DGM’nin Sivas katliamına ilişkin kararının mantığı ve sanıkların mahkemedeki tavrı konusunda iki çift sözümüz var.
DGM’nin, hukuku değil “devletin güvenliği”ni esas alan, dolayısıyla mahkeme biçimi altında siyasal bir organ gibi çalışan, daha doğrusu verdiği kararlarla mevcut devletin “çekirdeği”ni oluşturan güvenlik aygıtlarının politikasını yansıtan, hattâ bazen bizzat sözcülüğünü üstlenen bir kuruluş olduğu ortadadır. Bu nedenle de onun kararlarının hukuka, hattâ yasalara ne ölçüde uyduğunu, “adil” olup olmadığını tartışmak bir hayli gereksiz.
Bunları “devlet”in toplumdaki halihazır durum ve gelişmelere nasıl bir gözle baktığını, hangi kabuller doğrultusunda tavır gösterdiğini bildiren veriler olarak değerlendirmek çok daha gerçekçi bir yaklaşımdır.
DGM, Sivas Davası sanıklarının “ağır tahrik” altında suç işlediklerini kabul edip cezalarını büyük ölçüde hafifletmiş, Aziz Nesin’i de “ağır tahrik” nedeni sayıp hakkında suç duyurusunda bulunmuştur. “Ağır tahrik” ise Aziz Nesin’in Sivas’taki olaylar zinciri içinde yaptığı bir konuşma ya da eylem değil, bizatihi kendisidir. Aziz Nesin’in Sivas’ta bulunduğu süre içinde onun gittiği her yerin kapısına dayanan ve en sonunda Madımak Oteli’ni kuşatan zebaniler güruhu, Nesin, Salman Rüşdi’nin kitabını yayımlatma girişiminde bulunduğu andan itibaren kendilerini “tahrik edilmiş” saymaktaydılar. Nesin, Sivas’a turist olarak gelmiş olsaydı bile durum farklı olmayacaktı. Madımak Oteli’nin önünde Aziz Nesin’in Sivas’ta bulunuşu esnasında yaptığı şu veya bu işten dolayı “tahrik olmuş” olarak değil, Salman Rüşdi’nin kitabını yayımlatan Aziz Nesin orada olduğu için yığılmışlar, çok önceden verilmiş bir “görüldüğü yerde katledilmesi” hükmünün icrası için linç teşebbüsünde bulunmuşlar ve kararlılıklarını Aziz Nesin’i onca insanla birlikte yakmakta hiçbir beis görmediklerini kanıtlayarak göstermişlerdir.
DGM’nin Aziz Nesin’in Sivas’ta yaptıklarına atıfta bulunmayan “ağır tahrik” tesbiti de bu güruhunkine paraleldir. Aralarında bir nicelik farkı vardır sadece. Sivas’taki katiller, Nesin’in şahsen varolmakla oluşturduğu ağır tahrikin linç edilmeyi, çevresindekilerle birlikte yakılıp kül edilmesini “hak” görürlerken, DGM “öldürmeye sebebiyet”in cezasını layık görmektedir.
Ortadaki “ufak” soru ise şudur: Aziz Nesin, Şeytan Ayetleri kitabını yayımlama girişiminden dolayı Türkiye’nin mevcut yasaları çerçevesinde, olağan bir mahkemede yargılanmış bile değildir. Hakkında kovuşturma dahi açılmamıştır; açılsa dahi mahkum edilemez, edilse dahi cezasının üst sınırı bellidir. Bu nokta Sivas’taki caniler, onların adına hareket ettikleri dinî fanatizm açısından dikkate dahi alınmayabilir. Şeytan Ayetleri ve Aziz Nesin konusuna uygulanabilecek yasaların kendilerini bağlamadığını düşünebilir öyle de davranabilirler. Cibilliyetleri budur ve böyle düşünüp davrandıkları için şaşkınlığa düşmemiz de gerekmez. Nasılsalar öyle davranmışlardır ve benzer durumlarda da öyle davranabileceklerdir.
Ama “kâğıt üzerinde” o yasaların üzerinde duruyor gözüken devlet, o yasaların müeyyidelerini yerine getiren “güvenlik aygıtı”nın “mahkeme”si ve muhakemesi de benzer bir sonuca varan bir hüküm verebiliyorsa ne diyeceğiz?
Türkiye’de, başından beri “devlet” ve toplum mevcut yasaların uygulanışında “bize mahsus” bir “keyfiliğin” yürürlükte olduğunu “bilir”. Yasalar konusundaki geleneğimiz bu “bilgi” ekseninde şekillenmiştir. Bunun kaynağında TC devletinin toplumu bu yasalar aracılığıyla istediği kalıba dökme fikri yatar. Ancak “devlet”, uygulamada o şekillendirici yasanın bir başka amacı açısından engel olucu bir yanını sezdiğinde onu geçici ya da sürekli olarak uygulama dışı tutar, böylece yasa resmen iptal edilmeden, onun kapsadığı alanda fiilî durum “yasasız” kabul edilmiş olur. Yasanın yürürlükte olmadığı bu fiilî durumların bazısında devlet topluma yasanın izin vermediği bir alan açmış, bir hakkın kullanılmasına göz yummuş olabileceği gibi, çoğunlukla da yasanın verdiği bir hakkı fiilen yasaklamış olur. Bunların sayısız örneği vardır ve yaşanmıştır.
O nedenle de toplum ve bireyler olarak biliriz ki, devletin göz yumduğu bu fiilî durum ve uygulamalara karşı devlete “yasa”yı göstererek herhangi bir itirazda bulunmak, en azından sonuçsuz kalmaya mahkumdur ve ileri gidilirse itiraz eden bir başka “yasa”nın kılıfına uydurularak “pişman edilebilir.”
Ancak, bu böyle olmakla birlikte devlet, şu yakın zamana kadar topluma, o düzeyde belirleyici hale gelen yönelimlere “yasa” çerçevesinin dışına çıkmaya cevaz veren bir alan açtığında, bu fiilî duruma göz yumduğunda hem bu tutumunu resmileştirmekten kaçınırdı; hem bu alanın objektif suç sınırını aşmamasını gözetirdi; hem de daha önemlisi bu fiilî duruma izin gerekçesini kendi resmî ideolojisi içinden bulur, buna dayanır ve asla aslî tehlike saydığı akımlara has bir kabulü benimsemiş bir mantık kullanmazdı.
DGM’nin Sivas katliamıyla ilgili hükmü, bütün bunların artık geçersiz olduğunun tescili anlamına geliyor. Şeytan Ayetleri’nin yayımlanması bu ülkedeki düşünce ve ifade özgürlüğünü düzenleyen yasanın onca kısıtlılığına rağmen “suç” sayılamaz iken, hem de “ağır tahrik” nedeni bir suç olarak ilân edilmiş; üstelik bu, ortada objektif suçların en ağırının en korkunç biçimde işlendiği bir durum varken ve bu durumun “hafifletmek” için yapılmış; bu yapılırken de TC devletinin temel tehlikelerden biri saydığı dinî fanatizmin o konudaki fetvası olabileceği kadar açıkça kabullenilmiştir.
Şimdiye kadar “devlet”, temel tehlike saydığı üç ana akımdan –komünizm, Kürtçülük (bölücülük) dinî hareket– biri kabardığında, onun karşısına ya resmî –Atatürkçü/Kemalist– ideolojisiyle veya o dönem için tali tehlike saydığı bir akıma/harekete –denetimli bir– destek vererek karşı çıkardı. Şimdi ise yükselen -moda deyimle- “Siyasal İslâm”a karşı, başka İslâmi hareketlere destek vermenin de ötesinde, onlarla içiçe olmayı da kabullenmiş bir politikayla cevap vermeye çalışmaktadır. Sivas’taki katillerin “ağır tahrik” altında oldukları iddiasına hak veren hüküm de, ezanı huşu ile dinleme rolüne soyunmuş bayan Çiller de, Başbakanlık makamına destek için davet edilen Fethullah efendi de bu politikanın parçalarıdır.
Devlet artık bu konumdadır ve bu konumunu artık terketmeyecek; daha doğrusu gidebildiği yere kadar böyle gidecektir.
DGM’de “yargılanan” sanıkların tavrı bu durumun uzantısındadır ve bu noktadan değerlendirilmelidir. Devlet güvenlik güçlerinin gözü önünde o iğrenç fütursuzluklarıyla insanları yakarlarken ne denli kendilerini haklı görüyor, küstahça davranıyor idiyseler, “Devlet Güvenliği”nin mahkemesinde de aynı tavrı sürdürdüler. Yakılan insanların acılı yakınları tanıklık yaparken yüzlerinde en ufak bir utanç, bir acıya saygı dahi görülmedi. Kendilerini yargılayan “devlet”in “Menemen olayı”ndaki devlet olmadığını bilgiyle değilse bile içgüdüleriyle farketmişlerdi. “Devlet” artık engel değildi. O engelin bir kabuktan başka bir şey olmadığını sezmenin verdiği “rahatlık” ile, sadece “dinî” tavırlarını değil, üzerine bu tavırdan parçaların yamandığı o “kitle adamı” kişiliğinin tüm yozlaşmışlığını da sergileyebilirlerdi.
O yüzden kendilerini yargılar gözüken Devlet Güvenliğinin mahkemesine “neden bizi buraya getirdiniz, neden burada tutuyorsunuz” dercesine davranma hakkını görebildiler kendilerinde. Mahkûm edildiklerinde kürsüye saldırma gücünü de buradan alıyorlardı.
Bu insanlar, “devlet”in on yıllar boyunca güya “adam” etmek için şamar üstüne şamar indirdiği, ardından bir üretim-çalışma ahlâkı bile geliştirmekten aciz bir kapitalizmin sarsıntılı sürecinde öğütülmesine nezaret ettiği bir toplumun 1980’li yılların tezgahından geçtikten sonraki halinin bir kesiti, bir küçük bölümüdür. 1980 sonrasının devleti dört bir yanını sarmış yozlaşmışlığı, çürümüşlüğü ile işte bu hale gelmiş bir toplumun üzerinde güvenlik güçlerinin dişlileriyle tutunmuş olarak durmakta, daha doğrusu altındaki bir dalganın yaktığı Sivas katliamının kurbanlarını bir kez daha yakma anlamına gelen hükmüyle Devlet Güvenliğinin mahkemesi, devlet teknesinin dümenini o kabaran dalgaya “uyumlu” bir rotaya çevirdiğini tescil etmiştir.
Ayrıca üzerinde kurtlar kaynaşan bir başka dalgayla da “uyum” halindedir. Üstelik bu ikinci dalgaya karşı çok daha “anlayışlı” olduğunu da biliyoruz. Bu dalga kabarıp Sivas’takinden daha vahim bir yangın çıkardığında Devlet Güvenliğinin “ağır tahrik” nedeni keşfinde çok daha gayretli olacağı da açıktır.
Bugün Sivas yangının aktörleri olan toplum posasını lanetlemeyen, dahası onların “ağır tahrik” gerekçelerini onaylayıp sahiplenenler, bu tutumları ile o posanın bulanık akışına teslim olma doğrultusuna girdikleri gibi, yarın onun çok daha iğrenç bir kabarışı ile yutulmaya da hazır olmalıdırlar.
ÖMER LAÇİNER