Türkiye’de “memleket işlerinin” idaresinde Millî Güvenlik Kurulu’nun (MGK) ve ordunun baskın rolü ve bu yapıların rejim içindeki sorgulanamaz, ‘aşkın’ konumları âyan beyan ortada. Son bir-birbuçuk yılın gelişmeleriyle bu durum iyice belirginleşti. 1980’lerin ortalarından itibaren kamuoyunda yürütülen ve kısmen reel politikada da müşteri bulan, MGK’nın meşruiyeti ile ve ordunun siyasî otoriteye tâbi kılınması gereği ile ilgili tartışmalar, gündemden düştü - bu tartışmayı sürdürmeye çalışanlar, “hainlik”le suçlanmazlarsa, marjinal sayılıyorlar. Keza devlet içindeki gayrınizami harp veya en doğrusu iç savaş örgütlenmelerinin oluşturduğu, “kontrgerilla” adıyla şöhret kazanan ‘resmî illegal’ yapılar, popülaritelerinin doruğundalar. Bu yapılar veya birimleri arasındaki lig usulü müsabakalar, nicedir medyanın gözde tefrika konuları arasında yeralıyor. Başlıbaşına Cem Ersever hesaplaşması,[1] resmî illegalitenin ve iç harp aygıtının çapı hakkında yeterince fikir veriyor.
Devletin güvenlik birimlerinin (müteveffa Althusser “baskı aygıtları” derdi) bu hiperaktif halinin, olağan sayılarak ‘arada kaynayan’, ama gündelik hayatta en fazla cisimleşmiş bir veçhesi de, kronik polis şiddetidir.
13 Ocak’ta Ankara’da yürüyüş yapan memurların gaddarca coplanması, belki de fazla gözönünde cereyan ettiği için, ‘polis sorunu’nun, popüler gündemin kaygan zemininde bir süre boy göstermesini sağladı. Aslında polis şiddetinin bu ülkedeki hâkimiyetini gösteren yığınla örnek, herhangi bir zaman kesitinde, İkitelli basınından bile toparlanabilir. Örneğin 26 Ocak günkü gazetelerde, genç bir kadını şüphelendiği için kurşunlayarak öldüren polis memuru Aslan Yardımcı’nın 5 milyon lira kefaletle (“üç aydır haklarından mâhrum edildiği” gerekçesiyle!) tahliye edildiği haberi vardır. Milliyet’in haber başlığı, şayet garip bir kara mizah anlayışına dayanmıyorsa, helâl eder gibidir: “Aslan Polis”e Tahliye! Aynı gün, tren seferlerinin zincirleme gecikmesi yüzünden mesailerine geç kalan 500 dar gelirli ve çoğu orta yaşlı insan, protesto için Pendik’te demiryolunu işgal etmeleri üzerine copla dağıtılmış, birçokları gözaltına alınmıştır. 28 Ocak’ta, İçişleri Bakanı Nahit Menteşe’nin DEP milletvekili Zübeyir Aydar’ın sorusuna cevabında, bir vatandaşın alkollü olarak çevreyi rahatsız ettiği için götürüldüğü İstanbul Kumkapı karakolunda bir polis memuru tarafından dövülerek öldürüldüğü iddiasının doğru olduğunu açıklamıştır. Katil zanlısı polis memuru firar etmiş ve hakkında gıyabî tutuklama kararı çıkartılmıştır. Hürriyet bu olayı birinci sayfada logosunun yanında “Menteşe’den korkunç itiraf” başlığıyla sunmuştur, ama haberin kendisi 25. sayfada tek sütunla geçiştirilmiştir.
Ne var ki, MGK, ordu, kontrgerilla konuları, devletin güvenlik/baskı aygıtlarının kamusal hayat üzerindeki hegemonyasına ilişkin yorumlarda ağırlıkla ele alınırken, polis sorunuyla o kadar fazla ilgilenilmiyor. Bunun bir nedeni, sözkonusu yapıların daha belirleyici ve ‘gerçek’ iktidar odakları -ya da onlarla doğrudan bağlantılı- olmaları, belirli bir ideolojiyi yeniden-ürettikleri için daha bütünlüklü bir hegemonyayı tesis etmeleridir. Bu yapılar, komplocu illiyetler kurma merakını da daha iyi tatmin ediyorlar. Polis ise, eninde sonunda siyasî iktidarın memuru sayıldığı ve sivil/kamusal hayatla daha içiçe olduğu için, o kadar derin anlamlar yüklenmeye ‘lâyık’ görülmüyor. Daha ziyade, MGK veya kontrgerilla gibi ‘esas’ hegemonik güçlerin aracı olarak gördüğü işlevle konu ediliyor. Oysa polisin, güvenlik/baskı aygıtının artan, denebilir ki mutlaklaşan göreli özerk yapısı içindeki kendi görece özerkliğini artıran bir gelişme arzettiğine dair göstergeler var. Ayrıca, daha gözönünde, sivil/kamusal hayatla daha içiçe bir yapı olması, Türkiye’nin kapitalistleşen/modernleşen koşullarında polisin güvenlik/baskı aygıtı içindeki konumunu daha ağırlıklı ve ilginç kılıyor.
BİR KÖŞE TAŞI: CMUK MUHALEFETİ
Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu’nda (CMUK) güya DYP-SHP hükümetince, aslında fiilen SHP’li Adalet Bakanı Seyfi Oktay’ın gayretiyle yapılan mütevazi değişikliklere karşı gelişen muhalefet kampanyası, polisin göreli özerk bir güç olarak artan etkinliğini göstermesi açısından çok önemliydi. Bu muhalefet, 1977’de CHP ağırlıklı Ecevit hükümetinin MC çizgisindeki kadrolarca sabote edilmesinden farklıydı. Bir kere, sadece sola değil, bürokrasinin ve DYP’nin kendisine karşı çıkan unsurlarına da yönelik bir direnişti bu. Sonra, bir pasif direnişle sınırlı olmayan, gösteri yürüyüşleri örgütleyen gayet aktif bir hareketti. En önemlisi, CMUK karşıtı kampanya bir partinin polis içindeki uzantılarınca yürütülmeyen,[2] katılan polis kadrolarının birtakım yandaşlarına destek vermek üzere değil bizzat bir özne gibi hareket ettiği, ideolojik olarak da bizzat polis adına yürütülen bir kampanyaydı. Denebilir ki, CMUK karşıtı muhalefeti yürüten polis birimleri, müstakil bir ‘parti’ imişçesine davrandılar! 1992 ve 1993 yılları boyunca aralıklarla devam eden bu kampanya, milliyetçi-muhafazakâr politik elit ve entelijensiya tarafından hararetle desteklendi. Yine dikkatten kaçmaması gereken husus, polis içindeki kimi ekiplerin bir politik-ideolojik çizgiye destek vermesinden ziyade, sağ yelpazedeki muhtelif politik-ideolojik konumların polis odaklı bu inisyatife destek vermeleriydi.[3] Polis, sınır çizgilerinin bulanıklaştığı Türk sağında otoriter bir milliyetçi-muhafazakâr hattın çekilmesine önderlik ederek, ‘toparlayıcı’ oldu! 1993’de yargısız infazlara yöneltilen eleştirilere karşı çekilen direniş hattı, CMUK karşıtı muhalefetin saflarını sıklaştırırken, polisin sağdaki ‘toparlayıcılığını’ da pekiştirdi. 24 Haziran 1993’de Türkiye’de Ahmet Kabaklı, Boyabat’ta yaşanan linç olayını yorumlarken şöyle yazmıştı: “Madem ki polis ve hükümet CMUK korkusundan tutuklamıyor, cezalandırılacağı da şüphelidir, o halde 6.000 kişi toplu cinnet halinde, ‘biz verelim müstehakını’ demişlerdir. İyi ama, linç barbarlık değil mi, ‘ihkak-ı hak’ adalet olur mu? Olmaz ama, ne yazık! Adalet mekanizmasının, polis görev ve yetkisinin işlemediği ülkede halk bu feci çareyi bulmuştur.” Polisi CMUK’la -güya- “elinin kolunun bağlanması”ndan kurtarma gayretkeşliği, Kabaklı gibileri, bilcümle ‘uygunsuzlar’ı linçle tehdit edecek raddeye getirebilmiştir. Zaman’da, hele Türkiye’de, Sıvas katliamı için de sözü “vatandaşın CMUK’a tepkisi”ne bağlayan yorumlar yapıldığını biliyoruz. Bu rezillikle beraber adını anmak yakışmıyor ama, Rosa Luxemburg’dan ilhamla söylersek, ülke insanlarına sunulan şu olmaktadır: “Ya yargısız infaz, ya barbarlık!...”
CİHANDA POLİS...
CMUK kampanyası, polisin rejim içindeki göreli özerkliğinin neredeyse mutlaklaşması doğrultusundaki, dahası siyasetin/siyasetçilerin tıkandığından söz edilen bir dönemde polisin politik hat çizici ve ideoloji üretici bir misyonla yüklenmesi doğrultusundaki eğilimlerin en ‘parlak’ göstergesiydi. Genel olarak güvenlik/baskı aygıtının ve bu arada polisin göreli özerkliğinin mutlaklaşmasında, kuşkusuz 12 Eylül’deki dikta örgütlenmesinin bıraktığı mirasın büyük payı var. Fakat başka bir gelişmeyi daha gözden kaçırmamak gerek, O da, ’80’lerin neo-liberal dalgasının açtığı çığırda devletin asayiş ve güvenlik işlevine indirgenmesi, devlet aygıtının da bu işleve cân-ı gönülden sarılmasıdır... Asayiş/güvenlik alanı, devletçilik karşıtı liberal demagojinin[4] saldırılarından vâreste tutulan bir alan. Sanki dönüp dolaşıp liberalizmin o ünlü “gece bekçisi devlet” şiarına gelinmiş gibi... Neo-liberal çığırın getirdiği ikinci bir yönelim, özel güvenlik teşkilatlarının yaygınlaşmasıyla, devletin şiddet tekelinin de ‘özelleştirilmesi’ doğrultusunda. (Kurulan ‘özel şiddet şirketleri’, personellerini ağırlıkla profesyonel canilerden ve bilhassa faşizan sağ radikal muhitlerden devşiriyorlar. Latin Amerika’nın kimi global kentlerinde zengin mahallelerinin korunmasında bu gibi ‘cinayet şirketleri’ iş görüyorlar; böylece büyük ailelere ait özel koruma güçleriyle resmî güvenlik kuvvetlerinin örtüştüğü oligarşik gelenek, asri bir tarzda hayatını sürdürüyor.) Neo-liberalizmin “devleti küçültme” programının bir parçası olan bu gelişmelerin, kapitalist sistemin yeni tehdit algılamalarına bağlı açılımları var. Önce, sosyal refah devletinin çözülmesiyle toplumun kıyısına itilenlerin kitlesel boyuta varması, sonra, Kuzey-Güney duvarının yükselmesi ve Üçüncü Dünyalı göçmenleri engelleme kaygısı; asayişi/güvenliği acil ve ağır bir sorun olarak kurumlaştırdı. “Yeni Dünya Düzeni” sarhoşluğu içinde, anti-terörizm söyleminin, insan hakları söyleminin ‘olmazsa olmaz’ önşartı olarak kendini meşrulaştırarak bütün devletler elinde ‘anayasal’ bir müessiriyet kazanması, bu sürecin bir çıktısıydı.[5] Neo-liberalizmin “gece bekçisi devlet”i, tepeden tırnağa silâhlı, elektronik haberleşme donanımlı, her tıkırtıda tetiğe asılan, mahalle sakinlerine korku salan bir gece bekçisi olarak hazır ve nâzırdır! Batı dünyasında genel olarak askeri harcamalar ve ordu bütçeleri gerilerken, iç güvenlik harcamaları yükseliyor. Polisin hem ‘görünmez el’ denetimi hem de görünür şiddeti artıyor.
Fransa’da sokak infazlarını ‘feasable’ (olabilir, yapılabilir) kılan İçişleri Bakanı Pasqua, bu gelişmenin kahramanıdır. Almanya polisi, faaliyetini “suç fiilinin gerçekleşmesinin çok öncesindeki aşamalara kaydırmaya”, “aktif duyum temini”ne (yani non-stop gözleme-izleme ve istihbarat) yönelik tasarımlar hazırlayarak; Nazi mirasının şânına yaraşır bir icraate hazırlanıyor.
YURTTA POLİS
Türkiye’de de, genel olarak, iktisaden küçülttüğü devleti yoğunlaştırılmış bir asayiş/güvenlik aygıtına indirgemeye dönük neo-liberal söylemin ve politikanın etkisi geçerliydi. Devlet bütçesinde sağlık, eğitim vd. sosyal harcamalar sürekli gerilerken, iç güvenlik/asayiş harcamaları artış gösterdi.[6] Asayiş ‘sektörü’, görünen bütçesi dışında da, kullanacak zengin kaynaklar buldu. Örneğin, geçtiğimiz Eylül ayında İstanbul Valisi Hayri Kozakçıoğlu’ya yönelen yolsuzluk suçlamalarını altetmek için Cumhurbaşkanı Demirel’in “terörle mücadelede kullanılan örtülü ödeneğe ait olduğunu” açıklama mecburiyeti duyduğu 7.5 milyar lira, herhalde buzdağının görünen yüzüydü! (O günlerde bir “eski bakan”, “İstanbul’da terör bu sayede çökertildi” demişti.) İşçilerin, memurların zam talepleri karşısında -hatta son olarak döviz bunalımına devletin müdahale etmeyişine ilişkin tartışmalarda- hükümet yetkililerinin “para milletin parası, olur olmaz sarfedemeyiz” diye demokratik tutumluluk jestleri yaptığı bu memlekette, kayıtsız-kuyutsuz kullanılan bu dev paranın “milletin parası” olup olmadığıyla kimse ilgilenmedi.
Polisin maddi ve yasal gücündeki artış kadar önemlisi, debdebesindeki ve prestijindeki artıştır. Emniyet elitinin devlet eliti ve hiyerarşisi içindeki fiilî ağırlığının arttığı, ideoloji ve politika üretimindeki etkinliğinin çoğaldığı, rahatlıkla söylenebilir. Medyanın bu süreçteki rolü görmezden gelinemez. Medya, Emniyet elitini popüler-medyatik kişilikler portföyüne kattı ve onların stilizasyonuna daha fazla özen gösterdi. Emniyet müdürlerinin medyatize ve popülarize edilmesinin en çarpıcı örneği kuşkusuz İstanbul Emniyet Müdürü Necdet Menzir’dir. 19 Ocak gecesi Show TV ana haber bülteninde Menzir, “devlet içinde özel sektör zihniyetiyle çalışan, girişimci, atak...” diye sıfatlandırılıyordu. (Ekonomik Trend dergisi de Menzir’i “1993’ün bürokratı” seçti.) Bu takdim, bir emniyet müdürünün artık yerine getirdiği asayiş ‘hizmeti’nin çok ötelerine taşan imajlarla bütünleştiğini gösterir - daha önemlisi, asayiş ‘hizmeti’nin, toplumsal hayatın bütününü kavrayan bir imaj ve ideoloji üretimine kaynaklık edebildiğini... Öte yandan polis de kendini medyatize etmeye çalışıyor, “Piar”a (public relations-halkla ilişkiler) daha fazla önem veriyor. Taze bir örnek, 13 Ocak’tan sonra Ankara Emniyet Müdürlüğü’nce bütün milletvekillerine “üst düzey bir emniyet yetkilisi tarafından kaleme alındığı düşünülen” (Hürriyet, 20 Ocak) bir imzasız mektup gönderilip; memurların PKK, TKP, Dev-Sol mensuplarınca “katil polis” diye slogan atılarak tahrik edildiğini anlatan bir “savunma” yapılmasıdır. Bu ‘tanıtım’ faaliyeti hem polisin gelişen “piar”cılığını, hem de inisyatifindeki artan özerkleşmeyi göstermesi bakımından ilginçtir.[7]
ORDULAŞMIŞ POLİS...?
Türkiye’de polisin devlet içindeki maddi ve manevi ağırlığının artmasının, neo-liberal cereyana ve kapitalizmin global gelişmesine dayanması yanında, özgül şartlarca da biçimlendirildiği belirtilmişti. Temel özgül etken, Türkiye’deki devlet ideolojisidir. Bu ideolojiyi uzun uzadıya tahlil etmek bu yazının işi değil - kısaca, 1982 Anayasası’nın Dibace’sindeki “kutsal devlet” nassı, bu ideolojinin en veciz özetidir. Bu ideolojinin iki ana mecrada iki değişik versiyonuyla yeniden üretildiğini söyleyebiliriz. Birincisi, devleti, milletin/vatandaşların “ögelerinden birisini teşkil ettiği” bir organizma olarak tasvir eden Kemalist-devletçi anlayıştır. İkincisi, “devlet-i ebed-müddet” (sonsuzdan gelip sonsuza giden devlet) şiarıyla Türk-İslâm tarih geleneği içinde devlete uluhiyet (ilâhlık) atfeden milliyetçi-muhafazakâr anlayıştır.
Bu devlet ideolojisi, doğası gereği, tehdit algılamasını ve güvenlik mülâhazalarını odağa alır. Bu durum, onu güvenlik/asayiş alanının meslek ideolojisiyle uyumlu kılar. Güvenlik/asayiş alanının meslek ideolojisi devlet ideolojisiyle biçimlendiği gibi, kendisi de devlet ideolojisine damgasını vurur. Örneğin poliste hâkim olan asayiş anlayışının, devlet ideolojisinde kronik tehdit algılaması etkenini baskın hale getirmekteki ‘hizmeti’ büyüktür. Bu anlayış negatif değil, pozitif niteliklidir. Yani görev tarifi ve ‘hizmetin’ meşrulaştırılması, huzur bozucu, uygunsuz olarak tanımlanmış olayların önlenmesi anlayışına dayanmaz. Hukuken dayanıyor olsa bile, hukukla kayıtlı olmayan bir pozitif asayiş ideolojisi baskındır. Bu da, hayatı ve insanları mutasavver bir mutlak ‘asayiş durumu’na (“huzur ve güven ortamı”) uydurmaya dönük, bu hayali -ve muğlak- durumun sürekli tehditle karşı karşıya bulunduğu vehmini ve sürekli asayişsizlik algısını diri tutan bir ideolojidir. Her bireyin, ‘aşkın’ olarak varolduğu kurgulanan o mutlak asayiş durumuna uygunluğu her an teste tâbidir - yani herkes potansiyel suçludur. Güvenlik kuvvetlerinin ‘normal’ olarak “bir şey olursa polis önler” diye özetlenebilecek görev felsefesi, Türkiye’de “polis önlemezse mutlaka bir şeyler olur” diye tecelli eder. Kolluk görevinden fiilî cezalandırma yetkisinin türemesi, hiç de keyfî olmayıp, bu pozitif asayiş anlayışının kaçınılmaz sonucudur.
Devletçilik karşıtı neo-liberal söylemin atağı ve devletin iktisadî bakımdan küçültülmeye girişilmesi karşısında, devlet ideolojisi tamamen güvenlik/asayiş alanına çekildi. Devlete kutsallık/uluhiyet yükleyen zihniyetin yeniden üretimi, artık münhasıran bu alan üzerinden gerçekleştirilebilir oldu. Güvenlik güçleri de, devlet ideolojisinin yeniden üretiminde, her zamankinden daha ağırlıklı bir zemin ve özne haline geldiler. ANAP iktidarının 1983’ü izleyen ilk evresi için, bir tür işlevsel ve ideolojik işbölümünden sözedilebilir. Sivil toplum neo-liberal ideolojinin, giderek fiilen güvenlik/asayiş aygıtı anlamına indirgenen devlet de devlet ideolojisinin ‘av sahası’ idi.
ÖZAL’IN ‘POLİS POLİTİKASI’
ANAP iktidarının istikrara kavuştuğu ikinci evresinde, Turgut Özal, devlet ideolojisini neo-liberal çizgideki kendi ideolojisine tâbi kılma yönünde daha atak bir politika izledi. Bu hem “devleti küçültme” gereğinin bir koşuluydu; hem de iktidarını ülkede geleneksel ve fiili bir güç odağını oluşturan ordunun müdahalelerine karşı güvenceleme kaygısından kaynaklanıyordu. Özal, bu atağında polise önemli işlev yüklemişti. Polisi, sadece “terör”e karşı değil, biraz da orduya karşı ‘sivil’ gücün inisyatifini geliştirmek üzere, siyasî otoritenin denetiminde bir güvenlik gücü olarak serpiltmeyi hedeflemişti - elbette esasen kendi siyasî otoritesinin... Özal, böylelikle, Türk sağının bir geleneğini de sürdürüyordu: Milliyetçi ve muhafazakâr çevreler açısından polis, hem ideolojik doktrinasyon hem de kadrolaşma bakımından orduya nazaran, öteden beri daha rahat nüfuz edilebilir bir kurum olmuştu. Özal, polise gerek 12 Eylül gerekse ANAP döneminde kazandırılan maddi olanakların ‘taban’ üzerindeki teşvik edici etkisini ve açılan geniş kadro imkânlarını da değerlendirerek, oldukça ‘hızlı’ bir kadrolaşma politikası uyguladı. Özellikle kimi muhafazakâr İslâmcı çevrelerin Özal’la yaptıkları işbirliğinden sağladıkları en önemli kazanımlardan biri, çok ciddi bir “inananlar” kitlesinin Emniyet örgütüne ‘yerleştirilmesi’ oldu. Ülkücü-milliyetçi eleman ‘alımı’ da, 12 Eylül döneminde “devlete yardımcı olma” misyonundan bizzat devlete transfer olan MHP’lilerin izinden, devam etti.
Özal’ın, ‘sivil’ otoriteyi ordunun müdahalelerine karşı daha güçlü kılmaya dönük ‘polis politikası’nın önemli bir etmeni, polisi salt fiziki imkânlar yönünden değil imaj ve misyon yönünden de tahkim etmekti. Polisin törensel ihtişâmı -bilhassa Galip Demirel’in İçişleri Bakanlığı Müsteşarlığı döneminde- geliştirildi. Polis, devlet ideolojisinin asli taşıyıcısı olarak yüceltildi. Milliyetçi-muhafazakâr entelijensiya bu harekâtında Özal’a destek oldu, emniyet güçleri “devletin görünür timsalleri” olarak kutsandı.[8] Polisi yüceltme çabasının önemli bir uğrağı, ordudan polise ideolojik misyon ve simgesel anlam naklinin gerçekleştirilmesiydi. Bunun bir nedeni, gayet basitçe, devlet ideolojisinin simgesel ve ideolojik örüntüsü esasen ordu kaynaklı olduğu için, refleks olarak oraya başvurulmasıydı. İkincisi, polisi yüceltme kampanyası örtük olarak ordunun devlet ideolojisindeki baskın konumunu geriletmek amacına da dayandığı için, ‘ordu malzemesi’ne bilhassa başvuruluyordu. Ordudan polise simgesel ve ideolojik anlam nakline ilişkin pek çok gözlemde bulunulabilir: Resmî törenlerdeki polis resmî geçitlerinin askerî ‘mekanize birlik’ geçişlerini andıran havası; öldürülen polislere verilen şehitlik pâyesinin, “vatan savunması” gibi askerî çağrışımlarla bütünleştirilmesi;[9] “Polise sıkılan kurşunlar sadece onlara değil, Türk milletine, Türk bayrağına, ezanadır” gibi sözlerle,[10] iç güvenliğe dönük tehditlerin “millete/ülkeye saldırı” olarak sunulması... Asayiş sorunlarıyla askerî güvenlik mülahazalarını özdeşleştiren o pek makbûl “iç ve dış düşmanlar” söylemi, “düşman”ları bir ve aynı kılmaklığına bağlı olarak, asker ile polisin misyonlarını da bir ve aynı kılmaya zaten son derece elverişli bir formüldür.
Ordudan polise ideolojik ve simgesel anlam nakli açısından Kürt meselesinin taşıdığı önem görmezden gelinemez. Kürt meselesindeki resmî politika, “iç ve dış düşmanlar”ı iyice örtüştürmeye çok müsaitti; bu, askerî ve polisiye görev tanımlarının içiçe geçmesini hızlandırdı. Sorunun “askerî” bir mesele mi “polisiye” bir mesele mi olduğunun tanımlanmasındaki ikirciklilik de bu geçişliliğe katkıda bulundu. Sorun sadece söylemsel düzeyde de kalmadı. Güneydoğu meselesi, ordudan polise sırf ‘anlam’ değil, yetki ve güç devrine de zemin hazırladı. “Bölgenin ve mücadelenin koşulları”, polis örgütlenmesinin ve inisyatifinin, orduyu ikame etmek üzere geliştirilmesi programına güçlü bir dayanak sundu: “Türkiye’de polis sayısını arttırmak, polise teknolojisi ileri ve güçlü silahlar vermek bile bir tabu konusuydu. Dokunulamazdı. Generaller böyle girişimlere soğuk bakarlardı. ‘Orduya paralel ikinci bir güç mü oluşuyor’ kuşkusunu duyarlardı. Ama zaman gösterdi ki, gerilla tarzı savaşımlar uzun yıllar aynı görevde pişecek deneyimli timleri gerektirmektedir. (...) Ordumuzla gurur duyuyoruz, ama, özel savaşın özel koşullarına göre özel kuvvetlere ihtiyaç olduğu da bir gerçek.” (Güneri Cıvaoğlu, Sabah, 25 Ağustos 1993)
Türkiye yazarı Mim Kemal Öke, çok daha iddialı, Özal’ın polis politikasının ruhuna uygun bir yorum yapmıştı: “Bu özel timler, bir yerde, İçişleri’ne bağlı ‘özel savunma’ ordusudur.
Demek ki, savunma, sadece TSK’nin imtiyazı olmaktan, devrin ve uluslararası konjonktürün icabı olarak, çıkmıştır. Sivilleşmiştir.”(5 Mayıs 1992) Sadece Özal’ın polis politikasına değil, 21. yüzyılın ‘terörist ve gerilla gruplarına karşı mücadele çağı’ olacağını vaz’eden global anti-terörizm söylemine de ayak uyduran yorumlardı bunlar...
YAN ETKİLER
Genel olarak güvenlik kuvvetlerinin ve bunlarla beraber polisin, devletin “görünür timsali” ve asli sahibi konumuna gelmesinden doğan sonuçlar üzerinde uzun uzadıya durmaya gerek yok. Bugün Türkiye’de güvenlik kuvvetlerinin şevki ve morali, kırılıp bozulmaması uğruna her şeyin feda edilebileceği, neredeyse en yüce değer ölçüsü haline geldi. Devletin kutsallığını/uluhiyetini sırtlanmaktan gelen bir ‘hak’... “Güvenlik kuvvetlerinin şevki kırılabilir” mülâhazası, insan hakları ve hukuk üzerinde veto gücüne sahip. Ordudan anlam -ve Güneydoğu bağlamında yetki/güç- nakli, asayiş telâkkisini askerîleştiriyor; her tür ‘uygunsuzluğun’, her zanlının “düşman”laştırılmasına, her tür polisiye olayın “savaş”laştırılmasına kapı açıyor.
Mamafih bu gelişmenin kimi sonuçları da var ki, güvenlik aygıtının toplum üzerindeki baskısını alabildiğine boğuculaştırmakla kalmıyor, düzen açısından da sorun yaratan yan etkileri ortaya çıkartıyor. Özal’ın polis politikası ile başlayan, ama kendi özerk mesleki ve kurumsal-örgütsel ideolojileri arasındaki ihtilâflarla da beslenen ordu-polis rekabeti, bu yan etkilerin ilk akla gelenlerindendir. Rekabetin ideolojik boyutu, Kemalist-devletçi çizginin daha çok orduda, milliyetçi-muhafazakâr çizginin ise daha çok poliste kök salmasından ötürü, devlet ideolojisinin bu iki versiyonu arasındaki ihtilâfa dayanıyor. Güvenlik/baskı aygıtı içindeki rekabetle, otoriter devletçi zihniyet tahterevallisinin iki ucunda duran Kemalist ve milliyetçi-muhafazakâr cenah arasındaki ‘sivil’ politik rekabet arasında da bir simbioz ilişkisi vardır. Ordu-polis rekabetinin fiilî boyutu hakkında ise, zaman zaman Güneydoğu’dan basına yansıyan, bilhassa özel timlerle askerî birimler arasındaki “yetki karmaşası”na ilişkin haberler, bir fikir veriyor.[11] Cem Ersever’in ölümündeki “esrar perdesi” ve cenazesinde asker-jandarma-polis birimleri arasında yaşanan gerginlik de, nazikçe “yetki karmaşası” diye ifade edilen güç rekabetinin ulaşabileceği çapa işaret ediyor. Ersever olayı, ordu-polis veya başka kuruluşlar/örgütler arasında her devlette ve her bürokraside olağan olan kurumsal rekabetten öte bir ‘itişme’nin varlığını da gösteriyor. Bu, en önemli yan etkidir: Güvenlik/baskı aygıtının kendibaşınalaşması ve göreli özerkliğinin mutlaklaşması, yaygın iç ayrışmalarla, güçlü fraksiyonların oluşmasıyla, daha doğrusu fraksiyonların bağımsız hareket kapasitelerinin olağanüstü artmasıyla birlikte gidiyor. Güvenlik/baskı aygıtının değişik kurumları arasındaki ‘nizami’ rekabetten öte, kurumlar içinde hizipleşme ve ekiplerin kendi başına buyruklaşma eğilimi fazlasıya artıyor. 23 Ocak günkü gazetelerde yeralan “polisi dövenler polis çıktı” haberi (belki de “polisçe dövülenler polis çıktı” denmişti!), bu durumun masum, ironik bir tecellisidir; Cem Ersever olayı veya Özal suikasti gibi, hiç ‘masum’ olmayan tecellilerini de biliyoruz. Hele Özal suikastini izleyen gelişmeler, skandal ölçeğindedir: Ülkenin başbakanına yapılan suikastin asli failleri asla ciddi biçimde araştırılmamış, suikastin resmî illegal yapılarla bağlantılı bir teşebbüs olduğuna dair beliren ciddi karineler ve yetkili ağızlardan yapılan açıklamalar kaale alınmamış, bizzat suikaste uğrayan Başbakan -bir ara “güç odakları”ndan bahsetse bile- “olur böyle şeyler” edasıyla suikastçi “çocuğun” gönlünü almış ve olay kapatılmıştır. Özal suikasti, güvenlik/baskı aygıtının bilhassa görünmeyen cephesi içindeki çapraz ilişkilerin ve çatışmaların ne kadar yüksek voltajlı ‘kısa devreler’e yolaçabileceğini ve o ‘âlemin’ ne kadar başına buyruk ve dokunulmaz olduğunu göstermiştir. Bir de tabiî, “üst seviyede” politika yapmanın, bu alandaki dengeleri gözetme ve ‘idare etme’ yeteneğini şart koştuğunu...
‘Sivil’ yönetim ile devletin güvenlik/baskı aygıtı arasındaki koalisyonun dengeleri açısından, yine polis en ‘ilginç’ konumdadır. Zira, yazının başlarında belirtildiği gibi, polis güvenlik/baskı aygıtının en ‘kamuya açık’ kısmını teşkil ediyor. Bütünüyle bu aygıt, ama en fazla olarak polis, esasen devlet ideolojisinden türeyen meşruiyetini pekiştirmek için de ‘sivil’ bağlantılara muhtaç. Özal’ın partizan kadrolaşmayı körükleyen polis politikası, polisin ‘sivil’ politik güçlerle rabıtasını güçlendirdi - esas itibarıyla da milliyetçi-muhafazakâr cenahtaki güçlerle... Sonuç, bir yanda Zaman gazetesinin Emniyet birimlerinde resmî gazete haline gelmesi, diğer yanda “Ya Allah Bismillah Allahüekber”, “Kanımız aksa da zafer İslâmın” gibi ülkücü sloganların polis gösterilerinin repertuvarından eksik olmamasıdır. Bu sürecin, polisin politik-ideolojik etki altına sokan yönüne sıkça değiniliyor; onunla içiçe geçen diğer yönü, sağ uçtaki politik grupların polisin ideolojik etkisi altına girmesidir. Nihat Genç’in deyişiyle “polisimiz/in/ yeterince milliyetçilik yap/tığı/, siyasi şubemiz/in/ yeterince radikal gruplar türet/tiği/, ‘militanlık’/tan/ hoş/landığı/”[12] bir zeminde; milliyetçilik yapmanın, radikal grup oluşturmanın, militanlığın asli sahibi de polis olacaktır!
Devletlu entelijensiyanın, liberal elitin ve sermayenin de ‘sağduyulu’ unsurları, güvenlik/baskı aygıtının her şeye kadir bir güce dönüşmesinden rahatsız olabiliyorlar. Fakat bu rahatsızlık, en iyi ihtimalle söylenmekten öteye gidemiyor. Sermayenin ve liberalizmin sivil toplumda kurduğu hegemonyanın diyeti, asayiş ‘sektörünü’ bir rezervasyon alanı olarak “kutsal devlet”e terketmek oldu. Bu ‘sektörün’ gösterdiği yayılmaya ve düzen açısından da irrasyonelleşebilen müdahalelerine, katlanıyorlar.
Türkiye’de radikal demokratik ve sol muhalefet, güvenlik/baskı aygıtının ve bu arada polisin göreli özerkliğinin mutlaklaşmasını, başlıbaşına bir sorun olarak önüne koymak zorunda. 1970’lerin ortasında Ecevit’in “kontrgerilladan hesap sorma” idiasını ‘geri almak’ zorunda bırakılmasından bugünkü hükümetin SHP kanadının bu alandaki gelişmelere ilişkin muhteşem âcizliğine kadar, 20 yılın muhasebesi yapıldığında; bu sorunun “üst seviyedeki politika” vasıtasıyla, hükümete gelmekle, yani sosyal demokrat siyaset profesyonellerinin bön parlamentarizmiyle halledilemeyeceğini ortaya koyuyor. Bu mesele, parlamentoyu dışlamayan, ama onunla sınırlı kalmayan, kapsamlı, süreklilik kazanmış, uzun soluklu bir kampanyayı gerektiriyor. Böyle bir kampanya, korku edebiyatına ve konspirasyon teorilerine abanmaksızın, güvenlik/baskı aygıtının görünür halini konu ederek ‘koğuşturan’ bir teyakkuz tavrına dönüşebildiğinde, anlamlı ve etkili olabilir. Zaten bu aygıtın en ‘görünür’ kısmı ve görece ‘kamuya açık’ unsuru olmasıyladır ki, polis kilit bir konum işgal ediyor. Tasarlanmaya çalışılan bu tavır, bizzat polise de, sözle ve hareket tarzıyla, hitap edebilmeyi gerektiriyor. Polise -kuruma ve tek tek ‘görevlilere’- kamusal bir dille, alenen hitap edilmesi, icraatinin -yargısız infazlar gibi korkunç olaylar dışında da- konu ve sorun edilmesi; polisin ilişilmez, muhatap olmaktan kaçınılan konumunun zorlanmasıdır. Bununla kastedilen, sadece, anlamlı, ama fiilen naif bir temenni olarak kalan ‘vatandaş tavrı’ (“benim vergimle maaş alıyorsun...”) değil. İlham verici bir örnek: 13 Ocak’ta memurların coplanmasına karşı gelişen tepki, kimi Emniyet ‘görevlilerini’ -elbette üst düzeydekileri değil!- özel televizyonlara, radyolara telefon ederek meslekdaşları adına özür dilemeye sevkedebildi.
Kamu çalışanları sendikalarının, polisin de kamu çalışanı olduğunu hatırlatan mesajları, en kaba haliyle bile telâffuz edildiğinde, tamamen yankısız kalmıyor. Kamu sendikaları, ‘kamu’ kavramının öznesini devletten kendi inisyatiflerine kaydırmak yönünde bütünlüklü bir söylem geliştirebildikleri ölçüde, heryerden olduğu gibi polisten de yankı alma olanakları artacaktır. Kamu sendikaları örneği, polise, “kutsal devlet”le özdeşleşmesinden türeyen kimliğine alternatif bir kimlik önermenin, polisin toplumsal-insanî yaşam dünyasıyla toplumsal-insanî bir kimlik arasında bağ kurmanın açabileceği ufku gösteriyor. Özlenen, asayişe indirgenmiş devlet adına daraldıkça ‘mânen’ daha da şişirilen bir kamusallığın ‘sahici’ kamusal meşruiyetten yoksunluğunu polise gösterecek; alternatif bir demokratik kamusallıktır...
[1] Bkz. Soner Yalçın, Binbaşı Ersever’in İtirafları, Kaynak Yayınları, İstanbul 1994.
[2] Gerçi CMUK karşıtı muhalefeti sürükleyen polis kadroları ülkücü harekete yakındılar; fakat bu muhalefetin ‘mihrakı’ bizzat kendisiydi ve ülkücü hareketin politik önderliğince yönlendiriliyor değildi. Polis-ülkücüler bağlantısına aşağıda da değinilecek.
[3] Bkz. Tanıl Bora, Terör, devlet ve Türk sağı, Birikim, Mayıs 1992, s.48-57.
[4] Bkz. Levent Kavas-Faruk Alpkaya, “Terör” ya da “Mülkün temeli” üzerine (1-2), Birikim, Kasım ve Aralık 1993.
[5] Demagoji diyoruz; zira neo-liberal söylemin devletçilik karşıtı söylemine karşın, “liberal ekonomi” devletin regülasyonundan (düzenlemelerinden) vazgeç(e)mez. Devletçilik karşıtlığı, esasında sadece devletin dolaysız iktisadi faaliyetlerine kasteder - devletin regülasyonuna ise muhtaçtır.
[6] Emniyet Genel Müdürlüğü’nün genel bütçe içinde payı 1980’den günümüze şöyle değişti: 1980’de % 2.55, 1981’de % 2.87, 1982’de % 3.25, 1983’de % 3.57, 1984’de % 3.49, 1985’de % 2.94, 1986’da % 2.80, 1987’de % 2.87, 1988’de % 2.43, 1989’da % 2.43, 1991’de % 3.69, 1992’de % 3.40, 1993’de % 2.90, 1994’de % 2.80. (Bu verileri toparlayan Alper Aslandaş’a teşekkür borçluyum.)
[7] Başka çeşit bir “piar” faaliyeti örneği, 1992/93 yılbaşında İstanbul-Yeşilköy Polis Karakolu’nun mahalleliyi karakolda yılbaşı partisine davet etmesiydi: “Sayın Vatandaş! Bizi eleştirin, çünkü eksikliklerimizi bilip daha iyi hizmet vermek istiyoruz. Ancak, ardımızdan değil, yüz yüze. Gereksiz, ortamı olmayan, bize ulaşmayan ve bazen de haksızca yapılan tartışmaların sonuç getirmeyeceğine ve öncelikle devleti küçük düşüreceğine inanıyoruz. Kapımız polisiye bir olay olmadan da tüm vatandaşlarımıza açıktır. Gelin tanışalım. Birlikte oluşumuz Devlet’e güç, toplum düşmanlarına korku verecektir.” “Piar” anında bile kendini tehditkâr olmaktan alıkoyamayan bir üslup vardı burada: “Mertçe söyle” diklenmesi (“ardımızdan değil, yüzyüze”); doğruyu-yanlışı ancak kendisinin bilebileceğini ima eden velâyetçi bir tavır (“gereksiz, ortamı olmayan, bize ulaşmayan ve bazen de haksızca yapılan tartışmalar...”); “vatandaşın devleti”nden çok “devletin vatandaşı” telâkkisine yakın (“devletin küçük düşeceği” kaygısının önceliği; büyük harfle “Devlet”, küçük harfle “toplum”)... Ama Ertuğrul Özkök bu “piar”ı çok beğendi; “CMUK’un açtığı kapı” ve “vatandaşlık anlayışının gelişmesi” olarak olumladı, “Ziverbey köşklerinden, DAL Grubu odalarından, yeni yıl partilerine geldik” diye şükretti.(Hürriyet, 2 Ocak 1993)
[8] Ahmet Kabaklı, Türkiye, 11 Nisan 1992.
[9] Hürriyet’in 1993 sonlarındaki “Polise Bir Can Yelek - Bir Can Demek” kampanyasının anonsu: “Vatanı için şehit düşen, canımız, malımız ve namusumuzu koruyan polisimiz için gelin el ele verelim.”
[10] Dönemin Emniyet Genel Müdürü Yılmaz Ergun, Cumhuriyet, 20 Kasım 1992.
[11] Ordu-polis rekabetinin ‘prestij’ boyutuna dair ilginç bir malzeme; TÜSİAD’ın 1991 yılındaki araştırmasına göre, “güvenilirlik” açısından vatandaşların gözünde ordu polisten ‘uzak ara’yla öndeydi. Orduya çok güvenenler % 60.7, polise % 31.8; orduya oldukça güvenenler % 30.7, polise % 31.6; orduya pek güvenmeyenler % 6.6, polise % 22.8; orduya hiç güvenmeyenler % 2, polise % 13.7, düzeyindeydi. Bu araştırmada ordu 12 kurum ve kuruluş içinde 1., polis ise -parlamentonun biraz önünde 4. sırada çıkmıştı. (TÜSİAD, Türk Toplumunun Değerleri, İstanbul 1991, s.22)
[12] Bu Ülkenin Çocukları, Ekim 1993, s.1