“Siyasal sınıf”ın, büyük iş ve medya çevrelerinin önümüzdeki dönemi “istikrarlı bir hükümet”le geçirebilmek için bel bağladıkları 24 Aralık Seçimleri, hükümet sorununu tam bir bilmeceye dönüştüren bir tablo ortaya koyarak sonuçlandı. 1996 yılına bir merkez sağ hükümetle girmeyi kuvvetle uman bu çevreler, seçimden Refah Partisi birinci parti olarak çıksa dahi, aralarında –tercihen ANAP lehine– üç-beş puan fark bulunan merkez sağ partilerin toplam milletvekili sayısı ile Meclis’te çoğunluğu sağlayabileceklerini sanıyorlardı. Fakat “Türkiyeli seçmen” hiç beklenmedik bir azizlik yaparak ne merkez sağ partilere birlikte çoğunluk oluşturabilecekleri kadar oy verdi, ne de hangisini “esas parti” olarak gördüğünü bildirdi.
“Türkiyeli seçmen”in ne öyle, ne de böyle bıraktığı konular bundan ibaret değil. Örneğin RP’yi birinci parti haline getirdi ama, ona verdiği oy, şimdiye kadarki seçimlerde en az oy almış birinci partinin 6-7 puan aşağısındaydı. DSP’yi CHP’nin dört puan üzerine çıkardı ama, DSP’ye parti demenin ne denli zor olduğu dikkate alınırsa, yüzde 10 küsur oyuyla CHP’yi de hâlâ “soldaki esas parti” iddiasını yürütmeye yetecek kadar ayakta tutmuş oldu.
“Güneydoğu Anadolu seçmeni” HADEP’i esas partisi saydığını gösterecek kadar oy verdi ama, aynı seçmenlerin Batı’ya yerleşmiş olanları, onlar sayesinde barajı aşacağına güvenen HADEP’i oylarıyla desteklemediler. MHP’nin barajın az gerisinde kalıp Meclis’e girememesi de Türk seçmenin Türk milliyetçiliğine sempati derecesini yansıtıyor sayılamaz. Çünkü ANAP ile ittifaka girerek sekiz milletvekili çıkaran BBP bir yana, hem ANAP ve özellikle de DYP, “milliyetçi seçmen”e “çekici” gelen eski MHP’li ya da “milliyetçi bürokrat” adaylarını MHP’nin güçlü sayıldığı yörelerde liste başlarına yerleştirerek hayli oy topladılar. ANAP ve DYP aynı şeyi biraz daha örtülü biçimde “Müslüman seçmen”e dönük olarak da yaptılar.
1980’lere kadar bu ülkede yapılan seçimlerde, hattâ toplumun “apolitikleştiği”nden söz edildiği 1980’li yılların seçimlerinde dahi, ya belli bir parti gerek kitlesel desteğinin bariz büyüklüğü ve canlılığıyla gerekse tez veya vaadlerinin gündemi belirleme gücüyle öne çıkar ya da bu özellikleri taşıdığına inanılan iki parti veya blok arasında kıyasıya bir rekabet yaşanır, ama sonucun hangi tarafın lehine olacağı önceden kestirilebilirdi. 1995 Aralık seçimlerinin en belirgin yanı bu kalıbın hemen hemen dışında olması idi.
Gerçi 1994 mahalli idareler seçiminin arefesinden beri RP yükseliş halinde gözüküyor, aynı derecede olmasa bile MHP’nin de “yükseldiği” kabul ediliyor, solda ise DSP’nin CHP’yi geçerek ikinci, hattâ birinci parti konumuna doğru seyrettiğinden bahsediliyordu. Fakat RP çevrelerinin en aşağı yüzde 35’ten bahseden tahminlerini ciddiye almamak gerektiğini bilenler, hiçbir partinin yüzde 25 sınırını aşamayacağını pekâlâ görebiliyorlardı. Bu sınırı her ikisi de MHP ile seçim ittifakı kurmaya çalışan merkez sağ partilerden biri, o ittifakı sağlayabilirse belki geçebilirdi.
O da olmayınca, sıralamanın nasıl olacağı belirsiz olmak koşuluyla hepsi de yüzde 20’ler civarında oy toplayabilecek dört partinin ortaya çıkacağı önceden belli olmuştu. Çoğunlukla paylaşılan bu tahmin aşağı yukarı gerçekleşti. O nedenle seçim öncesindeki merak ve heyecan sadece o kıl payı sıralamanın nasıl olacağına dairdi.
Hiçbir partinin tek başına iktidara ulaşmasının söz konusu olmadığı, ama buna mukabil birkaç puanla da olsa en yakın rakibini geçmenin önemli bir moral ve siyasî –ki ANAP ve DYP “kader” belirleyici olacağını söylemişlerdi– anlam ve sonuç doğuracağı bu seçim, bu yüklemine ve bu kıl payı yarış görünümüne rağmen, cumhuriyet tarihimizin galiba en “olaysız”, en az gerilimli seçimi oldu.
Bu seçimlerin bir diğer özelliği de “kararsız seçmen” oranının çok yüksek oluşu idi.
SEÇMENİN “KARARLILIĞI”
Bu sakin seçim ortamı ve “kararsız” sayısının yüksekliği “Türkiyeli seçmen”in hem merkez sağ, hem de merkez sol partiler arasında tercih yapmakta zorlanmasına, bir de RP ile bu partiler arasındaki rekabetin üzerine oturtulmaya çalışıldığı laik-anti laik çatışmasında “laiklik”ten yana tavrını belirlemiş seçmenin oyunu hangi merkez partisine verirse onu RP’nin önüne geçirebileceği sorusuna cevap aramasına yoruldu.
Bu yorum makûl gibi duruyor ise de, kanımızca kararsızlık olgusu ile sakin, gerilimsiz seçim ortamı olgusu birarada düşünülürse; toplum çoğunluğunun aslında bir tür kararlılık haline epeydir girmiş olduğu sonucu çıkar.
Peşinen belirtelim ki, bu hiç de makbul, iyimser karşılanacak bir “kararlılık hali” değildir. Karar vermeyi, temel tercihler yapmayı reddetme, kendini akışa bırakma şu ya da bu seçenek, doğrultu arasında fark aramaktan, o farkları önemsemekten, belki daha da kötüsü fark ve önem ölçülerini, değerlerini idrakten uzaklaşma “kararı”dır bu.
Bu yargı, 1995 Aralık’ında önüne şu bildiğimiz partiler konan ve bunlar arasında tercih yapması, tercih ettiğinin ötekilerden çok farklı ve üstün değerde olduğuna inanması ve öylece oy vermesi istenen bir toplum için epey haksız gözükebilir. Örneğin merkez sağ ve sol seçmenin DYP ile ANAP, DSP ile CHP arasındaki farkları gayet önemli bulması nasıl beklenebilir denilebilir. Bırakın bunları, seçim öncesinde tümünü “batıl” kendisini hak ilân eden, Gümrük Birliği’nden ünlü faiz meselesine kadar her konuda ötekilerden kökten ayrı olduğunu ilân edip duran RP merkezinin, seçimin hemen ertesinde koalisyonu kurabilmek için Gümrük Birliği’ni de, faizi de “aslında” kabul ettiklerini söylemesi karşısında, “Türkiyeli seçmen”in RP ile diğer partiler arasındaki farkı bir kutupsallık gibi sunanların havasına kapılmaması “bunun böyle olacağını sezmiş olma”nın RP’nin de diğerleri gibi bir parti olduğunu bilmenin verdiği sükûnete bağlanamaz mı?
Bu sorularla işaret edilen olgular, yani merkez sağ ve sol partilerin ne birbirleriyle, ne de aralarında ciddiye alınır bir fark olmadığı, ciddi gibi görünen farkların da hızla silikleştiği, hepsinin de neredeyse standart bir parti-siyaset şirketi formuna dönüştüğü, Birikim’in daha önceki sayılarında sık sık işaret edilen, işlenen bir olgu.* Türkiyeli seçmenin bunları tıpkı benzer alet edevat takımını ayrı marka adları reklam oyunlarıyla pazarlamaya çalışan şirketler gibi algılaması, 1980’lerin sonlarından itibaren giderek bu algılama tarzına daha fazla “intibak ederek” artık seçmen düzeyinde parti tartışmalarına girmeye bile gerek duyulmaması anlaşılır bir tavır ve sonuçtur.
Bir “ideolojiyi”, bir tarihsel “dava”yı, Türkiye toplumu için farklı bir sosyo-ekonomik yapılanmayı, Batı’ya alternatif bir İslâm dünyası içinde yer almayı savunur gözüken, “İslâm kardeşliği”nden bahseden RP’ye hâkim eğilimin de, gerçekte bu bahsedilen temaları “kullanarak” mevcut sistemin merkezine kabul edilmeyi hedefleyen ve bu hedefe kabul edildiği oranda “farklılıklar”ından arınacak, sıradan Türk milliyetçisi bir düzen partisi olduğu da doğrudur.
Bu bakımdan “Türkiyeli seçmen”in, merkez partilerin propagandasına uyup RP ile ötekiler arasında gerçek ve çok hayatî bir fark varmış gibi bir “laik” partiyi RP’nin önüne geçirecek biçimde oylarını kullanmaması, RP ile merkez sağ partileri adeta aynı hizaya getirmesi gayet yerinde olmuştur ve dahası Türkiye’deki düzenin “merkezi”ne orta vadenin de öncesinde verilecek şeklin habercisidir.
RP’nin sistem –ve düzen– dışı bir parti, hareket addedilecek “dışta tutulma” dönemi artık sona ermiş sayılmalıdır. MHP’nin, reaksiyoner Türk milliyetçiliğinin merkeze dahil edilmesiyle 1980’li ve ’90’lı yıllarda Kürt sorunu ve dinî hareketin yükselişi ile kurumsal yapısının sarsıntılarına dayanan şeklen de olsa ayakta durmayı başaran siyasal düzen, şimdi de RP’ye merkezinin aslî unsurlarından biri payesini vermeye hazırlanmaktadır. Zaten gerçekte olmayan “RP tehlikesi” yavaş yavaş tedavülden çekilerek, RP’nin de işe koşulacağı “dinin bir tehlike olmaktan çıkarılması” operasyonu başlatılacaktır.
YENİ BİR SÜRECİN BAŞLANGICI
1923’te kurulan “1. Cumhuriyet”in gerçek restorasyonu olacaktır bu, isterseniz 2. Cumhuriyet de diyebilirsiniz buna. 1. Cumhuriyetin yıkılması, iptali değil, bu kez daha “temel”li “halk desteği”ne oturmuş olarak “yenilenmesi” söz konusudur. Yeni hükümetin kurulması bağlamında yavaş yavaş gündeme getirilen, “ısındırılan” RP’li koalisyon formülleri kısa vadede sonuç versin ya da vermesin... süreç başlamıştır.
Bu konuya daha ayrıntılı ele almak üzre yeniden döneceğiz. Şimdi, az yukarıda “Türkiyeli seçmen”in 24 Aralık seçim sonuçlarında yansıyan genel tavrının, bir dizi kararsızlığın ürünü olmayıp, tam tersine bir tür kararlılık, karara varmışlık halini yansıttığına dair teşhisimizin açıklamasına geçebiliriz.
Kolayca anlaşılabileceği üzre, bahsedilen bu kararlılık hali, inşâ sürecine girdiğimizi belirttiğimiz restorasyonun dayanağı “halk desteği”ni de ifade etmektedir. Dolayısıyla üzerinde konuşacağımız şey “1. Cumhuriyetten farklı olarak” gerçekten “halka dayanarak” teşekkül edecek olan “2. Cumhuriyet”in “halk”ıdır.
1980’li yıllarda Türkiye toplumu, bir yandan paranın, tarihin hiçbir devrinde olmadığı kadar amaçlaşıp, kurulu hemen her türlü ilişkiyi çözen toplumu atomize edip insanları bencil bireyler olmaya iten neo-liberalizmin dalgaları altında, bir yandan da bu sürecin türettiği veya canlandırdığı dinî ve etnik hareketlerin yükselişinin etki-tepki mekanizmaları içinde, her bakımdan tam bir çözülüş süreci yaşadı.
1990’larda iyice belirginleşecek bu süreç, ülke ekonomisinin yapısal zaafları, çarpıklıkları ve 12 Eylül rejiminin “devlet tehdidi”yle ayakta tuttuğu kısıtlamalar çerçevesinde, Kürt sorununun giderek kan ve cerahatle ağırlaşan bir yara haline gelmesi ve kronikleşen bir iktisadî buhranla birlikte yaşandı. Basınından adliyesine, öğretim düzeninden partiler ve parlamentosuna kadar tüm kurumların hızla yozlaştığı yolsuzluğun bulaşmadığı bir kamu-devlet işinin istisna sayılır olduğu ve toplumun sadece yaşamak için birbirlerinin ürünlerine ihtiyaç duyduklarından dolayı birarada olmaya katlanan unsurlar toplamı gibi gözüktüğü bu süreç, görünüşte tüm koşulları mevcut olmasına karşılık, gerçek bir toplumsal patlama ile karşılaşılmaksızın geçildi.
Türkiye, ne Kürt sorunundan dolayı, eşiğine kadar geldiği sanılan bir iç savaşa girdi, ne yaşam koşulları durmadan kötüleşen kent yoksullarının umutsuz isyanlarına sahne oldu, ne de istisnasız her kesimin yakınır gözüktüğü ahlâki çürüme, yozlaşma ortamını biraz olsun ferahlatacak, örneğin “temiz eller” türü bir harekete can verecek bir toplumsal irade ortaya çıktı.
Her kesim salt kendisi için ve sadece salt iktisadî çıkarı ve varoluşu için açık bir tehditle karşılaştığı ve o tehdidi savuşturma fırsatı yakaladığı anla sınırlı olarak toplu eyleme geçmekte ve her ne kadar önce kendi taleplerini genele şamil taleplerle birlikte dile getiriyor idiyse de, kendi talebi karşılandığında ötesini aramaktan hemen vazgeçmekteydi.
Çözülmüş, kendisini ayakta tutan tüm organları bozulmuş ve ayrışan eklem yerleri kanayan ve cerahat toplamış olan Türkiye toplumu; tıpkı özel bir tedavi görmeyen, hastalığının gerektirdiği ilaçları almayan bir vücudun kendi kendini onarması yeniden ayağa kalkar hale gelmesi, tıpkı bir kırığın kendi kendine kaynaması gibi bir biçimde “toparlanmış”tır.
Hastalıklarına, acı ve rahatsızlıklarına çare bulacak doktor sıfatıyla önlerine gelen siyasal partilere 24 Aralık Seçimleri’nde toplumun gösterdiği muamele, onların “tedavi” konusunda birbirleriyle giriştikleri rekabeti, tartışmaları sükunetle izlemesi de bundandır.
Hiçbirine tek başına iktidar (tedavi) yetkisi vermeden ilk dört sıraya yerleştirdiği partiler, görünen hastalıklarından kendini nasıl rahatsızlık hissetmez hale getirdiğinin, kırıkların ne şekilde kaynadığının da ipuçlarını vermektedir. Bu partilerden ikisi, ANAP ve DYP, özetle büyümeyi, şahsi kazancı, fırsatçılığı ve bunlara mukabil, enflasyon ve yolsuzluğu akla getirmektedir. DSP ve RP ise biri liderinin şahsında, ötekisi “din”in manevi şemsiyesi altında dürüstlüğü temsil etmekte, ama buna mukabil, biri yine liderinin şahsında iktisadî iş bilmezliği, işlerin bozulmasını, ötekiyse iktisadî hayatta tam bir belirsizliği akla getirmektedir.
TÜRKİYE TOPLUMUNUN BÜNYESİNDE DOLAŞAN SIVI
Bu, sıraladığımız partilere oy veren Türkiye toplumunun ezici çoğunluğunun açıkça ifade edilmese de şuur altında “billurlaştırdığı” hayata ve düzene dair kimya formülüdür. Türkiye toplumu bu bileşimin unsurları arasında tutarlı bir ayıklama, açık bir amaca, inanca tekabül eden net bir seçim yapmamış, böyle bir seçimi yapmanın gerektireceği bedeli ödemek istememiş bu gücü üretememiş, üretemeyeceğini varsaymış ve belki de bunun zaten imkânsız olduğunu kabullenmiştir.
Yolsuzlukla büyüme, dürüstlük ile fırsatçılık, dinî değerlerle monden hayatın “nimetleri” bir ötekini dışlamaksızın hep birlikte kabullenilmekte, birbirini dengelemekte, bazılarına olumsuzluk atfedilse bile, olumlu sayılanların hiçbiri ya da hepsi, olumsuz olanları hariç tutacak güçte bir ilke konumuna yükseltilmemektedir. Şüphesiz bu “eklemlenme” tüm bu unsurların hepsi de törpülenerek yapılmaktadır.
O nedenledir ki, dürüstlüğü ile marûf bir liderin (Ecevit) başbakanlığında yolsuzluk dosyalarının kabarıklığı birbirine denk iki “merkez sağ” partinin koalisyonu mümkün görülmekte ve bu proje, yolsuzlukla dürüstlüğün uzlaşmazlığından değil –bunun bahsi bile geçmeden– Gümrük Birliği konusunda görüş farkı nedeniyle rafa kaldırılmaktadır. Refah, DYP kendisiyle koalisyona razı olursa yolsuzluk dosyalarının kapağının açılmayacağı güvencesini veren mesajlar yolluyor muhatabına. ANAP koalisyona evet derse, onun parti programını hükümet programı olarak imzalayacağını vaad ediyor Necmettin Erbakan.
Hiçbir başat, kurucu mihenk taşı ilkenin, değerin olmadığı, böyle olabilecek her ilke ve değerin, onlara tekabül edecek amacın törpülenip, kendilerini eriten bir suda ötekilerle bitişip, bulaşarak harmanlandığı bir sıvı dolaşmaktadır, bugün Türkiye toplumunun damarlarında. O nedenle hükümet teşkili düzeyinde bütün bu olup bitenler şaşırtıcı gelmektedir.
Türkiye toplumu, şu ya da bu içerikte bir radikal hareketin hızla doğup büyümesi için gereken tüm koşulların mevcut gözüktüğü bir dönemden hiçbir güçlü ve kalıcı bir radikal hareket, bir yeni baştan kuruluş girişimi üretmeksizin geçebildi ise, nedeni “organlarını” besleyen bu sıvıdır.
O sıvıya, Kürt sorunu dolayımında insan hakları, halkların kültürel hak ve kimlik talepleri, ekonomik buhranın ezdiği yığınlar dolayımında sosyal ve ekonomik haklar, açılmak zorunda olduğumuz dünya dolayımında temel hak ve özgürlükler gibi bileşenler de enjekte edildi. Sanıldı ki, 12 Eylül rejiminin zehirlediği varsayılan bu sıvı bunlar sayesinde tam olmasa bile temizlenebilir, o sıvıdan beslenen bünyemizde teşekkül etmiş urlar, irinler ve kanserli büyümenin acıları azalır. Bünye ve orada dolaşan sıvı, ne bu enjekte edilenleri reddetti, ne de onlara temizleyici işlevi görmelerine müsaade etti. Sonuçta onlar da törpülenme, aykırı olanlarla yan yana durma, eklemlenme sürecine dahil oldular.
Böylece örneğin toplum ve düzen olarak, Kürtleri inkâr noktasından çıktık ama, kültürel haklarının özerkliğini, dokunulmazlığını kabûl noktasına gelmeyip arada bir yerde Kürtler vardır ama, yine de Türktürler gibi bir belirsizlikte karar kıldık. HADEP’in aldığı oylar dışında, bu toplumun yüzde 90’ının oyunu alan partilerin bu konudaki görüşleri böyle özetlenemez mi? Temel hak ve özgürlükler şeffaf karakoldan bile söz ettirdi ama, onu “dengeleyecek” yargısız infaz “kurumu”na katlanan da bu toplumdu. Burada ara yer, karar noktası, polis şefleri siyasete soyununca “polis devleti mi?” diye biraz sesli mırıldanmakla bulundu.
Örnekler çoğaltılabilir. HADEP’e oy vermeyen batıya, metropollere göçüp, yerleşmiş Kürt çoğunluğu da yukarıdakiler türünden bir karar noktası bulmuştur. Kimlik yaraları kimliklere ilişkin ilkenin gereği yerine getirildiği için kapanmamıştır: kırık üzerine değince acı vermektedir, ama kaynamıştır da. Çözülen ve kimlik özelliklerini özgürce yaşayabilecekleri bir yeniden birleşme biçimini, yeni bir kuruluş gerçekleştirecek iradeyi türetemeyen Türkiye toplumunun tüm etnik-mezhepsel bileşenlerinin 1995 Aralık’ında verdikleri yeniden biraraya gelmişlik, “kaynaşmışlık” görüntüsü altında da aynı şeyler olmuştur.
1980’in son yıllarının ve ’90’ların hareketli, hızla değişen, ama o oranda da şikayetçi, gayrı memnun toplumu, sorunlarının hiçbiri çözülmediği, aksine ağırlaştığı halde, o yıllarda da siyasal düzen ve onun sunduğu alternatiflerden fazla bir şey beklemiyorduysa da, yine de bir umut arıyor, şüphesiz toplumca kurtuluşu mümkün görmüyor, ama “kurtarıcı” aramayı da sürdürüyordu. Şimdi aradığı ne umut, ne de kurtarıcıdır. O nedenle sakindir. Kendisini içinde yüzdüğü, beslendiği sıvının akışına, teslim etmiş, kendi kendini yenilemeyen sadece içindeki yarı erimiş unsurların yeri değişen bir ortamın olsa olsa dışarıdan bir etkiyle temizlenebileceğine, yenilenebileceğine kani ve kabullenmiştir.
24 Aralık Seçimleri’nin epey öncesinde, Türkiye toplumunun 1995 sonbaharıyla birlikte ve erkene alınmış bir genel seçim ortamı bağlamında şöyle ya da böyle bir netleşme sürecine gireceğini söylemiştik.*
Bu netleşme, Türkiye toplumunda 1980’lerin sonlarından bu yana mevcut düzene alternatif olma iddiasıyla sürekli bir yükseliş gösteren kitlesel bir hareket olarak RP eksenindeki dinî hareketin, bu yükseliş trendini 24 Aralık Seçimleri’nde yüzde 30’lara eriştirmesiyle de olabilirdi; ya da –veya bir önceki ihtimalle birlikte– örneğin HADEP’in, şimdiye dek Batı Anadolu ve metropol kentlerinde görece sessiz kalmış Kürt nüfusun oylarını barajları aşacak ölçüde olmasıyla, Türkiye toplumuna “Kürt sorunu”nu “dağdaki PKK” ile özdeşleme ya da endekslemenin boşunalığını apaçık göstermesi ile de olabilirdi.
İlk ihtimal gerçekleşseydi; Türkiye toplumu nasıl bir dünyada nasıl bir hayat tarzı anlayışı ve amacıyla yaşamak istediği konusunda gerçek bir sorgulama, hesaplaşma ve seçim yapma zeminine çekilmiş olacak, karşı karşıya gelen alternatifler kendi içinde tutarlı olmaya zorlanacak ve bu halleriyle ya egemen olma kavgasına girişecek, ya da böylece birarada olmanın –bu toplum için yeni ve yeniden kurulma anlamına gelecek– koşullarını oluşturmaya koyulacaklardır. Bu sertliği oranında etik ve moral duyarlılığı davet eden bir süreç de olurdu. Bununla birlikte veya bunsuz, ikinci ihtimal gerçekleşseydi; bu kez sosyo kültürel ve siyasal bir kavşak noktasında net bir karar vermek ve ister çatışma, ister onurlu ve demokratik bir uzlaşma eğilimi galip gelsin, mevcut durum ve çerçevenin şöyle ya da böyle, ama kaçınılmaz biçimde ötesine geçilecektir.
YENİ KURTARICI: GÜMRÜK BİRLİĞİ
Bunlar, şüphesiz risklerle yüklü, bizleri radikal tercih ve tavırlara zorlayan, ama içerikli bir özgüvene sahip olduğumuz oranda da bizi zenginleştirecek sentezlere vardıracak ihtimallerdi. 24 Aralık Seçimleri bu ihtimallerin gerçekleşmediğini ve en azından kısa vadede de ufukta gözükmediğini gösterdi.
Türkiye’nin ortalama seçmeni, bu toplumun büyük çoğunluğu, kendini siyasal-toplumsal sorunların çözümünde bizatihi özne ve sorumluluk sahibi olarak algılamakta zorlanır. Devraldığı ve beslendiği siyasal kültür onu, çözümü “kurtarıcı”lardan beklemeye, onlara havale etmeye pek yatkın kılmıştır.
“Batı’yla, Avrupa’yla bütünleşmek” devreye girdiğinden beri, şimdiye kadar kurtarıcılarını ülke içinden arayan bu toplum çoğunluğu, giderek daha hissedilir bir biçimde, o kurtarıcılara atfedilen işlevin bir benzerini söz konusu bütünleşme sürecine yükler bir havaya girmiştir.
Tansu Çiller’in ve DYP’nin onca handikapına rağmen beklenenin hayli üzerinde oy alıp “başarılı” bile sayılır olmasının sırrı da galiba buradadır. Bilindiği üzre Bayan Çiller’in seçim propagandalarında işlediği neredeyse tek konu bu bütünleşmenin anahtarı diye sunduğu Gümrük Birliği Antlaşması idi. Çiller bu “koz”u, hem bu seçimlerde kurtarıcı hareket pozisyonunda olan Refah’a karşı, hem de merkez sağ platformdaki rakibi ANAP’a karşı tüm gücüyle kullandı. DYP’nin seçim broşürlerinin kapağına Avrupalı devlet ve hükümet başkanları tarafından eli öpülen, tokalaşan resimlerini koyduran Çiller, kendisini bu yeni –ve şu anda RP tarafından temsil edilen, yerli “kurtarıcı”lara alternatif– kurtarıcılarımızın aracısı gibi sunmayı becerdi.
Batı, Avrupa, tam da “kurtarıcı” işleviyle değilse bile –bizi– düzeltici, iyileştirici işlev atfedilmiş olarak Türkiye’nin merkez-sağ ve merkez sola oy veren seçmen çoğunluğunun büyük kısmının ekonomik-politik tasavvur ve algı dünyasında geleneksel “kurtarıcı” motifinin yerine ikâme edilmiştir denilebilir.
Bu faktörün hiç de küçümsenmemesi gerekir. Gümrük Birliği Antlaşması’nın yürürlüğe girmesiyle Batı’nın “içişlerimize”, öncelikle de “Kürt sorunu”nun çözüm tarzına resmen müdahale kapısının da açılacağı açıkça bilinmesine ve daha ilk adımda da Avrupa Parlamentosu’nun Türk hükümetini “görüşme” yolunu açmaya yükümlü kılan bir karar almasına rağmen; son yıllardaki güçlenmesini “Kürt sorunu” bağlamındaki reaksiyoner eğilimlere borçlu olan “Türk milliyetçisi” MHP’nin dahi bu gelişmeler karşısında sesi çıkmadı.
MHP’nin “Kürt sorunu”na hassas Merkezi-Doğu Anadolu illerinin çoğunda göze çarpar biçimde oy kaybetmesinin bir önemli nedenidir bu. Bir kısım eski MHP’li seçmenin “kadere rıza” gösterip DYP’ye kaydığı, önemli bir kısmının da bu yörede Türk milliyetçiliğinin aksar yüzünü rahatça sergileyen RP’ye yöneldiği anlaşılıyor.
24 Aralık Seçimleri’nde, merkez sağ partiler Refah’a karşı verdikleri mücadeleyi laiklik ve karşıtları eksenine değil, RP’nin “adil düzeni”nin eleştirisi ve onun Gümrük Birliği’ne karşıtlığı teması üzerine oturttular. Burada kendilerini laiklik savunmasına fazlasıyla angaje etmenin bir noktadan sonra kendi dindar oy depoları üzerinde rahatsızlık yaratacağı, bunun da RP’ye yarayacağı bir nedendir; ama asıl neden, Gümrük Birliği sayesinde –veya dolayımında– bir düzen alternatifi olarak ortaya çıkan Refah’ın “adil düzeni” karşısında Türkiye’deki mevcut düzeni savunmaktan sıyırtıp, onun karşısına Batı’nın “düzeni”ni dikme, kıyaslamanın böylece yapılmasını sağlama fırsatıdır.
Böyle bir kıyaslamada, içeriği bir yana, niteliği itibarıyla güçlü bir iktisat toplumu tasavvurunu ifade eden “adil düzen”in aynı iktisat toplumunun sahicisi olan “Batı toplumu” karşısında alternatif gibi görülme şansı hiç olmadığı gibi hayli sönük kalacağı da aşikârdır.
Tıpkı “bir zamanların” reel sosyalist düzenlerinin de Batı’nın kapitalist toplumlarıyla aynı mantıktan türetildiği, toplumu kolayca iktisada indirgeyen aynı anlayışın türevi oldukları için bir süre onlara alternatifmiş, hattâ daha etkinmiş gibi görünebilmelerine rağmen, zamanla paylaştıkları mantığın “otantik” temsilcisi kapitalist toplumlar önünde pes etmesi gibi; “adil düzen”in “sonu”nun da benzer –belki de daha acıklı– olacağı şimdiden söylenmelidir.
Genel İslâmi hareket içinde İslâmiyetin bir alternatif olarak ortaya çıkacaksa, modern çağların “ruhu” olan bu iktisat mantığının ötesine geçen kendi mantığını, yaklaşımını kurup buradan bir alternatif sunmasını zorunlu gören bazı eğilimler vardır ama, RP’nin tartışılmaz hegemonyası altındaki halihazır İslâmi harekete egemen eğilimin sunduğu ve sunabildiği model, “adil düzen”dir. RP’yi denetimi altında tutan merkez eğilimin her ne kadar sözde savunur gözükse de gerçekte “Batı”ya, “modern toplum”a karşı nitelikçe üstün ve farklı bir İslâmi alternatif” yaratmak gibi bir iddiası, çabası ve umudu da yoktur.
MERKEZE ALINAN RP’Yİ NELER BEKLİYOR
Onların ve aslî dayanakları olan Müslüman orta-büyük mülk, sermaye sahibi kesimlerin ideali “Batı” kadar güçlü bir ekonomi, bunun üzerine kurulu üretken bir toplum olabilmektir. İslâmi olmaktan çok milliyetçi diyebileceğimiz bir projedir ve bu projeyi Türkiye’yi İslâm aleminin lideri haline “yeniden” gelme amacı çerçevesinde sunarken, bu sıfatı bir kez daha haketmektedir. Protestan zihniyetin, din yorumunun Müslümanlıkta tezahüründen başka bir şey değildir bu.
RP merkez eğilimi, Gümrük Birliği uygulamasının birkaç yılı boyunca bu ülkede –şimdiye dek RP’nin güçlenmesine yararı dokunmuş– sorunların çözümlenme yoluna gireceğine dair bir umut –denmese bile– iyimserlik havasının, beklentinin süreceğini açıklıkla görmekte, RP’nin besleneceği “kurtarıcı arayışları”nın önemli bir kısmının bu sürece yöneleceğini dolayısıyla önümüzdeki üç-dört yıl boyunca RP’nin yükseliş trendinin duraklamasının kaçınılmaz olacağını hesaplamış, ayrıca bu sürece ve beklentilere cepheden tavır almanın hem siyasal açıdan gayet yanlış, hem de RP’nin omurgası olan mülk sahibi kesimlerin durum ve konumuna aykırı olacağını dikkate almış olmalıdır.
O nedenledir ki, RP şu anda gelmiş olduğu güç düzeyiyle yetinmek, bunu sağlama almak için uğraşmaktadır. En azından şu ilk dönemde hiçbir partinin kendisiyle koalisyon yapmayacağını bile bile ve koalisyon pazarlıklarında hiç olmadığı ölçüde alttan alması, yığınla uzlaşma ve taviz kapısı açması bu stratejinin gereğidir.
Yazımızın başlangıcında da belirttiğimiz üzre RP’li bir koalisyon kurulsun ya da kurulmasın, RP’nin siyasal düzenden “merkezi”ndeki yeri şimdiden hazırdır, hazırlanmaktadır. Şu anda kapalı kapılar ardında merkezin geleneksel partileri ve kuşkusuz “devlet” içindeki malûm partiler, koalisyonun nasıl kurulabileceğinden belki de daha fazla RP’nin merkeze resmen dahil edilmesinin yer, çap ve yöntem sorunlarını tartışmaktadırlar.
RP’nin omurgasını teşkil eden kesimler ve RP’ye egemen eğilim için “merkez’e dahil olmak, amacın pek çoğu demek olabilir. Bunlar “merkez”de olmanın nimetlerinden yararlandıkları oranda “yükümlülük”lerini de yerine getirmek zorunda olduklarını şüphesiz bilmektedirler.
İşin bu yanı, RP merkezin “ortakları” arasına resmen girdiğinde gündeme gelecektir. Bir süre sonra, şimdiye kadar RP çatısı ve merkez eğiliminin denetimi altında bileşik bir hareket görüntüsü vermiş olan İslâmi hareketi oluşturan geniş yelpazenin kimi eğilimleri için karar ve hesaplaşma anı gelmiş olacaktır.
Bu hayli heterojen harekette, radikal ve alt sınıflara özgü bir İslâm yorumunu temsil edenler, kendilerini “yönetenler”in İslâmından açıkça ayırma zorunluluğunu, imkân ve güvenini bulduklarında, RP’nin de merkezdeki öteki ortakları ile birlikte “din tehlikesi”ne karşı tavır aldığını görürsek hiç şaşırmayalım.
ÖMER LAÇİNER
(*) “Kitlelerin ‘Demokrasiden Soğuması’ ve Partilerin Çıkmazı”, Ağustos 1992, sayı 40; “DYP Kongresi ve Siyasetin Metalaşması”, Haziran 1993, sayı 50; “Değişen Siyaset Medya ve Elitizm”, Eylül 1993, sayı 53; “ ‘Siyaset’in Sonu”, Kasım 1995, sayı 79.
(*) Ömer Laçiner, “Demokratikleşme”, Birikim, Mayıs 1995, sayı 73, s. 5-6.