Bireyi ve her bireyin farklı potansiyellere sahip oldukları gerçeğini, hiçbir siyasî düşünce göz göre göre reddedemez. Bununla birlikte, liberalizmin ve Kropotkinci anarşizmin dışındaki hemen tüm siyasî düşüncelerde, birey, ya devletin, ya toplumun çıkarı bağlamında düşünülmüş, kişinin doğuştan getirdiği potansiyellerin, devletten ve toplumdan bağımsız bir biçimde, yalnızca kendi adına hayata geçmesi birincil olarak önemsenmemiştir.
Liberalizm ve Kropotkinci anarşizm, siyasî projelerinde, bireyi devletin ve toplumun önüne almakla diğer siyasî düşüncelerden ayrılmaktadırlar. Görünüşte birbirleriyle ilgisizmiş gibi duran liberalizmin ve anarşizmin felsefî antropolojileri aynı kökene dayanmaktadır; her ikisi de, insan doğasının evrenselliğini, toplumların ve kültürlerin, bu evrensel doğaya sahip bireyin türeyimleri olduğunu ileri sürmektedirler. İnsan doğasına liberaller, daha ziyade girişimcilik ve farklı potansiyellerin yaratacağı eşitsizlik özelliklerini, anarşistler ise daha ziyade ortaklaşmacılık ve hiyerarşiye karşı eşitlikten yana olma özelliklerini koymaktadırlar. Anarşistler, insanın ortaklaşmacı doğasının önünde engel olan devleti ortadan kaldırmayı her türlü musibetin halli için yeterli görürlerken, liberaller, bireye karşı devleti olabilen ölçülerde sınırlandırmayı ve bu sınırları anayasal bir güvence altına almayı ilk yapılması gereken iş olarak nitelemektedirler. Anarşizm, hiçbir zaman siyasî düşünce ve pratikte egemen olamadı. Bireyin özgürlüğünü her şeyin üzerinde tutan liberaller ise, son zamanlara kadar, bireysel farklılıkların despotizme dönüşme ihtimalini yeterince sorun edinmemişlerdir. Ancak Rawls gibi sonradan akılları başlarına gelen birtakım yeni liberaller, liberal bireyciliğin kamu hayatında yaptığı tahribatı farketmişler, Kant’ın yıllar önceki aforizmalarına yaslanarak insan doğasında ahlâkın da bulunduğunu keşfetmişler, klasik faydacılığı değiştirmeye çalışmışlardır. Onlara göre liberal düşünürlerin veya piyasanın ya da hukuki sistemin insanların doğasından bulup çıkaracağı liberal ahlâk, hırsı makûliyet ölçülerine indirecek, bireysel farklılıkların despotizme dönüşmesini engelleyecektir.
Oysa bugün, liberal düşünürlerin ütopyalarının aksine, reel liberal toplumlar, yapısı gereği zaten moralli bir varlık olduğu söylenen “birey”e güvenerek pek de hukuk karşısında eşitliğe ve adalete dayalı bir dünya cennetinin kurulmasına imkân bulunmadığını gösteren bir manzara sergilemektedirler.
Reel liberal toplumlarda her geçen gün biraz daha bariz bir biçimde, bireyin potansiyellerinin gerçekleşmesine ve bireyler arasındaki farklılıklara verilen önem nedeniyle, farkına varılmadan hiç istenmeyen, despotik ideolojilere yataklık edebilme ihtimali ortaya çıkmaktadır. Reel liberal toplumlardan sirayet eden despotik ideolojilerden biri de, genetik biliminde yuvalanmıştır. Daha doğrusu, çok eski zamanlardan beri varolan ve nesillerin ıslahı yoluyla ideal bir toplum kurma hevesi taşıyan öjenik sapkınlık, reel liberal bir vasatta, genetik bilimindeki destekçileri sayesinde bilimciler, siyasiler ve toplum katında yaygınlık kazanan bir ideolojiye dönüşmek üzeredir.
Liberalizm, ilk bakışta her türden seçkinci yönetim tarzına, Eflatun’un ‘filozoflar cumhuriyeti’ne, Jakobenler’in ‘faziletliler cumhuriyeti’ne, Lenin’in ‘öncüler diktatörlüğü’ne ve Humeyni’nin ‘ayetullahlar cumhuriyeti’ne karşıdır. Biz ise, liberalizmin soyut birey vurgusundan kurtulamadığı sürece, insan haklarını ne kadar vurgularsa vurgulasın, her zaman öjenizme yataklık yapacağı ve soyut bireyciliğin öjenizme düşeceği iddiasındayız. Bu iddiamızı zeka genetiği ile ilgili tartışmalar bağlamında geliştirebiliriz.
GENETİĞİN GİZLİ İDEOLOJİSİ
Genetik, günümüzün en gözde bilim dallarından biridir. Gelişmiş ülkelerin hükümetleri bu alanda dev yatırımlar yapmakta, gerek genetik bilimciler, gerek gündelik hayatları bilimci bir ideoloji ile büyülenmiş olan dünya kamuoyu, bir genetik devrimin hülyasını kurmaktadır. İnsanlar ve insanlık hakkında bilmek istediğimiz hemen her şeyin kromozomlara yerleşmiş DNA diziliminde olduğuna dair kesin inanç, ABD’de ‘İnsan Genomu Projesi’nin hayata geçmesini sağlamış; dünya çapında, kısa adı HUGO olan İnsan Genomu Örgütü’nün kurulmasına sebeb olmuştur.
İnsanın en bilmecemsi yanı, onun davranışlarıdır. İnsanla ilgili her türlü bilmeceyi mutlaka çözme(!) azim ve kararlılığında olan genetik bilimciler, uzunca bir süreden beri, insanın karmaşık davranışının genetik bakımdan açıklanabilmesi için bugüne kadar birçok araştırma yapmışlardır. Bazı fiziksel hastalıkların genetik etyolojiye bağlı olarak ortaya çıktıkları kanıtlandıktan itibaren, önce ruhsal hastalıkların daha sonra işsizlikten çapkınlığa, homoseksüellikten toplumsal şiddete kadar tüm ahlâki, politik, ekonomik sorunların nedenleri DNA dizilimlerinde aranmaya başlamış, bir nükleotid’in değişimiyle bu sorunların düzelebileceği şeklinde hayaller kurulmuştur. Bu hayal ticaretinin kışkırtılmasında medyanın rolü hiç de azımsanmayacak bir ölçüdedir.
İnsan davranışının genetik temellerini ortaya koymaya çalışan genetik araştırmalara, yine bilim çevrelerinden, hem metodoloji, hem de ulaşılan sonuçlar yönünden birçok eleştiri yöneltilmektedir. İnsanla ilgili genetik araştırmalara hükümetler ve kamuoyu nezdinde bağlanılan umutların benzerlerine bilim çevrelerinin kendisinde pek rastlanılmamaktadır. İşte gerçekten sevindirici ve umut verici olan, bilim çevrelerindeki bu sağduyudur.
ZEKÂ VE ZEKÂNIN GENETİĞİ
İnsan davranış genetiğinin en tartışmalı alanlarından birisi de, zekâ ile ilgilidir. Fakat ortada birçok belirsizlik olması nedeniyle zekanın genetiğinden daha önce zekânın ne olduğu ve nasıl ölçüldüğü üzerinde durmamız gerekmektedir.
Zekâ, kesin bir anlaşma olmamasına rağmen “problemleri çözmek, yeni şeyler öğrenmek, iyi düşünebilme yeteneği geliştirmek için genel zihinsel kapasite” veya “yeni durumlara karşı uyum yeteneği” olarak tanımlanmaktadır. Zekânın tanımlanmasında bunca güçlükler olsa da, herkes zekâ diye bir zihniyet bir işlev olduğuna inanmaktadır; psikoloji bilimiyle uğraşanlar ise fazladan olarak bu işlevin ölçülebileceği kanaatindedirler.
19. yüzyılın sonlarında İngiltere’de Sir Francis Galton, evrim teorisinin de etkisiyle, insandaki kalıtımla geçen özellikleri, farklı zihinsel yetenekleri ve kişisel karakteristikleri ölçerek bulmaya girişti. Galton, öyle bir varsayımla hareket ediyordu ki, bireysel farklılıkları gösterebildiğinde, dolaylı olarak genetik etkeni de göstermiş olacağını sanıyordu. Gerçi Galton’un bugünkü anlamıyla zekayı ölçtüğü söylenemezdi ama, insanların zekâlarına göre farklı sınıflara ayrılabilecekleri ve zekâ ölçümlerindeki bireysel farklılıkların ancak genetik yapıyla açıklanabileceği anlayışı, Galton’dan bu yana, bazı bilimcilerin kafalarında hemen hiç değişmeden kaldı.
Üstün insanları diğerlerinden ayırdetme çabası durmaksızın sürdü. Galton’un çağdaş ve modern psikolojisinin kurucusu Wund’un insan işlevlerinin laboratuarda ölçülebileceğini ileri süren öncü çabalarıyla, aynı zamanda liberal siyaset felsefesinin kurucusu olarak kabul edilen Locke’un duyumculuğunun bütün bilginin duyumlardan geldiği şeklindeki önermesi birleşince zekâyı ölçmeye çalışan psikologlar, daha çok bireyler arasındaki duyusal-motor farklılıklara yöneldiler. Zekâ farklılıklarını görme keskinliğinden, acıya karşı duyarlılığa, hattâ avuç içindeki çizgilere kadar birçok etkenle açıklamaya çalıştılar. Ve nihayet 1900’lü yıllarda Fransız hükümeti, psikolog Alfred Binet’e zihinsel özürlü çocukları diğerlerinden ayırma görevi verdi. Binet, bu somut görev karşısında artık zekayı birçok bileşenden oluşan bir işlevler toplamı olarak almak yerine, tek başına, ama karmaşık bir zihin işlevi olarak ele almak zorunda kaldı. Bugün birçok konuda uygulama alanına sahip olan zekâ testlerinin ilk örnekleri bu mantıkla hazırlandı. Her iki Dünya Savaşı sırasında orduya acilen zeki insanlar kazandırma şeklinde yeni bir somut sorun çıkınca, zekâ testlerinin uygulanması ve geliştirilmesi süreci belirgin bir ivme kazandı. Binet ölçeği birçok revizyondan geçerek günümüze kadar uzandı. Zekâyı daha ziyade bir soyutlama yeteneği olarak düşünen ve bugün Stanford-Binet olarak bilinen bu testin en belirgin özelliği, zekâyı yaşla değişen bir işlev olarak düşünmesi, zekâ yaşını ve takvim yaşını birbirinden ayırmasıydı. Bu testten sonra da birçok zekâ testi geliştirildi. Bunlardan en yaygın olarak uygulananı, Wechsler tarafından geliştirilen erişkinler ve çocuklar için farklı versiyonları bulunan zekâ testleridir. Bu testlerin Stanford-Binet testinden en önemli farkları, zekânın sözel ve performans olmak üzere ikiye ayrılmasıdır.
Zekâ testleri, geniş bir uygulama alanı bulmuş, eğitimden sağlığa, askerlikten iş ve işçi seçimine kadar birçok alanda büyük faydalar sağlamış olsalar da, henüz zekânın niteliği ve kökenleri sorunu aydınlatılabilmiş değildir. Ancak bütün bu süreç içerisinde kazanılan bilgi ve deneyimler, insan beyninin işlevleri hakkındaki bilgimizin gelişimiyle biraraya getirildiklerinde zekâ hakkında daha ayrıntılı yaklaşımların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Artık zekânın Binet’in sandığı gibi global bir işlev birimi olduğu düşünülmemekte, tam tersine birçok işlevin (hafıza, sözel akıl yürütme, matematik akıl yürütme, benzerlik ve farklılıkları algılama hızı, kelime bilgisi vb.) karşılıklı iç ilişkilerinin değişik görünümlerinin zekâyı oluşturduğu sanılmaktadır. Dolayısıyla ortaya yeni zekâ tanımları ve bu tanımlar uyarınca geliştirilmiş yeni zekâ ve bilişsel testler çıkmaktadır. Örneğin bunlardan Thorndike’ın yapmış olduğu zekâ tanımı oldukça ilginçtir. Thorndike, zekânın mekanik, toplumsal ve soyut olmak üzere üç türü bulunduğunu savunmaktadır. Mekanik zekâ, insanın el ve alet kullanma becerisini; toplumsal zekâ, diğer insanları anlama ve kişilerarası ilişkiler kurma, soyut zeka ise, semboller ve kavramlarla düşünebilme yeteneğini temsil etmektedir.
Zekâ testlerinin kesin bir biçimde zeki olanlarla olmayanları birbirlerinden ayırdığı şeklindeki eski katı anlayış da bu arada yumuşamıştır. Değerlendirmelerde kültürel farklılıklar, deneklerin testin gerekli gördüğü koşullarda yetişip yetişmedikleri gibi ara belirleyenler hesap edilmeye başlanmıştır. Daha önemlisi, zekâ testlerinde ölçülenin insanın doğuştan getirdiği kapasite değil, bu kapasitenin davranışa dönüşmüş bölümü olduğu kabul edilmektedir. Bütün bunların sonucunda, artık zekâ testi kavramından vazgeçilmekte, onun yerine “genel yetenek ölçümleri” gibi daha iddiasız ifadeler kullanılma yoluna gidilmektedir. Sürecin böyle bir yönelime girmesinde, kazanılan bilgi ve deneyimler kadar, şüphesiz bilimcileri etkileyen Jean Piaget gibi düşünür-bilimcilerin görüşleri etkili olmuştur. Onun “genetik epistemoloji” adı verilen yaklaşımına göre, bütün insanlarda belli gelişim evrelerine karşılık gelen bir global yapı olarak aynı zekâ potansiyeli vardır. Ancak biyolojik uyum ile çevreye uyum arasındaki etkileşme; fiziksel, bilişsel ve duygusal kapasiteleriyle ilgili olarak organizmaların performanslarına göre zekâ da farklılıklar göstermektedir. Piaget’e göre ayrıca zekâ psikolojik testlerle ölçülemez; ancak niteliksel bir yapı şeklinde analiz edilebilir.
Sir Galton’dan bu yana zekâ hakkında yapılan en ilgi çekici araştırma konularından biri de, zekânın kalıtımla, çevreyle, ırkla ve doğum düzeniyle bağlantılarının araştırılmasıdır. Araştırmaların doğru bir sonuç vermesi için gerekli olan ara belirleyenleri hesaba katma işlemleri, bu araştırmaların hiçbirisinde tam olarak yapıl(a)madığından bilimsel olarak genellikle ciddiye alınmamaktadırlar. Kaldı ki, zekânın tanımının böylesine belirsiz olduğu koşullarda, zekâ adına neyin ölçüldüğü bile belli değildir.
Yine de zekânın genetiği konusunda yapılan ciddi araştırmalardan elde edilen en genel sonuçları şöyle özetlemek mümkündür:
Zekâ, kişilik özelliklerine göre daha kalıtımsal bir nitelik sergilemektedir ve hattâ zekâ üzerinde kalıtımın rolü, çevrenin rolünden daha fazladır. Bir başka deyişle, bilim çevrelerinde “doğa mı, yoksa yetiştirilme tarzı mı, insan davranışında daha baskındır?” sorusuna cevap bulmaya çalışan ünlü ‘nature-nurture’ tartışmasında, zekâ ile ilgili olarak, şimdilik doğa yanlılarının yani genetikçilerin raundu önde bitirdikleri söylenebilir... Beyin ve/veya bazı beyin alt-bölümleri ne kadar büyük olursa, zekâ da genellikle o kadar artmaktadır ama önemli olan, büyümüş beyin dokusunun kalitesidir... Kadınlarda sözel zekâ, erkeklerde ise, performans zekâ genellikle daha iyi gelişmiştir.
Bu yukarıdaki bilimsel iddialar, bilim çevrelerinde, birçok eleştiri almalarına rağmen, halihazırda çoğunlukla kabul görmektedirler. Ama zekânın genetiği ile ilgili olarak öne sürülen iddialar bunlarla sınırlı değiller. Öyle olmuş olsaydı, böyle bir yazı yazmaya asla tevessül etmez, konuyu uzmanlarına havale ederek, bilimcilerin hoş rekabetini sıcak koltuklarımızda izlemekle yetinirdik.
Şu kalıtım laflarının ortaya atıldığı tarihten bu yana, bilim ve siyaset çevrelerinde öjenik olanlarla, yani insan neslinin soyaçekim yoluyla ıslahının mümkün olduğuna samimiyetle inananlarla, anti-öjenikler yani öjenizmi sahte bilim, öjenikleri bilimci kılığına girmiş kafatasçılar olarak görenler arasında müthiş bir tartışma süregelmektedir. Yok yok, süregelen yalnızca tartışma değildir; bu alandaki tartışmaların etkileri doğrudan doğruya hükümet politikalarına, istihdamın nasıl düzenleneceğinden, ükeye göçmen olarak kimlerin kabul edileceğine; kimlerin evlenmeye ve nesillerini yeniden üretmeye hakları olduğundan kimlerin fırınlarda yakılacağına kadar yansımaktadır. Yıllardan beri, insan davranış genetiği alanında (kimileri, bu yargıya genetik biliminin tamamını katmakta bir beis görmüyor) bilimin nerede başlayıp siyasetin nerede bittiğini ayırdedebilmenin imkânsız olduğu bir keşmekeş yaşanmaktadır.
Davranış genetikçilerinin zekâ genetiği ile ilgili yaptıkları çalışmaların çoğu zaman araştırmacıların niyetlerinden bağımsız, bazan da apaçık bir biçimde araştırmacının kişisel önyargılarını meşrûlaştırma girişimi olarak toplumsal ve hattâ politik etkiler yaptıklarını, şimdi de yapabileceklerini gösteren, birçok emare bulunmaktadır. Biz bu yazıda, zekâ konusunda, bilim adına ileri sürülebilen apaçık siyasî imalar taşıyan tezlerle, bu tezlerin arkasındaki anti-demokratik öjenik zihniyetin liberalizm ile bağlantısına dikkat çekebilmeyi istiyoruz.
EVRENSELCİ LİBERALİZMDEN
KAFATASÇILIK ÇIKAR MI?
20. yüzyılın başlarında Amerikan Psikoloji Birliği’nin kendisine yüklediği en önemli görevlerden birisi, Amerikan toplumunun zekâ seviyesini koruyabilmek için beyaz ırkın siyahlarla karışmasının önüne geçmeye çalışmaktı. Yıllar geçti, toplumlar demokrasi ve insan hakları konusunda güya adımlar attılar, bilim çevrelerinde bilim adı altında basbayağı siyaset yapmak zorlaştı ama bilimsel ırkçılık, genetik biliminin arkasına gizlenerek hep varlığını sürdürmesini bildi.
Toplumdaki eşitsizliklerin kaynağını genetik yapımızda görerek toplumdaki eşitsizlikleri meşrûlaştıran ve yakınlarda ölen Harvard psikoloji profesörlerinden Richard Herrnstein, 1973’te meritokrasi üzerine yazdığı bir kitapta, liberal-modern toplumun üstünlüğünü şu sözlerle anlatmaktadır: “Eski toplumların ayrıcalıklı sınıfları, muhtemelen ezilenlere göre, biyolojik bakımdan fazla üstün değillerdi, bunun için o zamanlarda, devrimin başarı şansı vardı. Devrim sonrası ortaya çıkan toplumda sınıflar arasındaki eski yapay engeller kalktıkça, bu kez biyolojik farklılıklar belirginleşmeye başladılar. İnsanlar, toplumda doğal yerlerini, yani biyolojik bakımdan hakettikleri yerleri almaya başladıkça, işte o zaman tanımsal olarak üst sınıflar, alt sınıflardan daha fazla kapasite sahibi olacaklardır.” Profesör Herrnstein, oldukça açık bir biçimde, gerçek eşitliğin ancak doğanın insanları kapasitelerine göre sınıflandırmasının tıpatıp toplumsal alana yansımasıyla mümkün olabileceğini savunmaktadır. Biyolojik olanın, yani doğal olanın toplumsal olana aynen yansıyabilmesinin yegâne yolu ise, insanlara gerçekten potansiyellerini özgürce geliştirme ve gösterme imkânı veren liberal toplumdur.
Elbette liberal siyaset felsefesindeki nihai ideal, doğal ve biyolojik olanın siyasal ve toplumsal yapıya tıpatıp yansıması olarak ifade edilmemektedir; tam tersine liberaller, bireyin bütün baskılardan kurtulduğu özgür bir topluma ulaşma hedefinden bahsetmektedirler. Liberal toplumlarda bireyler, sivil ve siyasî haklarını kullanma konusunda tam bir fırsat eşitliğine sahip olacaklar, onların bu hakları doğal kabul edilen hukuk anlayışıyla garanti edilecek fakat toplumsal ve ekonomik alanlarda bireyler rekabetin ve yarışmanın risklerini göze alacaklardır. Sivil ve siyasî haklar alanında eşitliğe, toplumsal ve ekonomik alanlarda rekabete dayanan liberal toplum, sonuçta herkesin özgürce, ama hakettiği ve layık olduğu bir biçimde yaşadığı bir toplum olacaktır.
Kendi adıma bu liberal ideallere hiç itirazım olmadığını, böyle bir toplumun inşaası için siyasî mücadele yürütülmesi gerektiğini düşündüğümü söyleyebilirim. Dahası, eğer meritokrasiyi, işi liyakatli ve lâyık olana yani ehil olana vermek olarak anlarsak, “toplumların lâyık oldukları üzre yönetileceklerini” ve “işi ehline vermek gerektiği” şeklindeki kutlu sözlerle de bağlantılandırabilmemiz mümkün olacaktır. Fakat yine de böyle bir liberal bakışın, kendisini meşrûlaştıracak ve dizginleyecek bir geleneğe yaslayamadığı takdirde, birçok tehlike taşıyacağını, hiç umulmadık bir anda liberal ideallerin despotik zincirlere dönüşmesinin kuvvetle muhtemel olduğunu söylüyorum. Eğer profesör Herrnstein’in söylediklerine dikkatlice bakacak olursak, sözünü ettiğim bu tehlikeyi olanca çıplaklığıyla görebiliriz. Eğer biyolojik eşitsizliklerin ve dolayısıyla toplumsal ve ekonomik eşitsizliklerin kaynağını, kesin ve mutlak bir biçimde kromozomların yapısına ve DNA dizilimine bağlarsak, her şey aniden maddeselleşecek, çirkinleşecek, hepimiz için varoluşsal bir meşrûiyet krizi başgösterecektir. Herrn- stein da öyle yapmakta, toplumdaki eşitsizlikleri, yalnızca ve doğrudan doğruya doğadaki genetik düzene bağlamakta, meritokrasiyi liyâkat sahiplerinin değil, genetik bakımdan daha üstün durumdaki zeki insanların yönetim biçimi olarak algılamakta; en feci olanı da, genetik bakımdan daha üstün durumdaki zeki insanların yönetim biçimi olarak algılamakta; en feci olanı da, genetik düzeni değiştirilemez bir düzen olarak gördüğünden, bu iğrenç despotizme karşı mücadeleyi anlamsız bulmaktadır.
Bu müthiş liberal despotik tezleriyle yıllardan beri birçok sözde liberalin ve bilimcinin hislerine tercüman olan Herrnstein ve yine Harvard’lı bir siyaset bilim profesörü olan Charles Murray, birlikte yazdıkları ABD’de geçenlerde yayımlanan Çan Eğrisi: Zeka ve Amerikan Hayatındaki Sınıf Yapısı adlı kitabta, 1970 ve 1990 yılları arasında sürdürülen Amerikan Ulusal Uzunlamasına Gençlik Araştırması’ndan aldıkları zekâ ve eğitim başarısı ile ilgili verilerden yola çıkarak, insanların toplumsal ve etnik özellikleriyle, testlerden aldıkları puanlar arasında yaptıkları istatistiksel değerlendirmeler sonucunda, bilim adına şu iddialarda bulunma hakkını kendilerinde görebilmişlerdir: “Suç işleyenlerde ve işsizlerde zekâ düzeyleri, toplumun genel ortalamasına göre daha düşüktür. Zekâ düzeyi düşük olan toplum kesimlerinde, doğurganlık oranı daha yüksektir. Zekâ, eğitimle ve diğer çevresel faktörlerle değil de, daha ziyade kalıtımla ilgili olduğundan, bu durumda toplum, giderek daha düşük zekâlılardan meydana gelecek dolayısıyla suç işlemenin ve işsizliğin önüne geçmek imkânsızlaşacaktır...”
Herrnstein ve Murray, bilimin izanını yitirdiğinde nerelere sürüklenebileceğini göstermek üzere seçilmiş bu güzide(!) bilimciler, arkalarına Harvard’ın ve bilim tapınağının desteğini aldıktan sonra, bilimsel(!) iddialarını en uç noktaya kadar götürmekte hiç tereddüt etmemektedirler: “Toplumsal gruplar arasında zekâ yönünden nasıl farklar varsa, ırklar arasında da farklar vardır: En zeki ırklar, Çinliler ve Japonlardır, onların hemen ardından Avrupalılar gelmekte, son sırada ise, oldukça düşük bir yüzdeyle Afrikalılar yer almaktadır... Eğer yoksullar yoksulsa bu her şeyden önce zenginlerden daha az zeki oldukları içindir. Onlara acıyabiliriz, ancak bu hiçbir şeyi değiştirmez. Sonuç olarak sosyal adalet programları savurganlıktan başka bir şey değildir. Üstelik yoksullar daha fazla çocuk yaptıkları için de kötü genlerin yayılmasına neden olurlar. Açıkça görülmektedir ki, eğer yoksul siyahlara yardıma son verilirse, her şey daha iyi olacaktır...”
Elbette ve elbette, bu saçmalıkları bilimcilerin tamamına yükleyemezsiniz; bu araştırmalar, sağduyulu bilimciler tarafından, gerek metodolojiyi ve gerek sonuçlar açısından topa tutulmakta, en ağır suçlamalar yöneltilmektedir. Örneğin genetikçe R.D. Lewontin ve arkadaşları, yıllardan beri biyolojinin bir toplumsal ideoloji biçimine dönüşmesine ve DNA doktrinine karşı mücadele etmektedirler. Yine örneğin 50 yılı aşan bir araştırmanın sonucunda ortaya çıkan ve Çan Eğrisi ile hemen hemen aynı zamanda yayımlanan İnsan Genlerinin Tarihî ve Coğrafyası adlı dev eserin yazarları olan genetikçi Luca Cavalli - Sforza, Paolo Menozzi ve Alberti Piazza, ırk kavramının genetik açıdan anlamsızlığını göstermişlerdir. Ama özellikle hükümetler ve siyaset sınıfı nezdinde, sağduyulu bilimcilere kulak verilmediği, imajın hakikata baskın geldiği bilgimizin postmodern konumunda, şarlatanların hakikat arayıcılarından daha parlak görüntüler sundukları da bir gerçektir. Herrnstein örneğinde olduğu gibi, liberal ideallerin, bir biçimde dizginlenemediklerinde nasıl kafatasçı bir despotizme dönüşebilecekleri ise, daha iyi bir dünya isteyen herkesin, özellikle liberallerin çok ama çok düşünmelerini gerektiren, bir başka gerçektir.
O halde hep birlikte düşünelim, şu soyut birey kavramı üzerinde biraz daha duralım.
LİBERAL DÜŞÜNCENİN DAYANDIĞI
FELSEFİ ANTROPOLOJİ
Bütün siyaset felsefeleri, sağlam bir insan doğası teorisine dayanırlar. Her toplum tasarımı, insanın nasıl görüldüğüne bağlıdır. Klasik liberal düşüncede, örneğin John Locke’da liberal siyasî ideallerin üzerinde yükseldiği birey anlayışı, henüz mutlak soyut birey olmayıp Tanrı’nın yarattığı bir insan, doğal hukuk da soyut doğal hukuk olmayıp ilahi hukukla hemen hemen aynı anlama gelen bir hukuktur. Dolayısıyla klasik liberal düşüncenin başlangıçta, lâyıkı veçhile bir felsefî antropolojiye sahip olmadığını, siyaset pratiğinde görülen liberal-muhafazakâr tipten oluşumların ve söylemlerin bu tarihî eksikliğin bir neticesi olarak ortaya çıktıklarını söyleyebiliriz. Adeta istim arkadan gelmiş, bir yandan klasik düşünceyi varabileceği en uç noktalara kadar sürdüren yeni liberal anlayışlar filizlenirken bir yandan da liberal düşünce, felsefe dünyasında hakettiği insan doğası teorisine kavuşmaya başlamıştır. Bize göre liberal siyaset felsefesinin köşe taşı kavramı olan birey kavramı, gerçek felsefi karşılıklarına, liberal siyaset felsefesinin kurucu düşünürlerinde değil de, liberalizmin bir toplumsal tasarı olarak pratiğe aktarıldığı, yükselişe geçtiği ve egemenliğe yöneldiği yıllar ile aynı zamanın çocuğu olan modern felsefede, örneğin Dilthey’in yaşam felsefesinde, Sartre’ın varoluş felsefesinde ve Husserl’in fenomenolojisinde kavuşmaya başlamıştır.
Bir başka deyişle liberal siyaset felsefesinin insan doğası teorisi, liberal siyaset felsefesinin kurucusu olarak anılan Locke ve bireyin ve özgürlüğün öneminden ilk söz eden Kant tarafından değil de, adı geçen bu felsefeler tarafından karşılanmaktadır. Çünkü liberallerin tanımlamış oldukları bireyin niteliklerine baktığımızda en belli başlı olanlarının, bu bireyin kendi iradesiyle özgürce seçim yapabildiği, toplumdan, kültürden ve gelenekten bağımsız biricik olma vasfına sahip olduğu, öznel yaşantısının kendine has ve idiografiksel bir nitelik taşıdığı, ama aynı zamanda bu yaşantıların aynı biçimde bilince aktarılabildiği gibi nitelikler olduklarını görürüz. Bu tanımda içerilen mitos bireyin nitelikleri, Dilthey’in yaşamanın bütünlüğünü anlamaya çalışan tinsel bilimlerin öznesi olarak gördüğü bireyin nitelikleriyle aynıdır. Böyle bir bireyin yaşantısı, tarihi ve toplumu anlayabilmek için temel olduğu gibi böyle bir bireyi anlayabilmek, ancak onun yaşantısına empatik bir yaklaşımla mümkündür. Zaten liberal düşüncede de empati, önemli bir yer işgal eden bir kavramdır. Husserl’in gerçekliğin onu algılayan bireyin bilincinde tam ve aşkın karşılıkları bulunduğu şeklindeki fenomenolojik anlayışı ve Sartre’ın bireysel bilincin yapısı itibariyle özgür olduğu tezi de, liberallerin mitos bireyinin nitelikleriyle tam bir uyuşum içersindedir.
Yeni liberal siyaset felsefesinde henüz bulunmayan, insan doğası teorisi ihtiyacını karşılayacak bir başka kaynak ise, tam da bu yazıda üzerinde durduğumuz yerden, genetik biliminin ve son zamanlarda Darwinci evrim teorisinin yerine geçen sosyobiyolojinin sağladığı ideolojik verilerden gelmektedir. Bireyin kendi hayatının imkânları arasında özgürce seçim yapabilme hakkından ve çoğulculuktan asla taviz vermeyen saf liberaller, ilk anda bu söylenenlere şiddetle karşı çıkabilirler. Onların ve içlerinden bireysel özgürlüğe gerçekten bel bağlamış olanlarının bu konudaki hassasiyetlerini anlamak mümkündür. Zira genetik ve sosyobiyoloji, bir bakıma bireysel özgürlüğü boşa çıkaran, insanın kaderinin daha doğumuyla birlikte belirlendiğini söyleyen tezler öne sürmektedir. Ancak dikkatli bakılırsa ve reel liberal toplumların durumu incelikli bir analize tâbi tutulursa görülecektir ki, bireyi, her şeyin önüne alan, bireyin kendini gerçeklemesini, potansiyellerini özgürce hayata geçirmesini esas kabul eden liberal siyasî düşünceye, o istese de istemese de, toplumu ve hattâ insanlık tarihini bireyin genetik düzeninden türetmeye kalkan bu sözde bilimsel ideolojiler, teorik destek sağlamaktadırlar. Çünkü bu sözde bilimsel ideolojiler, toplumun biçimlenmesinde en az liberal düşünceler kadar etkilidirler. İşte bu yüzden, ideallerine inanmış katışıksız bir liberalin siyasî ve sivil haklar bakımından aynı ölçüde fırsat eşitliğine, ekonomik ve toplumsal bakımdan rekabet şansına sahip, özgür ve dinamik toplum rüyası, bir genetik ideoloğunun insan doğası teorisiyle doldurulduğunda, en zekilerin ve en güçlülerin yönetme ve en iyi yaşama hakkına sahip olduğu bir karabasana dönüşüvermektedir.
Liberalizmin bireyi, devlete ve topluma öncelemesinin doğal sonucu olarak ortaya çıkan liberalizm-demokrasi çelişkisi ve tikel iyi de kamusal iyi arasındaki uçurumun yarattığı ahlâki boşluk, liberal toplumlarda genetik kökenli ideolojilerin ortaya çıkmasına açıkça çanak tutmaktadır. Şiddete, güce, zekâya tapınan gündelik insan ilişkileri dünyası ve aynı ayinin bir parçası olan yapımların fink attığı sanat ve medya dünyası bu gerçeği gözümüzün içerisine kadar sokmaktadır. Liberal anayasalarla yönetilen toplumların hâkim olduğu bu dünyanın devletler ve uluslararası ilişkiler açısından da hali, içler acısıdır ve liberal anayasalarla yönetilen toplumlarda bireyler için sağlanmış hak ve özgürlükler, hiç de bu acıyı hafiflettirmemektedir. Bir yanda özgürlük ve haklar nidaları, diğer yanda şiddete, güce ve zekâya tapınma; bu adaletsiz dünya, liberal anayasalarla yönetilen toplumların yön verdikleri dünyadan başkası değildir. Çünkü bir kez birey ve onun kendini gerçekleştirmesi her şeyden önemli görüldüğünde, artık daha zekilerin ve daha güçlülerin faaliyetlerini meşrûlaştırmış olursunuz; devlete karşı bireyi güçlendirmekten söz ederken bir bakarsınız birey, kamusal alandaki tüm normları yırtan tam bir ‘Leviathan’ olmuş çıkmıştır. Siz dilediğiniz kadar insanların yasalar karşısındaki eşitliklerini liberal düşünceyle güvence altına alın, bireysel farklılıklardan kaynaklanan, siyasî ve sözde bilimsel meşrûiyetine kavuşan eşitsizlik, eninde sonunda ya apaçık, ya da de facto olarak hukuk alanına da yansıyacak de juri olacaktır. Kendilerinin biyolojik donanımlarından dolayı ekonomik ve toplumsal olarak da daha üstün olduğuna inananlar, zayıfların ve aptalların haklarını hiçe saymaktan çekinmeyeceklerdir. Liberal siyasî düşüncenin sözümona egemen olduğu bu reel liberal dünya, tam da böyle bir dünyadır.
Tekrar zekâ örneğine dönerek, liberal ideallerin soyut bireye dayanmasının yol açtığı felaketlerden biri olan bireysel farklılıkların despotizme dönüşmesinin nasıl önüne geçebileceğimizi ele alabiliriz.
BİREYSEL FARKLILIKLARIN DESPOTİZME
DÖNÜŞMESİNİN ÖNÜNE GEÇİLEBİLİR
İnsanlar, elbette birbirlerinden birçok bakımdan farklıdırlar, toplumda adaletin egemen olması ve insanların birbirlerine eşit kılınması için binlerce yıldır her coğrafyada ve her kültürde sürdürülen mücadele, bu farklılıkları görememenin yol açtığı, berbat bir bir kör döğüşü değildir. Bireyler arasındaki farklılıklar, özgürlük adına, o sırada revaçta bulunan özellikleri dolayısıyla gücü ve kudreti taşıyan bireylerin diğerlerine baskı uygulamasından daha ziyade, hukuk önündeki eşitlik ve adalet ihtiyacının meşrûlaştırımlarını barındırmaktadır. İlk bakışta bu kez, aksi savunulamayacak kadar güçlü bir beşeri durumu yansıtıyor görünse de, ne yazık ki gerçek hayatta çoğu kere farklılıkların despotik bir pratiğin gerekçesi ve aracı durumunda düştüğüne tanık olunmaktadır. Hattâ kimi zaman, yalnızca zamanın sözümona en iyisinin yeniden üretimine şans veren öjenik zihniyet, insanlığın eşitlik ve adalet uğruna mücadelesinin bütün ideolojik ve hukuki başarılarını gölgeleyecek kadar öne çıkabilmektedir. Bu yüzden Çan Eğrisi, adalet ve eşitlik ışığının nispeten zayıfladığı bir anda, birdenbire yoğunlaşıveren bir karanlığın, belki de karanlık bir dönemin nişanelerinden birisi olarak görülmeli asla hafife alınmamalıdır.
Zekâ düzeyindeki bireysel farklılıklardan yola çıkarak yeni despotik siyasî uygulamaların önüne geçebilmek için sürdürülecek demokrasi mücadelesinin, mutlaka özellikle şu üç alanda derin karşılıkları olmalıdır. Bu alanlardan birincisi, bilimsel düşünce alanıdır; Öjenik ve anti-öjenik bilimciler arasındaki hep süregelen mücadelede anti-öjenik bilimcilere, her zaman bilim adına ileri sürülen öjenik iddialara karşı bir cevap oluşturma görevi düşmektedir. Biz, bu yazıda kendine özgü dili ve yöntemi olan bu bilimciler arasındaki mücadeleden ziyade, hepimizi ilgilendiren ahlâk ve felsefe alanından, yani despotizme karşı ahlâki ve felsefi mücadeleden söz etmek istiyoruz.
Bir kez özne olarak kurulduktan sonra, insanın özgürce seçim yapan, tarihsel ve toplumsal bir varlık olduğunu söyleyebiliriz. Ama insan, aynı zamanda hangi ırktan, hangi anne babadan, hangi genetik donanımla, hangi zekâ düzeyinde dünyaya geleceğini kendisi belirleyememekte, bu haliyle doğadaki herhangi bir varlıktan farklı bulunmamaktadır. Bireysel farklılıkların despotizme dönüşmesinin önüne geçilebilmesi için, üzerinde ilk anlaşılması gereken husus, işte bu, insanın kalıtım, biyoloji ve zekâ gibi doğaya demirli yanlarının, esasen kendi denetiminde olmadığıdır.
Kendisinin seçmediği, belirleyemediği özelliklerinden dolayı, bir insanın diğerlerine göre hukuken daha aşağı veya daha üstün bir konumda olması, kabul edilebilir bir durum değildir. Nasıl insanların farklı deri renginde, farklı boy ve beden yapısında olması, onun siyasî ve toplumsal aktör olarak ikinci plana atılmasını gerektirmiyorsa, aynı durum zekâ düzeyleri için de söz konusudur. Ne ki, zekâ geriliklerinde gördüğümüz gibi, ortada zekâ bakımından bir normal versiyonu değil de, kendi yaşamına tek başına yön veremeyecek, öz-bakımını sürdüremeyecek kadar ileri düzeyde patolojik bir zekâ sorunu varsa, bu durumda yine toplumsal dayanışma ruhuna görev düşmektedir. Kimse, bu mağdur insanların katline ferman çıkarmaya yetkili olamaz. Aksi takdirde, bugün, insanların farklı zekâ düzeylerine sahip olmaları nedeniyle onlara, birtakım toplumsal ve siyasî kısıtlılıkları reva görenler, pekala yarın aynı gerekçeyle zihinsel özürlülerin yok edilmeleri gerektiğini de buyurabilirler.
İşte bize bu eşitsizlikler karşısında, onların kabul edilemeyecekleri, bunun adalete sığmayacağı yargısını verdiren her ne ise, bizi bireysel farklılıkların despotizminden koruyacak olan da odur. Bu, ahlâki bir yargıdır ve bize göre kökenleri, ne liberalizmin soyut bireyinin doğasında, ne piyasa ekonomisinde, ne de hukuk sisteminde bulunmaktadır; ahlâki yargılar, geleneklerin kalblerinde otururlar. Zaten saf liberallerle aramızdaki tartışmanın da aslı, esası budur. Onlar, bireye yaptıkları vurgunun kaçınılmaz sonucu olarak, ahlâki yargıları, ya soyut bireylerinin evrensel doğasından, ya piyasanın kurallarından ya da hukuk sisteminden türetmek durumundadırlar ve ne yazık ki bu, geleneğin yaratıcı bir biçimde yenilenmesi olmadan imkânsızdır. Kant, inanca yer bulabilmek için bilimi araladığını düşünüyor ve Tanrı’yı Newton’un fizik yasalarında ve insanların vicdanlarına sinmiş ahlâk yasalarında arıyordu; şimdi Kant’a dayanarak saf liberaller de liberalizme ahlâk gerektiğini anlamışlar, liberal düşüncede ahlâka yer açmaya çalışmaktadırlar.
Bireysel farklılıkların despotizme dönüşmelerinin önüne geçilebilmesi için öncelikle şimdi bir kez daha insanlığın neyin ahlâki olduğuyla ilgili bir tartışmayı başlatması, siyasî, ekonomik ve ahlâki iyiler arasındaki kronikleşmiş açıklığı bir ölçüde daraltmaya yeltenmesi gerekmektedir. “Ahlakın kaynağı nedir?” sorusu modernliğe geçişte en önemli tartışma sorularından birisiydi. Aynı soru, insanlığın yeni bir geçiş dönemi yaşadığı şu günlerde yeniden bir cevap beklemektedir ve bu cevap büyük ihtimalle insanlığın kaderini belirleyebilecek bir güçte olacaktır.
Bireysel farklılıkların, bu arada zekâ düzeyindeki farklılıkların despotizme dönüşmelerinin önüne geçebilmek için yukarıdaki ahlâki tartışmadan ayrı olarak insanlığı ayrıca felsefi bir tartışma beklemektedir. Bu tartışma zekânın ve aklın niteliği ve sınırları ile ilgilidir:
Modernlikle birlikte zekânın tanrısal bir kavram katına yükselmesinin altında, büyük ihtimalle rasyonalitenin kazandığı önem bulunmaktadır. Modern psikiyatri ve psikoloji, akıl kavramını felsefeye terkedeli çok olmuştur, zaten bu alanlarda bile rasyonel olan, pragmatik olana eşit bir anlamda kullanılmaktadır. Ama sırf işe yaramaz ve kullanışsız diye insanın en insanî niteliklerinden birisi olan akıl konusunda konuşmayı felsefenin artık kimsenin kulak kabartmadığı spekülatif arenasına bırakmak, insanlığın hangi sorununa bir çözüm getirebilmiştir? Bugün insanın rasyonel mi, yoksa irrasyonel mi varlık olduğu konusunda felsefi bir tavır alınmaksızın beşeri bilimlerin gerçekten bilimsel bir statüye kavuşmaları, modern psikiyatri ve psikolojinin ölçtükleri şeyin sahiden zekâ olduğunu kanıtlamaları mümkün olabilir mi? Ölçülerin sahiden zekâ olduğuna bir an için inansak bile, psikodinamik yönelimli klinisyenlerin içgörü, psikolojik zihinlilik, sezgi diye adlandırdıkları zihinsel nitelikleri nereye koyacağız?
Adorno, “Önceleri insan insana hükmederdi, şimdi ise akıl, herkese hükmediyor” derken Frankfurt Okulu’nun diğer filozofları Horkheimer ve Habermas ile birlikte, bir bütün olarak aklın değil, yalnızca araçsal aklın tahakkümünü kastediyordu. Gadamer, insanlığın önünde duran en büyük görevin, teknolojiye ve uzmanlara bıraktıkları özgürlüklerini pratik (siyasî ) akla dayanarak yeniden kazanmak diye belirlerken, kesinlikle zekânın dışında bir akıldan bahsediyordu. Gelenekselci düşünürler, her zaman ısrarla kalbi akıl (intellect) ve us (reason) arasında, bilgi ile hikmet arasında bir ayrım olduğu noktasında bizleri uyarmaya çalıştılar. Farabi, döneminin birçok düşünürü gibi Yunan felsefesinin de esiniyle sekiz akıl türü sayabiliyordu. Nietzsche, önemli olanın bilgi değil güç istemi olduğunu ifade ediyor, Heidegger, zihinlerimizi kanırtacak bir zorlamayla “bilim düşünmez” diyordu. Hepimiz, gündelik hayatlarımızda bilip de akletmeyenleri görüyor, information ile knowledge’in, bilgisayarla insanın farkını hissediyoruz.
İşte bütün bunlar hakkınca konuşulmadan, liberal siyasî düzenin ve bilimci bir ideolojinin egemenliğine sığınarak, biyolojik olanın toplumsal ve siyasî alana yansımasını özgürlük diye savunmaya kalkmak, tam da belirlenimsel olana, doğaya teslim olmak demektir. İnsanlık tarihi, özgürlük adına teslimiyete yol vermeyecek bir siyasî mücadele geleneğine, köklü bir düşünce geleneğine ve ahlâkî olanın asla uçup gitmeyeceği bir dinî Gelenek’e sahiptir.