- TİP, dar öncü kadro oluşturmaya dayalı, uzun erimli mücadeleyi öngören sıkı disiplinli bir parti çekirdeğinden dönüşerek evrildi, sanırım bunu söyleyebiliriz. Son birkaç yılda, daha öteye gitti; özellikle son seçim sürecinde, popüler bir yüz edindi. Özellikle milletvekillerinin performansı, sürükleyici hale geldi. Siz bu gelişme seyrini nasıl tarif edersiniz?
TİP’i oluşturan öncü çekirdek neredeyse bütünüyle 2014 yılında TKP içinde yaşanan tartışma sürecinin sonunda ortaya çıktı, biliyorsunuz. Çeşitli zorunluluklar ve sorumluluklar gereği bu irade sonraki ilk 4 yılını “ayrışma parantezi” içinde yaşamak zorunda kaldıysa da 2018’den itibaren kendi siyasal perspektifini hayata geçirmeye başladı. 2017 7 Kasım’ında resmi olarak, 2018’de ise gerçek anlamıyla kurulan TİP bu güzergaha oturuyor.
Daha tematik konuşmam gerekirse şöyle tarif edebilirim: TİP’i yaratan siyasal iradenin kurucu tezi Türkiye’de sosyalizm mücadelesinin kitleselleşme evresinin açıldığıydı. Elbette her siyasal parti ve örgüt büyümek, yeni insanlarla güçlenmek, nihayetinde kitleselleşmek ister; TİP’i ayırt eden bu isteği “kendiliğinden” halinden çıkarıp etkin bir siyasal çalışmaya ve yönelime dönüştürmesi oldu. Çünkü kitleselleşme isteği, aynı zamanda siyasal tarzınızı, örgütsel kurgunuzu, iletişim biçiminizi ve önceliklerinizi buna uygun hale getirmeyi gerektirir.
Bu tartışmanın ve arayışın doğduğu demeyeyim ama tetiklendiği uğrak ise Gezi Direnişi oldu. Gezi Direnişi’ne kadar, kabaca, şöyle bir kurgu tüm Türkiye sosyalist hareketine hakimdi: Doğru siyaseti yapmaya ve örgütü kurmaya devam ettiğimiz sürece, nesnel koşullar olgunlaştığında kitlelerle buluşacağız. Gezi Direnişi, “nesnel koşulların olgunlaşması” beklentisi açısından birçok umut vaat etmesine rağmen yukarıdaki model çalışmadı. Hatta, bırakın Türkiye sosyalist hareketinin Gezi Direnişi’nden beslenip büyümesini, neredeyse tüm parti ve örgütler küçüldü. O halde, yaklaşık 30 yıl hakim halde bulunan modelin doğruluğundan kuşku duymamız gerekirdi. Çünkü bir model zihinde ne kadar mükemmel, rasyonel ya da pürüzsüz görünürse görünsün gerçek hayat ve somut deneyimler onun tek mihenk taşıdır.
Bu tartışma sürecinde, devrimin değil ama kitleselleşmenin nesnel koşullarının bulunduğunu saptayan bir irade belirginleşti ve bugün TİP’e uzanan siyasal çizginin ilk adımlarını atmaya başladı. Neydi bu kitleselleşme için uygun nesnel koşullar?
Her şeyden önce Gezi Direnişi’nde açığa çıktığını gördüğümüz kimi toplumsal/popüler değerlerin sola açıklığıydı; dayanışma, eşit yurttaşlık, temel haklar konusunda hassasiyet, birey ve grup özgürlüklerinin korunması, kamusallığın ve kamusal hizmet sunumunun gerekliliği beklentisi gibi başlıklar sayabiliriz. Bunlar elbette bir siyasal deklarasyon biçiminde değil kitle hareketinin içinde yüzer gezer halde bulunan ve mutlaka değerlendirilmesi, temasa geçilmesi, bir siyasal içerik ve çizgi ile buluşturulması gereken, eğer bu başarılırsa sosyalizmin yeniden kitlesel bir güce dönüşmesine büyük ivme kazandıracak motiflerdi.
İkincisi, işçi sınıfının yeni sömürü ve mülksüzleşme deneyiminin bilhassa kentli emekçiler üzerinde yarattığı tahribatın görece elverişli bir örgütlenme fırsatı yaratmasıydı. Geçmişte işçi sınıfı içerisinde sayılmayan meslek kolları da dahil olmak üzere, işçi sınıfının kent merkezlerinde yoğunlaşmış ve birçok farklı sektöre dağılmış kesimleri, bir yandan ülkedeki siyasal iklimin gidişatına dair belirgin itiraz gösteriyor, bir yandan da neoliberal saldırının doğrudan muhatapları arasına giriyordu. Bu tabloda, sosyalizmin kitle gücünü oluşturmak için ilk ve görece kolay biçimde ulaşılacak ve ulaşıldıktan sonra sınıfın geri kalanına giden yolda bir buzkıran işlevi görebilecek kesimler içinde örgütlenmek, bu kesimlere seslenmek ve onları siyaset sahasına çağırmak denenmesi gereken bir tarzdı. Bu tarzı uygularken özellikle dikkat ettiğimiz şey ise, sınıfın farklı kesimleri arasındaki birliği sağlayacak siyasal ve ideolojik söylemleri üretmek, yaygınlaştırmak ve böylece birleşik bir sınıf kimliği ve hareketi için zemin kurmak oldu.
Üçüncüsü, siyaseti belirli ilkelerin toplum karşısında seslendirilmesi olarak değil verili anda muhalif bir enerji biriktiren başlıkları politize etmek ve bunlara yaslanarak ilgili konulardaki muhatap haline gelmek. Buna “talebin kendisini kazanmak” diyebiliriz. Bu talep ya da sorunlar bazen çocuklara okulda dağıtılacak bir öğün beslenme, bazen de deprem mağdurlarına çadır satan kurumlar olabilir. Dikkat ederseniz, bu konuda ileri sürdüğümüz ve arkasına güçlü bir kitle desteği alabildiğimiz talepler hiç de “özel olarak” sosyalist talepler değildi. Tıpkı, Ekim Devrimi günlerinde kitleleri saran “ekmek, toprak, barış” talebi gibi. Çocuklara öğün vermek de deprem mağdurlarına çadır dağıtmak da pekala ortalama bir kapitalist devletin yapabileceği şeyler; ancak hem neoliberal ortodoksinin kuralları hem de ülke kapitalizminin öncelikleri açısından düşünüldüğünde bu taleplerin karşılanmasının imkânsız olduğunu biliyoruz. Yani teoride değil ama fiilde bu taleplerin karşılanması imkânsız ve bu böyleyse bu taleplerin düzen dışı bir güçle özdeşleşmesi, radikalleştiği ölçüde de düzenin sınırlarını tahrip edip belki de yıkması mümkün. Bize zaman zaman “ılımlı” ya da “düzen içi” muhalefet yaftasının yapıştırılması, esasında bu yaklaşımımızın ürünü sanırım.
Buraya birkaç başlık daha ekleyebilirim, ancak fazla uzatmak istemiyorum. TİP’in bu ve diğer başlıklarda ürettiği çok sayıda metin erişime açık halde. Yeri gelmişken bir tespitimi de paylaşayım: TİP, belki de en çok tartışılan ama en az “okunan” parti oldu. Esasında TİP üretken bir parti; hem kurum olarak hem de bireysel kalemler eliyle hayli geniş bir metin havuzu oluşturmuş durumda. Buna başvurulmasını hem bekliyor hem de rica ediyorum herkesten.
Sizin sorunuzdaki popüler yüzler edinme, vekiller aracılığıyla meclis kürsüsünü etkin kullanma gibi unsurların hemen hepsi yukarıda özetlemeye çalıştığım yaklaşımın içerisinde anlam kazanıyor. Eğer bu yaklaşımı görüp anlamazsak, hakikaten TİP basitçe popülerleşme arayışıyla hareket ediyor görülebilir. Oysa işin esası ve tüm sonraki görüngülere zemin kazandıran şey bu yaklaşım. Bir de şunu belirteyim: Bu yaklaşım, Türkiye’de sosyalizmin kitleselleşme evresine dair üretilmiş bir yaklaşım; ona TİP’in “devrim stratejisi” olarak bakmamak gerekir, ki zaten sürekli “kitleselleşme” vurgusunu yapmamızın nedeni de bu. Bu da zaten bizim kuramsal açıdan da saptadığımız bir zorunluluk: Yani şimdiki andan devrim anına kadar tek bir stratejinin biteviye uygulanması gibi garip bir yöntem yerine mücadelenin her yeni evresinde o evreye uygun bir stratejik yaklaşım üreterek güçlenmek.
- Devamını da konuşalım. Bundan sonra nasıl bir seyir izleyecektir TİP? Üye sayısında küçümsenmeyecek bir artış olduğunu biliyoruz. Bu üyelerle “ne yapacaktır,” TİP?
2018’den bugüne TİP’in büyümesi gerçekten etkileyici. Buna sadece üye sayısı açısından bakarsak yaklaşık bin kişiden 50 bin kişiye ulaşmış durumda. Ama bunun yanı sıra birçok başka parametre de bulunuyor. Örneğin, Türkiye’nin neredeyse her ilinde, büyük ilçelerinde teşkilatlanmış olmak, hatta seçim sürecinde sayısını bilemediğim kadar fazla mahalle temsilcilikleri açmak. Ya da iletişim becerilerini oldukça yüksek bir standarta ulaştırarak şu anda Türkiye siyasetinin ana akım aktörleri arasına girmek, Türkiye’nin en çok takip edilen ve etkileşim sağlayan beşinci partisi haline gelmek. Ya da deprem sürecinde görülebildiği gibi üye sayısının birkaç katı aktif gönüllü topluluğuna sahip olmak. Ve nihayetinde 14 Mayıs seçimlerinde %1,7 oranına tekabül eden 1 milyon yurttaşın oyunu alabilmek. Bunların hakikaten “büyük” ve sosyalist partiler arasında daha önce eşine rastlanmamış başarılar olduğunu teslim etmek için TİP’li olmaya gerek olmaması lazım.
Bu başarının, her başarıda olduğu gibi elbette, çeşitli avantajları ve dezavantajları birlikte getirdiği açık. Avantajlar hanesine çok girmeyeyim; TİP, herkesin beklediği gibi, önümüzdeki dönemde üye sayısının büyüklüğünden, iletişim becerilerinin güçlülüğünden, ülke ölçeğine yayılmış olmasından ve çok geniş bir gönüllü ağıyla çalışmasından kaynaklanan tüm enerjiden siyasal mücadelesini büyütmek için yararlanacak. Dezavantaj olarak söyleyebileceğim şey ise, bu büyüme sürecinde zorunluluklar gereği esneyen örgütsel işleyişin ve parti üyesi kimliğinin yeniden şekillendirilmesi ihtiyacı. Bizim hakkımızda sık söylenen şeylerden biri “herkes TİP’e üye olabiliyor”; evet, bizce özel bir siyasal, toplumsal ya da kişisel sakıncası olmayan herkes TİP’e üye olabilir, olmalıdır; ama herkesin TİP üyesi olarak kalabileceğini düşünmüyoruz. Her partide olduğu gibi TİP’te de üye olmanın ve üye kalmanın belirgin kuralları var elbette. Dolayısıyla, TİP’e üye olmak üyelik formunu doldurmakla biten bir süreç değil, partinin programına, tüzüğüne, siyasal hedef ve stratejisine olduğu kadar kültür ve etik ilkelerine de bağlı olmayı gerektiren aktif bir süreç. Buna bir tür “dönüştürücülük” misyonu olarak bakıyoruz ve hangi saikle TİP’e üye olmuş olursa olsun tüm üyelerimizin “dönüşümü” için çaba harcıyoruz. Sadece üye olarak da değil; mesela TİP’e oy verenler arasında hayatında daha önce hiç sol bir partiye oy vermemiş insanların olmasından, bu insanları solun, hatta Kürt Özgürlük Hareketi’yle ittifak halindeki bir solun seçmeni haline dönüştürmüş olmaktan mutlululuk duyuyoruz. Önümüzdeki süreçte bu çabayı artırmayı ve çeşitli mekanizmalarla güçlendirmeyi planlıyoruz.
Burada bir parantez açmama izin verin. TİP’in hakkımızda sıralanan birçok endişeyi görmediği söylenemez elbette. Ancak, yine TİP’e karakterini veren bir yaklaşımımız var bu konuda da. Bir öncü çekirdeğin, kısa ya da uzun vadede planladığı tüm girişimleri için açık bir meşruiyet kazanması gerekir. Bu meşruiyetin nereden üretileceği, bir kere üretilmesinin yetip yetmediği bizim için bir tartışma konusuydu ve bu tartışmayı kendi açımızdan şöyle sonuca bağladık: Meşruiyet ne geçmişin geleneğini sürdürme iddiasıyla ne de karizmatik liderlik figürleriyle sağlanabilir; gerçek meşruiyet ancak siyasal mevzi kazanımı ile sağlanır. Bu yüzden, evet TİP’in de kendisine ve çevresine dair belirli planları bulunuyor, ama bu planların hayata geçirilebilmesi için de belli bir meşruiyetin kazanılması gerekiyordu. TİP, tabii ki esas olarak onun öncü çekirdeği, yıllardır siyasal mevzi kazanmayı başa yazdı ve nihayet bu başarıyla birlikte kendi meşruiyetini elde etti. Kimisi endişe biçiminde ifade edilen birçok sorunumuzun üzerine yürümek için şimdi daha güçlüyüz. Ve aynı zamanda, yıllardır bilinçli biçimde uzak durduğumuz “sol içi tartışmalar”a da şimdi yeni bir zeminde devam etmeyi planlıyoruz.
- Seçimlerde TİP en yüksek oyu, şehirli, seküler, yüksek eğitimli seçmen gruplarından almış görünüyor. Beyaz yakalı mahallelerden, diyelim. 1960’larda sağ, işçiler kendisine (AP’ye) oy verirken TİP’in toplumsal desteğini kibar muhitlerde oturan toplumsal seçkinlere borçlu olduğu temasını işlerdi. İlla buna cevap yetiştirmek gerekmiyor… biz TİP’in üyelik ve seçmen bakımından oturduğu, destek aldığı, doğrudan etkileşim içinde bulunduğu toplumsal-sınıfsal tabana bakalım. Orada nasıl bir manzara var? TİP’in sınıf hareketiyle temasına, bu teması artırmaya ve bu hareketi geliştirmeye dönük nasıl bir perspektifi var?
Türkiye toplumu çok şiddetli bir proleterleşme ve mülksüzleşme deneyimi yaşıyor. Bu deneyimin en doğrudan sonucu, bence, toplumu kültürel kategorilere göre ele alan siyasal çizgilerin ciddi bir açmazla karşı karşıya gelmesi. Elbette, toplumda kültürel farklılıklar, yatkınlıklar, yaşam tarzlarından eğlence biçimlerine kadar birçok eksende gözlenen çoğul dinamikler olmadığını söylemiyorum. Sadece, sosyalist siyasetin esas görevinin tüm bu farklılıklar arasındaki ortak/müşterek noktaları yakalaması ve stratejisini bunun üzerine bina etmesi gerektiğini hatırlatıyorum. Bunu da söz konusu farklılıkları reddetmeden, hatta belki bazen bunlardan yararlanarak yapmak. Sınıfın birliğini sağlamak, sınıfı tekleştirmek anlamına gelmemeli. Bu açıdan bakarsak, Türkiye işçi sınıfının özellikle kentli ve sol değerlere açık kesimleri içinde etki yaratmak ve örgütlenmek TİP için stratejik bir adımdı. Yukarıda da bu konudaki yaklaşımımızı çok kabaca açıkladım.
Ancak, yine de bu yaklaşımın tamamıyla hayata geçtiğini söyleyemem. İlk olarak, TİP’in temas kurduğu ve ister üye ister seçmen olarak olsun harekete geçirdiği kentli emekçi topluluğu hâlâ bir sınıf hareketi dinamizmi kazanmadı. Bu elbette sadece TİP’in sorunu değil, söz konusu emekçi profillerinin çalıştığı sektörlerde yaşanan genel bir sorun; ama bir açıdan da TİP’in sorunu elbette, çünkü zaten temel hedeflerimizden biri birleşik bir sınıf hareketi yaratmak. Dediğim gibi, henüz bir sınıf hareketi formunda olmasa da kentli emekçilerle yoğun ve giderek yakınlaşan bir temas yüzeyimiz var ve bunu artırmaya, bu arada ona bir sınıf hareketi formu kazandırmaya gayret edeceğiz. İkinci olarak, TİP’in hem üyeleri hem de seçmenleriyle “seçkin” gruplara hitap ediyor olduğu iddasının ciddi bir kanıtı yok. Bir tiyatro oyuncusunun ya da tanınan bir müzisyenin veyahut beğenilen bir gazetecinin TİP üyesi ya da seçmeni olması böyle bir intiba yaratıyor olabilir. Ama bunlar TİP’in 50 bin kişilik üyeleri ve onun birkaç katı olan gönüllüleri arasında hayli küçük bir oran. Ayrıca, tam da yaşadığımız proleterleşme ve mülksüzleşme süreçleri ile birlikte bu tür emek türlerinin ayrıcalıklı, “seçkin” statüsünden söz etmek artık neredeyse imkânsız. Sahip oldukları “kültürel sermaye” bağlı oldukları sınıfsal aidiyeti gölgeliyor gibi görünüyor sanırım. Her ne ise, yine de TİP’in hem üyelerinin hem de gönüllülerinin büyük çoğunluğunun sözcüğün gerçek anlamıyla işçi olduklarını söylemek zorundayım.
Geçenlerde bir arkadaşımızın cevabı sayesinde haberdar olduğum bir tweet’te “TİP’e tek bir işçi oy vermiyor, sadece aydınlar oy veriyor” yazıyordu. Arkadaşım ise “bir işçi muhiti olan Çorlu’da TİP 4 bin oy aldı, sizce Çorlu’da 4 bin aydın var mı?” diye yanıt vermiş. Gülümsetiyor, ama gerçekten bazen zayıf kanaatlerimizi hiçbir veriyle desteklenmeyen fikirlere dönüştürdüğümüzün örneği aslında. TİP 1 milyon oy almış bir parti; gerçekten de Türkiye’de 1 milyon aydın, sanatçı, “seçkin” oyu var mı? Eğer yoksa, TİP’e oy verenlerin farklı sektörlerde, farklı emek rejimlerinde ve farklı ücret dilimlerinde de olsa ülkenin emekçileri olduğunu kabul etmek gerekir.
Önümüzdeki süreçte, sınıf içindeki çalışma tarzımızı daha derin ve köklü hale getirmek için çeşitli girişimlerde bulunacağız. Ayrıntıları yaz aylarındaki çalışmamız sonrasında kesinleşecektir, ama şimdiden şunu söyleyebilirim ki, TİP’in sınıf karakterinin daha belirgin, sınıf içindeki örgütlülüğünün daha güçlü olacağı, daha net bir sınıf hareketi görünümü kazanacağı bir sürece hazırlanıyoruz.
- TİP’in HDP/YSP’den ayrı liste çıkarmasıyla ilgili tartışmaları özetlemeye gerek yok. Bu karar, matematik toplamda, çıkan milletvekili sayısıyla ilgili dramatik bir fark yaratmamış görünüyor. Ama düz toplamın ötesinde, bir “sinerji” kaybına sebep oldu mu, bir derece? Matematiğin ötesinde, solun-sosyalizmin temsilini HDP/YSP’den ayrı tutan, orayı sol-sosyalizm harici olarak konumlandıran bir psiko-politik etki yaratmadı veya “damga” vurmadı mı bu?
Bu konu, belki de son yılların en fazla yanlış bilgiyle tartışılan konusu olmaya aday hale geldi. O yüzden, çok kısa olarak, birkaç “bilgi” paylaşarak başlayacağım. Birincisi, TİP, ortak liste fikrine karşı çıkmadığı gibi yaklaşık bir yıldır müttefiklerine ortak liste lehine telkinde bulunuyor. TİP’in kabul etmediği fikir ortak liste değil, bu listenin her bölgede tek parti adıyla çıkarılması oldu. Çünkü, hem kamuoyu araştırmalarından hem de sahadan aldığımız verilerden hareketle, bazı seçim bölgelerinde ittifakın TİP adıyla seçime girmesinin oy oranını artıracağını gördük. Nitekim 14 Mayıs seçim sonuçlarına baktığımızda bunun doğrulandığını görebiliyoruz. TİP’in seçime girmediği bölgelerde YSP oyu bir önceki seçimdeki HDP oyuna yetişemedi; oysa TİP’in de seçime girdiği bölgelerde TİP+YSP oyu önceki seçimlerdeki HDP oyuyla hemen hemen aynı oranda oldu.
Buradan da ikinci konuya geçeyim: TİP, yine hem kamuoyu araştırmalarından hem de saha verilerinden hareketle, geçmiş seçimlerde baraj sorunu karşısında HDP’ye oy veren sol/sosyal demokrat kesimlerin bu seçimde baraj sorununun ortadan kalkmasıyla birlikte CHP’ye geri dönüş eğiliminde olduğunu gördü ve bunu müttefikleriyle de paylaştı. Maalesef ikna edemedik. Bu eğilim neden vardı, bu eğilime ne sebep oldu, bu eğilimin haklılığı var mıydı yok muydu gibi sorular başka bir tartışmanın konusu; önemli olan bu olgunun gerçekliği idi ve yine seçim sonuçları bu eğilimin gerçekliği bulunduğunu kanıtladı bize. Eğer, Türkiye çapında tek parti ısrarında bulunulmasaydı, dahası TİP’in çok güçlü oy potansiyelinin bulunduğu Ankara 1. bölge, İzmir 1. bölge, Kocaeli, Aydın gibi illerden çekilmemiz istenmeseydi, TİP+YSP oylarının yine bir önceki seçimdeki HDP oyunun altında kalmaması sağlanabilirdi. Belki oylar sadece YSP’nin hanesinde görünmezdi, ama ittifakın hanesinde kalırdı. Bunu, TİP’in siyasal tahlil yeteneğini küçümsemenin getirdiği bir talihsizlik olarak görüyorum. Kaybolan bir sinerji var ise, bundan da yaklaşık iki ay boyunca, hem de en yetkili kurullar adına konuşan sözcüler aracılığıyla “TİP’e oy vermeyin, TİP’e verilen oy AKP’ye gider” diye anlamsız ve gerçeklerle ilgisiz bir kampanya sürdürenler kadar kimsenin sorumlu olamayacağını düşünüyorum. Türkiye tarihinde müttefikine oy verilmemesi çağrısı yapan, hatta müttefikine verilen oyların AKP’ye yarayacağını söyleyen bir siyasal parti olmamıştı. Bunun siyasal nezaket ve ittifak hukuku tarafını bir kenara bırakıyorum, böylesi bir çağrının muhatabı olan seçmenlerde bir sinerji yaratmak mümkün olur mu? Hazır lafı gelmişken belirteyim, TİP’e verilen değil ama verilmeyen oylar gerçekten de AKP ve MHP’ye gitti. İstanbul 1. bölgeden yaklaşık 250 oyla ikinci sıra adayımız İGDAŞ işçisi Anıl Denizci Meclis’e gidemedi; Hatay’dan ikinci sıra adayımız, İzmir ve Antalya’dan adaylarımız kıl payı farklarla vekil olamadılar ve buralardan AKP ve MHP vekil çıkardı. “TİP’e oy vermeyin” çağrısının sahiplerinin endişeye sürükleyip TİP’ten uzaklaştırdıkları her seçmenin vebalini taşıdığını düşünüyorum.
Türkiye’de (eğer bu ayrım bir işe yarıyorsa) solun değil ama sosyalizmin temsilinin HDP’de olup olmayacağı ise benim cevap vermemi gerektiren bir konu değil sanırım. Bilebildiğim kadarıyla HDP, içinde sosyalistler de bulunan bir radikal demokratik halk partisi. Hem temel metinlerinde hem de sözcülerinin açıklamalarında partinin (kişilerin değil) sosyalist olduğu ile ilgili tek cümle bulunmuyor. Bunu hiçbir eleştirel imada bulunmadan söylüyor, gayet doğal ve olması gereken bir kimlik olarak görüyorum. Haliyle, Türkiye’de sosyalizmin temsili konusunda zaten böyle bir iddiası bulunmayan bir hareketi tartışmak bence doğru olmaz. TİP’in ise böyle bir iddiası bulunuyor elbette. Türkiye sosyalist hareketi ailesinin bir ferdi olan, kendisini hem programatik hem de temel hedefler açısından sosyalist olarak tanımlayan bir parti elbette sosyalizm fikrinin ülkedeki temsilcilerinden biri, hatta en başta geleni olmaya adaydır. Bu iddiayı, başka siyasal partileri “kötü” gösterecek diye geri çekmesi de söz konusu olamaz tabii. Sonuç olarak, ben TİP’in ayrı liste konusundaki tutumunun HDP’yi sosyalizm harici gösteren ya da damgalayan bir yanı olduğunu düşünmüyorum. Böyle bir tablo oluşmuşsa, bunun nedenini TİP’ten önce Cengiz Çandar ya da Hasan Cemal gibi aday tercihlerinde aramak gerekir.
- Marksizm ve Siyaset kitabınızda cumhuriyetçiliği, Türkiye’de sosyalizmi popülerleştirecek bir söylem, bir “gelenek” olarak gördüğünüzü yazmıştınız. Bunu özellikle de yakın dönemin gündemiyle irtibatlayarak biraz anlatır mısınız? Sözgelimi imam-hatip okullarının, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kapatılması talebinin dile getirilmesi gibi çıkışlar, cumhuriyetçiliği “katı laikçilik”le, erken cumhuriyet dönemi mitosuyla özdeşleştiren zihniyet dünyasını çağrıştırmaya müsait. İlla öyle olur, demiyorum, çağrıştırmaya müsait diyorum! Burada, muhafazakar-cumhuriyetçi diye tanımlayabileceğimiz (yani cumhuriyeti, kuruluş dönemi yüceltisi eşliğinde ulus-devlet statükosuna sadakatine indirgeyen) düşünce dünyasıyla bir ayrım öngördüğünüzü varsayıyorum. Bunu anlatmanızı isterim.
Bu soruya biraz hipotetik, deneysel bir yanıt vermeye çalışacağım. Evet, Türkiye’de cumhuriyetçiliğin sosyalist hareketin kitleselleşmesi yolunda önemli bir kaynak olabileceğini düşünüyorum. Burada resmi ideolojinin tasarladığı Cumhuriyetçilikten değil toplum içinde dağınık ve tutarsız da olsa popülerleşip takdir kazanan cumhuriyetçilikten söz ettiğimi belirtmeme gerek yok sanırım. Bana göre Türkiye’de cumhuriyetçiliğin iki ana kaynağı bulunuyor. Birincisi Osmanlı modernleşmesiyle başlayıp Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu sürecine kadar giden bir hat. Bu hattın tümüyle işe yaramaz olduğunu asla düşünmüyorum, ama aynı hattın vardığı nihai durağın Nutuk’ta çizilen resmi ideoloji olduğunu görüyorum. Elbette, bu hat ile sosyalistler arasında kurulabilecek tüm ilişkilenme imkânlarının şiddetle bastırıldığını, dolayısıyla böyle bir etkileşimin gerçekleşmediğini de belirteyim. İkinci hattın ise 1960’larda solun toplumla kurduğu organik ilişkiden türediğini ve bugün hâlâ cumhuriyetçi iyi duyular diyebileceğimiz birçok değerin mevcut anlamını bu dönemdeki etkileşimden kazandığını sanıyorum. Bunu da hem tarihimiz hem de bugünümüz için bir şans sayıyorum.
Kuşkusuz, Cumhuriyetçilik ayrı bir koldan, daha çok resmi kanallardan ve doktrinasyon yoluyla kendi yolculuğuna devam etti; bu yolculukta toplum içinde kalıcı etkiler de yarattı; bunları yok sayamam. Ama öte yandan Türkiye’de cumhuriyetçi bir geleneğin, siyasal bir çizgi halinde olmasa da popüler bir duygu anlamında, bir iyi duyu anlamında oluştuğunu ve çelişkili, süreksiz, yönsüz de olsa bugüne kadar gelebildiğini düşünüyorum.
Yine de şunu söylemek zorundayım: Cumhuriyetçilik ile cumhuriyetçilik arasında yaptığım ayrım, cumhuriyetçiliğin Türkiye toplumunda edindiği moral statü ve barındırdığı iyi duyu da dahil tüm bu söylediklerim esasen bir imkân olarak anlamlı şu anda. Ben burada olmuş bitmiş bir siyasal çizgi değil, sosyalizmin yaratıcı biçimde etkileşime girerek üretebileceği bir halkçı siyaset kulvarının imkânını görüyorum ve denemek için heves gösteriyorum. Bu nedenle de bu konu hakkında çalışmamız, üretmeye ve tartışmaya devam etmemiz gerektiğine inanıyorum.
Böyle bir etkileşim kolay olmayacak elbette. Hem birçok riski hem de başarısız olma ihtimali olan girişimi barındıran bir arayış bu. Ama siyasetin işi risklerden arındırılmış ortamlarda maketler üretmek değil. Kendimce, yine hipotetik yanı ağır basan yaklaşımımı ise şöyle özetleyebilirim:
Her ülkede sermaye egemenliği kendi çıkarlarını merkeze alan bir tarih kurgusuna ve buradan türetilen bir doktrine ihtiyaç duyar. “Resmi ideoloji” diyebileceğimiz bu doktrin, hem zor hem de rıza aygıtları tarafından halk kitlelerine benimsetilir. Ancak ne ideolojilerin işleyişi pürüzsüz bir alanda gerçekleşir ne de tarih onu kalıplamaya çalışanlara tümüyle teslim olur. Halk kitleleri, egemenlerin doktrinasyonu kadar kendi deneyimlerinden de öğrenir ve bu deneyimin sonuçlarını kuşaklar boyu taşır.
Dikkat edilirse, tabloyu egemenler açısından değil halkın popüler bilinci açısından resmetmeye çalışıyorum ve Türkiye’de bağımsızlık, laiklik, kamuculuk, yurttaşlık, sosyal adalet gibi değerlerin “resmi ideoloji”yi aştığını ya da ona indirgenemeyecek bir karakter de kazandığını ileri sürüyorum. Bu tür değerler salt “resmi ideoloji” komutları olarak kalmamış; toplumun az ya da çok ilerici nosyonlarla anlamlandırdığı değerler olmuştur.
Bugünün Türkiye’sinde halkın görünür tepkilerinde içerilen kamuculuğun, laikliğin ya da yurttaşlığın tarihsel referansı ise (sosyalistlerin 1960’lı yıllardaki etkisinin izlerini taşıyan) cumhuriyet deneyimidir. Bu referans, büyük ölçüde imgeseldir. Yani gerçeği temsil etmek anlamında simgesel değil, gerçeğin (bizim tarafa doğru, lehte) bükülmesini de içeren bir tahayyül anlamında imgesel. Ve sosyalistlerin bu referansın imgesel olmasını bir avantaj olarak görmesi gerekir. Bu referansın imgesel olması ve böyle de kalması, Cumhuriyetçi mitosu çağrıştıran riskleri bertaraf etmek için mutlak bir gereklilik. Öte yandan, yine imgesel olması, cumhuriyetçi iyi duyuları (çağrıştırmak değil de) çağırmak için hayli elverişli bir imkan.
- Milliyetçiliğe gelelim buradan. Malum, seçimin ideolojik galibi olarak göründü birçoklarımıza… Gerçekten bu ara fazladan mı yükseldi, yoksa zaten hep zaman yüksek seviyede seyrediyor olması mı sorun, ki bence öyle, ayrı mesele… Her halükârda, Türkiye’de solun bir milliyetçilik meselesi var. TİP’in milliyetçilik “siyasetini” nasıl tarif edersiniz?
Kamuoyu açısından anlaşılır bulunabilir ama sosyalist hareketin kadrolarının bazı sonuçlara varmakta biraz daha temkinli ve ağırkanlı davranması her zaman gerekiyor. Özellikle içinde yaşadığımız rejimin “olağanüstü” niteliği ve her an her şeyin olabileceğini bilmenin yarattığı anksiyete kimi olgu ve süreçleri gereğinden ve gerçeğinden daha büyük saptamalarla karşılama eğilimi yaratıyor sanırım. Türkiye’de neredeyse birkaç yılda bir yapılan faşizm ya da tersinden restorasyon saptaması gibi. Bu açıdan, seçim sonuçlarına bakarak Türkiye’de milliyetçiliğin ciddi bir yükseliş içinde olduğu hissine de biraz mesafeli durmak gerekiyor. Bu, Türkiye’de milliyetçiliğin güçlü ve etkili olmadığı anlamına gelmiyor elbette; tıpkı sizin gibi, ben de bunun bu seçim süreciyle sınırlı ya da bu süreçte oluşmuş bir şey olmadığını düşünüyorum.
Konuya milliyetçilik açısından baktığımızda, benim dikkatimi çeken esas gelişme Türkiye’deki milliyetçiliğin farklı ton ve kulvarlarının devlet aygıtının tepesi eliyle bütünleştirilmesi, seferber edilmesi ve bir iktidar projesinin bileşeni haline getirilmesi. Elbette, yine milliyetçiliğin daha önce devlet tarafından kullanılmadığını ya da çeşitli düzeylerde işlevlendirilmediğini düşünmüyorum; ama şimdi izlemekte olduğumuz süreçte milliyetçiliğin bizzat devletin (ya da devletleşmiş bir partinin) iktidar projesi olarak seferber edildiğini sanıyorum. Bu sadece iktidar partisine geniş bir oy tabanı kazandırmıyor, aynı zamanda zaten milliyetçiliğe fazla direnci olmayan muhalefetin söylem çerçevesini de belirleyerek onu kendi sahasına çekiyor. İkinci tura gidilen iki haftada muhalefetin başvurduğu söylem bunun en çarpıcı örneği oldu.
Bizim açımızdan ideolojiler alanındaki bir olgu ve ülkedeki etkin bir siyasal dinamik olarak milliyetçiliğe bakış fazla tartışma konusu olabilecek bir konu değil. Milliyetçiliğin her türüne, hangi gerekçeye yaslanırsa yaslansın ve hangi ulusa ait olursa olsun aşılamaz çizgilerle mesafeliyiz. Hatta mesafeli olmak bile değil, doğrudan bunun karşıtıyız. Ancak bu tutumumuzu korur ve sürdürürken dikkat etmeye çalıştığımız iki şey var.
Birincisi, biz (genel olarak Türkiye sosyalist hareketi de) ayrılıkçı bir hareket değiliz. Haliyle, ait olduğumuz ülkenin tarihiyle olan eleştirel ilişki bir reddiyeye dönüşemez. Kabalaştırarak söylersem, örneğin Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun gayrimeşru olduğunu, hiç kurulmamasının gerektiğini, bu kuruluştan bugüne kadar yaşanan siyasal ve toplumsal gelişmelerin bir bütün halinde reddedilmesinin lazım geldiğini hiç düşünmedik, düşünmüyoruz da. Özellikle, 100 yıllık tarihinde sayısız zulüm görmüş bir geleneğin kadrolarında ve taşıyıcılarında ülkesine dair duygusal kopuş yaşanmasının çok tehlikeli olduğunu düşünüyorum, maalesef böyle bir eğilim de gözlemliyorum. Bu yüzden, hem siyasal içerimleriyle hem de duygusal imalarıyla birlikte bu ülkenin bize ait olduğu fikrini kaybetmemek gerekir. Geleceğim nokta şu: Zaman zaman yurttaşlar arasında gözlenen ve onlara alternatif bir söylem çerçevesi sunulamadığı için de egemenlerin diliyle ifade edilmek zorunda kalınan hassasiyetleri ve beklentileri yüzeysel ve hızlı çözümlemelerle “milliyetçilik” kefesine koyup ötelemekten uzak duruyoruz.
Örneğin, seçimlerden önce, son dalgayla yurtdışına göç etmek zorunda kalmış bir grup arkadaşımızla yaptığımız sohbette, bulundukları ülkede yaşadıkları duygulardan birinin de mahcubiyet olduğunu duymuştum; ait oldukları ülkenin durumuna dair bir mahcubiyet. Bu duyguda elbette kendi ülkesini sevmenin ve onun incinmiş haysiyetinin yükü var. Ancak buradan hareketle, kendi ülkesi adına mahcubiyet duymanın milliyetçi bir tını barındırdığını düşünmek bizce doğru bir yaklaşım olmaz. Ya da Türkiye’deki göçmen sorununun yurttaşlar arasında dile getiriliş biçimlerine bakarak bu sorunun, yurttaşlarda oluşmuş kaygıların hiçbir gerçeklik taşımadığını, bu yüzden de toptan yaftalanıp milliyetçilik çuvalına doldurulması gerektiğini ileri sürmek doğru da işe yarar da görünmüyor bize.
İkincisi, Türkiye bir süredir %50’lik dilimlere bölünmüş bir ülke görünümü kazandı ve sosyalist hareket de kendi eylem ve söylem sahasını bu dilimlerin biri içinde buldu. Bu, belli bir güç biriktirmek için, stratejik olarak kaçınılmazdı ve hatta bir süre daha esasen böyle olmak zorunda olduğunu söyleyebilirim. Ancak, TİP açısından konuşursam, sosyalist hareketin tarihinde ender görülen bir başarıya ve seçmen tabanına ulaşmış bir hareket, diğer %50’lik dilimi çözüp dağıtamasa bile oradaki emekçilerle konuşabilir hale gelmek zorunda. Böyle bir iletişimi sağlamak için milliyetçilik konusundaki tutumumuzdan tavizler vermeyi kastetmiyorum; halihazırda biz Kürt Özgürlük Hareketi ile müttefik ve dayanışma içinde bir özneyiz zaten, milliyetçiliğe verilecek tavizler gibi bir konuyu konuşması en imkânsız olan siyasal hareketlerden biriyiz. Bununla birlikte, bir önceki paragrafta dile getirdiğim yaklaşımın korunmasının bu iletişimi sağlamak için verimli bir kalkış noktası olduğunu düşünüyoruz.
Özetlersem, Türkiye’nin milliyetçilik sorunu hiç de yeni değil ve hiç de şimdilerde büyümüş değil. Bunu bizzat tarihten günümüze deneyimliyoruz zaten. Bununla mücadele, bu gerçeklik karşısında konumlanma ve tutum alma ilkesel olarak da pratik olarak da şart ve ben Türkiye sosyalist hareketinin zaman zaman hoyratça ileri sürüldüğü gibi karnesinin kırıktan ibaret olduğunu hiç sanmıyorum. Ancak milliyetçiliğin kaynak, işlev ve hareketini saptarken siyasal özneler ile yurttaşlar arasında birebir örtüştürmeler yapmakta biraz daha özenli olunması gerektiğini de düşünüyorum. Milliyetçilik saptamasını kendi ülkesini sevmek, bu ülkeye ait hissetmek ve ülkesinin sevinciyle sevinip üzüntüsüyle üzülmek kadar gerilere çekmenin yanlış olduğu çok açık. Elbette, sosyalist hareket kendi kitlesini (ya da nesnesini) ithal edemez, hazır bulur ve bulduğu şey ideal bir başlangıca neredeyse hiçbir zaman uygun değildir. Bu yüzden onun bir dönüştürücülük misyonu vardır. Ancak dönüştürücülüğün ilk şartı temas kurmak herhalde. Kendi ülkesindeki milyonlarca insanla anlamlı bir diyalog geliştiremeyen, onlarla asgari de olsa ortak bir duygu bağına sahip olmayan, kendisi hakkındaki söylenti ve şüphelerin asılsızlığını gösteremeyen bir hareketin menzilinin korunaklı alanlarda devinmenin ötesine geçmesi zor, belki de tesadüften ibaret olur. Siyasetin ve örgütlü mücadelenin dönüştürücülüğü hâlâ en güçlü aracımız. Ama bu siyaset sadece genel kamuoyu seslenmelerinden ibaret kaldığında etkisi ve çevresi çok sınırlı kalır; o yüzden işyerlerinde, mahallelerde, kampüslerde yüz yüze temas yüzeyini artırmak ve bu iletişimi en azından sürdürülebilir kılmak gerekiyor.
- Seçimlerden sonra ortaya çıkan siyasi güç tablosunda, TİP için nasıl bir muhalefet stratejisi öngörür ve muhalefeti –tabir caizse– nasıl kademelendirirsiniz? Siyasetin alanını genişletmek, toplumsal muhalefetin soluğunu açmak için yapılabilecek bir şeyler var mı? Daha geniş muhalefet ile sol muhalefet arasında nasıl bir işbirliği zemini olabilir? TİP ile sair sol muhalefet arasında işbirliğinin ufku ve hukuku, nasıl olabilir?
Açık ki hem seçim sonuçlarının genel mahiyeti hem de muhalefetin toplam başarısı ve geleceği açısından bir müddet daha düşünmeye ve tartışmaya devam etmemiz gerekiyor. Üstelik sadece partilerin, oy oranlarının, kampanya stratejilerinin de değil Türkiye toplumunun ideolojik, sosyolojik, kültürel boyutlarıyla da düşünülmesi gerekecek. O yüzden bu soruya verilecek yanıtların da zaman içinde detaylandırılması, zenginleştirilmesi mümkün olacak. Ancak şu anda söyleyebileceğim ilk şey, bir tür statükoya dönüşmüş olan %52-48 dengesinin bu seçimde de bozulamamış olmasının, başını ana muhalefetin çektiği dizge açısından ciddi bir özeleştiriyi gerektiriyor olması. Sol/sosyalist muhalefetin her zaman belirgin bir mesafe, hatta zaman zaman sert eleştirilerle yaklaştığı, fakat tek adam rejimini yenmek şeklindeki hedefin ivediliği nedeniyle bunu bir karşı kampanyaya dönüştürmediği “sağa açılarak kazanma” stratejisi, hiçbir görünür gerekçe taşımadığı için değil ama tam da yapması gerekeni, yani karşı bloku çözmeyi başaramamış olduğu için sıkı bir eleştiriyi ve özeleştiriyi hak ediyor.
Birçok neden sıralanabilir. Millet İttifakı’nın iç tartışmalarının yıpratıcı biçimde kamuoyuna taşınması; Cumhur İttifakı’nın Millet İttifakı bileşenleri arasındaki tartışmaları körükleyebilmesi; Millet İttifakı’nın adaylık ilanı ve seçim çalışması konusunda hayli vakit kaybetmesi; Millet İttifakı’nın özellikle ekonomi alanında esasında kurallı bir neoliberal ortodoksiden ötesini (ki, bu en çok büyük sermaye fraksiyonları için cazip bir teklif olabilir) ileri sürmemesi; HDP ile ilişkiler konusunda iktidar cephesinin ve Millet İttifakı içindeki bileşenlerin baskısıyla fazlasıyla ürkek davranılması; birçok başka faktör de eklenerek uzatılabilecek bir tablo bu. Hepsinin birleşerek yarattığı toplam sonuç, Türkiye’deki mevcut seçmen blokları arasında bir geçiş sağlanamamış ve böylece %52-48 dengesinin muhalefet lehine bozulamamış olması oldu.
Türkiye’nin girdiği yeni sürecin daha öncekileri aratmayacak kötülükte olacağını düşünmemek için bir neden yok. Ancak yine de “her şeyin bittiği bir nokta”ya geldiğimiz, bazen popüler üsluplarla dile getirildiği gibi Türkiye’nin şeriata ya da faşizme geçiş yapacağı gibi iddialar konusunda biraz temkinli olmakta fayda var yine de. Saray rejiminin yumuşaması ya da ılımlılaşması gibi bir beklenti de onun niteliksel bir sıçramayla ülkeyi yeni bir rejim evresine taşıması da çok mümkün görünmüyor bana. Bence Türkiye’nin yeni döneminin esas özelliği bir geçiş dönemi olması; yani bir Erdoğan sonrası döneme geçiş. Kişisel olarak Erdoğan’ın, Bahçeli’nin, Kılıçdaroğlu’nun yarıştıkları son genel seçimi yaşadığımızı sanıyorum ve bundan sonra iktidarda da muhalefette de yeni isimler ve liderler üzerinden bir yarış söz konusu olacak. Haliyle, bu yeni dönemde Erdoğan sonrasına geçiş hakkındaki senaryoların hazırlanması, olgunlaştırılması ve halka benimsetilmesi için sürdürülen çabaları izleyeceğiz. Her iki bloktan hazırlanacak senaryoların yukarıda sözünü ettiğim “sağa açılma” eğilimini yansıtacağını da tahmin edebiliriz.
Bu tablo hem genel olarak sol/sosyalist muhalefet hem de TİP açısından çeşitli avantaj ve dezavantajlar barındırıyor elbette. Ülkenin bir süre daha Saray rejimi altında yaşayacak olması, özellikle emek, ekoloji, adalet, kadın ve LGBTİ+ alanlarındaki saldırganlığın artacağının daha şimdiden belli olması, buna karşın ana muhalefetin hem seçim/strateji başarısızlığı hem de yeni dönemde birlik içinde hareket etmesinin zorluğu gibi açılardan birçok musibetin bizi beklediği çok açık. Öte yandan, bu tür mücadele başlıkları sol/sosyalist muhalefetin daha etkin, daha öncü, daha yırtıcı davranabildiği ve halk içinde destek bulabildiği başlıklar. Dolayısıyla, toplumsal mücadeleler başlığı altında sol/sosyalist muhalefetin yan yana durması, dayanışma ve işbirliğini güçlendirmesi çok önemli olacak. Çok önemli olmasının bir nedeni de şu: Ana muhalefet ile sol/sosyalist muhalefet arasındaki ilişkinin barındırdığı asimetri ve örneğin tek adam rejiminden kurtulmanın ivediliğinin bu denli eli kolu bağlayan bir vakum etkisi yaratması, esasında toplumsal mücadele alanlarının etkinliğinin zayıflamasıyla da ilgili. Ana muhalefeti desteklerken onu toplumsal mücadele alanlarının dinamizmi ve kitlesel direnciyle kuşatamamak, böylece hem söylem hem de eylem düzeyinde ana muhalefeti daha halkçı bir pozisyona çekememek sadece keyfi bir tercihten kaynaklanmıyor yani. Bu nedenle toplumsal mücadele alanlarının güçlendirilmesi, etkinleştirilmesi ve hem iktidar hem de ana muhalefet üzerinde bir basınç yaratabilmesi çok önemli. Bu alanlara dair içrek ve zaman zaman da manasız tartışmaların dağıtıcı etkisine karşı uyanık olmak şart o yüzden.
TİP, ara sıra kendisini tarif eden bir kimlik olarak “Türkiye’nin Kırmızı Çizgisi” biçimindeki bir söylemi dile getiriyordu. Kampanya dili ve retoriği açısından neyin, nasıl kullanılacağını henüz söylemem mümkün değil; ama en azından TİP’in duruşunu temsil eden bir duygu olarak “kırmızı çizgi” benzetmesinin uygun olacağını sanıyorum. Yani TİP, önümüzdeki dönemde hem parlamentoda hem de parlamento dışında Saray rejiminin yeni saldırılarına karşı bir Kırmızı Çizgi çekmeye, buralarda direnç geliştirmeye ve onu durdurmaya çalışacak. Bunu yaparken de hem kendisinin sahip bulunduğu imkânları hem de toplumsal mücadelelerin birikimini yeni bir direnç çizgisi yaratmak için kullanacak. Çok sık söylediğimiz bir şey var: TİP, elbette kendisine ait hedefleri ve çıkarları bulunan müstakil bir parti, ama TİP’in kazanımlarının her biri Türkiye’de sosyalist hareketin ve toplumsal mücadeleler içinde devinen çizgilerin kullanımına, faydasına açık. Bundan sonra da samimiyetle böyle davranmaya, sahip olduğumuz her imkânı paylaşmaya devam edeceğimizi söyleyebilirim.
TİP ile diğer sol/sosyalist muhalefet güçleri arasındaki ilişkinin esasının belirttiğim dayanışma ve işbirliği çerçevesinde olması bizim arzumuz. Bu, aramızda hiçbir tartışma, hatta çekişme olmayacağı anlamına gelmez elbette. Üstelik, TİP olarak biz, zaten sosyalist hareketin genel tablosuna dair belirgin bir eleştirel perspektifle kurulmuş ve yola çıkmış bir hareketiz. Eleştirel pozisyonumuzun ima ettiği birçok başlıkta 5 yılda çeşitli mesafeler kat ettik ve artık bazı sonuçlar, bize göre başarılı sonuçlar da aldık. Haliyle, şimdi elimizdeki verilere de yaslanarak kendi eleştirel pozisyonumuzu güçlendirmeyi, sosyalist hareketin tarihsel ve güncel sorunlarına bu başarının verdiği meşruiyetle yeniden eğilmeyi de düşüneceğiz. Bunun yıkıcı, bozucu biçimlerde değil de sosyalist hareketin bütününün hayrına olabilmesi sadece bizim sorumluluğumuzda görülemez tabii. Sosyalist hareket her zaman bir bütündür, onun tek bir parçasının genel akışın aksine ilerlemesi uzun vadede söz konusu olamaz. O yüzden TİP’in başarısını sadece kendisine ait değil de sosyalist hareketin bütününe hizmet eder hale getirmek istiyoruz. Böylece hem TİP’in başarısını kalıcılaştırmayı hem de sosyalist hareketin bütününü ileri çekmeyi sağlayacak yolları bulmamız gerekiyor. Burada biz, zamansız biçimde kaybettiğimiz sevgili Metin Çulhaoğlu’nun, ki kendisi bizim hareketimiz açısından bir tür “kurucu fikir önderi”dir bildiğiniz gibi, hepimize bellettiği bir tavırla hareket edeceğiz: İddialı ama mütevazı.