Türkiye’deki siyasal demokrasi alanları genişleyecek diye bir şey yok. Toplumsal demokrasinin genişlemesini sağlayan başka dinamiklerin örgütlenmesi, inşa edilmesi lazım. Parlamentoda etkili olmak, parlamentoyu emekçilerin ve ezilenlerin sonuç alıcı kürsüsüne dönüştürmek, sokağın sesiyle meclis kürsüsünü birleştirecek adımları atmaktan kaçınmamalıdır. HDP, 'temsili demokrasi'ye dayalı parlamento mücadelesiyle de yetinemez.
Ancak seçimin sonuçlarına baktığımız vakit, HDP’de iki strateji kurmuştuk. Birincisi, tek adam rejimini demokratik yollarla sona erdirmek, ikincisi parlamentoda HDP’nin bir anahtar rol üstlenmesiydi. Ama önümüze koyduğumuz iki taktik hamleyi de başaramamış durumdayız.
Aybars Yanık: Anket şirketlerinin yanıldığına dair çok fazla yorum var. Fikirlerine güvendiğimiz yazarlar için de hakeza benzer bir durum var. Bu değerlendirmelerde ıskalanan belki de AKP’nin bütün imkânları seferber ederek seçime girmesi ve kamu kaynaklarını bu uğurda çarçur etmesi gibi bir sürü etken var. HDP ise zaten 2015 seçimlerinden başlayarak bir yıldırma harekâtının hedefindeydi. Sizin milletvekili adayı olarak Ankara’daki bütün bölgelerde yürütülen seçim çalışmaları sırasında bu baskı politikalarının sahadaki etkisini gözlemlediniz mi? Seçim çalışması süresince yıldırma politikalarının insanların üzerinde ne derece etkili olduğunu söyleyebiliriz?
- HDP sistematik bir çöktürme planı doğrultusunda örgütsel varlığı ortadan kaldırılmak ve güç dengelerini esastan değiştirecek bir politik faktör olmaktan çıkarılmak istenmektedir. HDP geleneği açısından bunu bir gerekçe yapamayız ama HDP olarak 1 Kasım’dan itibaren biz, çökertme operasyonu olarak formüle ettiğimiz bir devlet kararı ve onun üzerine eş başkanlarımızın tutuklandığı, belediyelere el konulduğu, her sabah kesintisiz, haftada en az iki üç ilde yönetici arkadaşlarımızın gözaltına alındığı ve tutuklandığı bir süreçten geliyoruz. Hatta bir hafta gözaltı olmayınca filan, başka bir şey mi olacak diye konuştuğumuz bir ortamdan geliyoruz. Yani bu hareket müthiş bir direniş ve mücadele hattından geliyor zaten. Türkiye darbe geleneklerinden geldiği için o darbe deneyimlerine bakınca HDP geleneği başka bir şeyi de yapmış durumda. Otoriter rejimlere pabuç bırakmadı, Türkiye sosyalist hareketi mesela 12 Eylül’e karşı mücadele araçlarını üretemedi ve bu onların tasfiyesine sebep oldu. Oysa mesela HDP geleneği bunu başarmış durumda, yani otoriter rejimin seni tasfiye etme ve çökertme operasyonu karşısında bir tür ona karşı bir direniş ve mücadele modellerini geliştiriyorsun, hem de geleceğe dönük bir normalleşme ve umut duygusunu da üretiyorsun. Bence HDP bunu başarmıştır; bu son yedi-sekiz yıllık deneyiminde özellikle önemlidir. Seçimlerde şöyle bir durum oldu: İlk defa bu seçimlerde birkaç tane büyük taktiksel hata yaptık. Bu taktiksel hatalardan bir tanesi bu iş birinci turda bitmelidir diye, özellikle Batı’da demokrasi talep eden kentli orta sınıfın bizim üzerimizde oluşturduğu basınçtır. Sakın ha kendi adayınızı çıkarmayın diyen basınçtır bu. Biz 2014 cumhurbaşkanlığı seçiminden itibaren cumhurbaşkanlığı seçimlerinde hep kendi adayımızı çıkarıp kendi adaylarımız üzerinden bir kampanya inşa ediyorduk. Bu basınç nedeniyle bence biz de daha önceki deneyimlerimizi yeterince güçlü analiz edemeyip doğal olarak adayımızı çıkarmadık. Oysa ben seçimde şunu gördüm, Ankara’da bir hafta kampanya yürütünce birlikte olduğum birçok arkadaşa şunu söyledim: Aday çıkarmalıymışız. Çünkü bizim dışımızdaki bütün aktörler kampanyalarını cumhurbaşkanlığı üzerinden yürütüyordu. Güvenpark’ta herkes kendi seçim standını kurmuştu, kimse CHP’ye oy verir misin demiyordu, kimse Zafer Partisi’ne oy verir misin demiyordu. Sinan Oğan’a oy verir misin, Muharrem İnce’ye oy verir misin filan… Bir tek Yeşil Sol olarak biz Yeşil Sol’a oy verir misin diye sokakta bağırıyorduk. Doğal olarak seçmenin zaten tercihini cumhurbaşkanı üzerinden dizayn ettiğini gördük; partiler üzerinden dizayn etmiyordu. Bizim, Emek ve Özgürlük İttifakı’nın üçüncü yol çizgisini tarif eden adayımız ve sözümüzü o hattan kuracağımız bir aktörümüz yoktu. Bu, büyük bir eksiydi. İkincisi bu seçimdeki en büyük handikabımız milletvekili seçimi ile cumhurbaşkanlığı seçimi arasındaki farkı belirgin bir şekilde halklarımıza anlatamadık. ‘Bir Oy Yeşil Sol’a Bir Oy Kılıçdaroğlu’na kampanyası halklar nezdinde Kılıçdaroğlu’na eğilimi arttırdığı için kaybedilen oylarımızın önemli bir bölümü CHP’ye yöneldi. Bunu birçok yerde gözlemlemek mümkün, yapılan araştırmaların sonucuna da bu durum yansımıştır. Meclis seçimlerine yönelik paradigmamızı, siyasetimizi ve söylemimizi halka götürme ve anlatmada zayıf kaldık. Şimdi mesela ben şöyle düşünüyorum, biz acaba daha büyük bir riski üstlenip HDP’nin kapatılması riskini göze alıp HDP ile seçime girme hamlesini yürütebilir miydik? Tabii seçimin sonrasında bunları analiz etmek kolay. Mesele bunu ondan önce analiz etmekti. Üçüncüsü bizim birinci turda Kılıçdaroğlu’nun seçilmesine destek verme hamlemizin, Türkiye’deki milliyetçi blokun MHP üzerinde konsolide olmasını sağlayacağını da göremedik. Biz göremedik de siyaset bilimciler de göremedi. Diyelim ki bir kamuoyu araştırmacısı sana bir sayı veriyor, sonra bir sunuş yapıyor. Konuşuyorsun, bu veriyi nereden buldun diye soruyorsun, şöyle bir metodolojiyle buldum diyor… Bakıyorsun onların anlattıklarıyla senin elindeki veri birbirini hiçbir şekilde tutmuyor. Doğal olarak bunun doğru olmadığına kanaat getirmiş oluyorsun, anketler bize doğru veri vermiyor diye düşünüyorsun. Ama bütün buna rağmen bir de insanın umut hakkı diye bir şey var, umutlu olmak istiyorsun. Hepimizde doğal olarak bir pozitif sonuç elde etme duygusu var ve onun için umut hakkını ısrarla savunuyoruz ve umut hakkı için yola çıkıyoruz. Bu seçimlerin şöyle bir özelliği oldu. Kılıçdaroğlu faktörü, bizim seçmenin özellikle büyük kentlerde tercihini değiştirmesine sebep oldu. Mamak’ta ben bir köy derneği toplantısına gitmiştim, bir Alevi köy derneği toplantısıydı. İçeri girdiğimizde bizim oğlan geldi diyorlardı benim için. Kendilerinden sayıyorlardı. Sohbetin bir yerinde benim kuşaktan bir kadın arkadaş ayağa kalktı dedi ki, “Tamam tabii ki siz bizim canımız ciğerimizsiniz ama ilk defa bu memleketi yönetmeye aday bir Kılıçdaroğlu var, kanı kanımızdan canı canımızdan. Bu seçimde ne yapıp edip ona oy vermemiz lazım.” Doğal olarak siyasal eğilimini açıktan söylemiş oldu. Hatta 5 ya da 6 Mayıs’ta bir kamuoyu şirketinden konuştuğum bir arkadaş bana şunu söyledi. Dedi ki, “Eğer Yeşil Sol %10’un üzerinde oy alamazsa Ankara’dan seçilemezsin.” “Niye?” dedim. “Ankara’da vekil seçecek Kürt seçmen yok”. Alevi blok tümüyle CHP’ye gitti. Önemli bir genç nüfus da kimi kentlerde TİP’e gitti. Burada benim Çankaya’da gördüğüm genç arkadaşlar falan yeniyi arıyorlar. Bu seçimde bir tür yeni diye formüle edilen de solda TİP, sağda Zafer Partisi’ydi. Milliyetçi gençler Zafer Partisi’nin, Oğan’ın mitinginde sokaklarda yürüyorlardı, daha solda duran gençlerde kendini TİP’in yanında görüyorlardı. Bizim bu topluluklara, genç kuşağa doğru cevap veremememizden de kaynaklı olabilir. Kentli orta sınıfın taleplerine de cevap veremedik.
Aybars Yanık: Özellikle Cumhurbaşkanlığı ikinci tur seçimlerine giden süreçte göçmen karşıtlığı, üzerinde tepinilen bir konu oldu. HDP’nin göçmenlerle ilgili tavrının ne olduğunu programatik olarak da kestirebiliriz ama geniş bir kesim HDP’nin bu meseleye dönük tavrının ne olduğunu pek bilmiyor. Bu hususta tabii insanların ilgisizliğine de top atılabilir ama…
- Bence insanlara atılmamalı. Bu, bizim aslında partinin temel alanlarda savunduğu politik tezlerini farklı toplum kesimleriyle buluşturan ve görünür kılan bir siyaseti becerememesiyle ilgilidir. Mülteciler konusundaki tutum da bunlardan birisi. Kürt halkı bir mülteci halk aslında. Şimdi biz Suriye meselesinden dolayı mültecileri konuşuyoruz ama Avrupa deneyimini yaşamış herkes görür, Avrupa dediğin Kürtler için bir mültecilik coğrafyası artık. Ya da dünyanın her yeri, hatta Japonya’ya kadar. Mülteci olan bir halkın deneyimini düşününce, mülteciler meselesinde bizim HDP olarak enternasyonal yaklaşımımızı daha görünür kılmamız, farklı alanlarda çoklu siyaset yapma becerisini güçlendiremememiz gerekirdi. Bunun dışında Türkiye’de emeğin hakkını, halkların özgürlüğünü, kadınların mücadele deneyimlerinin bütününü sahiplenecek bir yeniden inşanın dinamiklerine bakmamız lazımdı. Bundan sonra bunu ne kadar beceririz, yaşayıp göreceğiz. Bunun için bir miktar kadro yeniliğinin de olması gerektiğini düşünüyorum.
Aybars Yanık: Uzun zamandır HDP’ye emek vermiş birisiniz. Fakat bu seçimde milletvekili adayı olarak sahaya indiğinizde kendi düşüncelerinizi sınama imkânı sunan özel deneyimleriniz oldu mu?
- Ben kurulduğu günden itibaren HDP’de mutfakta çalışan biriyim ve bu seçim kampanyası hem HDP olarak savunduklarımızı toplumla mukayese etme imkânı verdi hem de yurttaşın demokratik siyasetten beklentisiyle benim ütopyam arasında büyük bir farkın olduğunu fark etmemi sağladı. Diyelim ki Haymana hattında daha fazla Kürt topluluk var. Seçim çalışmasına gidiyoruz. O topluluğun adaylara yaklaşım tarzı, temsil arayışı ve duygu halini gördüm. Ben çocuklarıma anamdan dedemden öğrendiğim Kürtçeyi öğretmek istiyorum ve bunun imkânları yok, nasıl çözeceksiniz diyor. Çok açık söylüyor bunu.
Kuğulu Park’ta hayvan hakları için eyleme gitmiştim, onların toplumsal taleplerini sahiplenmek için. O kent topluluğunun hayvan hakları için toplumsal talebinin bu toplumun genelinin bakış açısından ne kadar uzak olduğunu fark ettim mesela. Büyük ihtimalle şöyle diyelim ki Mamak’taki genç Kuğulu Park’taki hayvan hakları eylemi için şöyle düşünüyor: Ya vekil adayına bak, biz karnımızı doyuramıyoruz, gitmiş hayvan hakkı filan…. İşsizim, kahveye gidip taş oynayacağım, anamdan babamdan kaç lira harçlık alırım diye bakıyor. O kadar büyük bir paradoks ki bu. Her şeye rağmen HDP’nin ya da Yeşil Sol’un afişini asmaya gelen bir sürü genç arkadaşımız sokaklarda gönüllü oldu. Başka partilerin de olduğu bir toplantıda hepsinin afişlerini parayla astırdığını gördük. Bizde ise insanlar harçlığını paylaşarak bunu yapıyor.
Aybars Yanık: Son olarak, Selahattin Demirtaş’ın seçim sonuçlarına ve partinin performansına dair eleştirileri HDP’de nasıl bir karşılık buldu ya da bulacak? Ne düşünürsün.
- Bizler için eleştiri özeleştiri can suyudur. Bir siyasi hareket, bir siyasi parti kendini bir hücre gibi yenilemek zorundadır ki hayatta bir karşılığı olsun. HDP kendini yenileme ve yeniden kurma, inşa etme sürecine girecektir. Siyasal, örgütsel ve politik yenilenmeyi sağlamak için bu dönemin muhasebesini yapmak; sahici ve onarıcı bir eleştiri-özeleştiri devresinden geçip siyasete taşıdığımız tüm güç ve iradelerle yeniden buluşmak; tazelenmek zorunluluktur. Yeni bir çıkış için yeni bir dil ve anlayışı örgütlemek gerekmektedir. Bunu ne kadar becereceğiz önümüzdeki süreçte göreceğiz.
Despotik bir siyaset arkaik bir zihniyet, ırkçı bir üslup ve cinsiyetçi bir dil eşliğinde hayatın her alanına damgasını vuruyor. İktidarın ve siyasetin tekelleştiği, hemen her şeyin tek merkezden yönetildiği, kendinden olmayan her sesin kısılmak istendiği ve varlığının tehdit olarak algılandığı, dezenformasyon, manipülasyon ve siyasal zorun her çeşidinin devrede olduğu olağanüstü bir süreçten geçiyoruz.
Önümüzdeki dönemde HDP bunun karşısında kendini becerebildiği ölçüde saydamlaştıran, halkların, işçilerin, emekçilerin, kadınların, gençlerin, dışlananların, ezilen ve yok sayılanların, kır ve kent yoksullarının fabrikalarda, işyerlerinde, üniversitelerde, sokaklarda, köylerde, farklı yaşam alanlarında süregelen eşitlik, barış, özgürlük, adalet, hak, hukuk ve insanca yaşam çabalarını, onların bağımsız örgütlenme ve özgünlüklerine gölge düşürmeden ortak bir demokrasi programında birleştirecek demokratik bir değişim-dönüşüm sürecinin önünü açacak ilkeli, tutarlı ve dinamik mücadeleyi öncelikli hedef olarak önüne koymalıdır. Ülkenin ırkçı, milliyetçi, militarist, cinsiyetçi, muhafazakâr güçlere teslim olmasına karşı durmak, bu güçlere karşı geniş bir toplumsal direniş ve mücadele birlikteliğini kurmak için on yılın muhasebesini yapma zamanıdır.