İsrail’in Hizbullah’ın intihar komandosu eylemlerine karşı misilleme gerekçesiyle başlattığı, ama fiilen Lübnan’daki sivil halkı -ve Lübnan’ın hükümranlığını- vuran saldırısı, Ortadoğu’da “barış ortamı” denen alacakaranlığın yine zifirileşmesine yolaçtı. Bu harekâtın “Gazap Üzümleri” ismiyle takdim edilişi, yine Ortadoğu jeopolitiğinin ‘insanlığa’ kazandırdığı adâba uygundur: Körfez Savaşı’ndan beri savaş denilen ‘iş’, medya için ve medya tarafından muhteşem bir gösteri boyutuyla öne çıkartılıyor ve mümkün mertebe romantikleştiriliyor. Neticede, Ortadoğu’da barış antlaşmalarının 1. Dünya Savaşı’ndan beri hep “barışa son veren barış”lar olması kuralı bozulmamış görünüyor. “Dünya kamuoyu” denen nizâmın sinir merkezleri, bilhassa “Ortadoğu kaynaklı terör” olarak kodladığı öcüyü Soğuk Savaş sonrasına intibakını kolaylaştırmak için de değerlendiren ABD, Ortadoğu’nun kaotikliğine ve ‘onmazlığına’ dair peşin hükümleri bozdurup bozdurup harcıyorlar.
Bu peşin hükümlerden Türkiye’nin ‘sinir’ merkezlerinin de büyük memnuniyetle beslendiğini görüyoruz. Kürt politikasındaki açmazına ve dolayısıyla PKK meselesine kilitlenen Türk dış politikası, bu konjonktürde, İsrail’le işbirliğini sıkılaştırarak, sembolik anlamı askerî anlamından çok daha mühim bir pozisyon aldı. Bu adımın sembolik anlamı, öncelikle, Türkiye’nin kendisini nesnel olarak ABD’nin bakış açısıyla özdeşleştirerek Ortadoğu’nun ‘karambolüne’ bulaşmak istemeyen bir ‘havaya’ girmesidir. Zira İsrail, o bakış açısının söyleminde, “terörist devlet” olmaya meyyal, “yapay” ve “çağdışı” sayılan Arap ülkelerinden farklı olarak; ‘ciddi’ ve istikrarlı muasır medeniyeti temsil etmektedir. Üstelik, Türkiye açısından, İsrail Türkiye’ye yönelik “emeller” de beslememektedir. (İsrail devletinin ve MOSSAD’ın fütursuz intikamcılığı ve icabında uluslararası hukuku da ‘takmayan’ misillemeciliği ayrıca Türk askerî elitinin büyük hayranlığını kazanıyor olmalıdır.) Bu politikanın önemli ideolojik ve kültürel sonuçları da var. Son aylarda Türkiye’de medyada PKK-Suriye bağlantısı dolayısıyla kabaran Arap düşmanlığı (İran’la gerginleşmenin beraberinde getirdiği “Acem” düşmanlığına refakaten), “Batılı” Türkiye’nin Ortadoğu’ya uzaktan ve tepeden bakan Oryantalist bir bakışa savrulmaya yatkınlığını da eleveriyor. Mamâfih ‘tatsız’ bir ayrıntı var: Türkiye Ortadoğu’ya o kadar uzak değil. Sadece coğrafi bakımdan değil, toplumsal ve kültürel yapı bakımından da - kısacası, Ortadoğu’nun siyasal folklorü addedilen o ‘karambolden’ de uzak değil...
Birikim’in bundan sonraki sayılarında, Körfez Savaşı döneminden beri pek fazla eğilemediğimiz Ortadoğu meselelerini ele almaya çalışacağız. Bu sayıda, Ortadoğu ve Filistin üzerine bilgisi ve duyarlılığı bilinen tarihçi Huricihan İslâmoğlu-İnan’la bir söyleşi yaptık. İslâmoğlu-İnan, İsrail’in askerî harekâtının başladığı günlerde bir dizi bilimsel toplantı için Amman, Şam ve Beyrut’ta bulunuyordu. Böylelikle, son gelişmeler hakkında yorumlarını ‘taze’ izlenimleriyle birleştiren değerlendirmeler yaptı.
İsrail’in Lübnan’a saldırısını değerlendirerek başlayalım isterseniz...
• İslâmoğlu-İnan: İlkin İsrail’in zamanlamasına dikkat etmek lâzım. Bombalama başlamadan on gün önce Fransa Devlet Başkanı Jacques Chirac geliyor Beyrut’a. Chirac’la Lübnan Başbakanı Refik Hariri Lübnan’ın onarımı için bir antlaşmaya varıyorlar. Lübnan’ın Ortadoğu’daki eski yerini yeniden almasına yönelik bir adım bu. Zaten 1990’dan sonra altyapı yatırımları yoğunlaşmıştı. Beyrut’un merkezinde birçok uluslararası kuruluş ve Hariri’nin kendi şirketi tarafından finanse edilen bir inşaat faaliyeti var. Hariri bu süreçten kendisi de faydalanıyor ama Lübnan’ı yeniden imar etmek de istiyor; Fransızlarla yakınlığı da var. Chirac’ın antlaşmayı yapıp gitmesinden sonra araya Paskalya giriyor. Paskalya’da bütün dünyadan turistler geliyor Kudüs’e, Doğu Yakası’na, Batı Yakası’na. Ve bu akın geçer geçmez, Paskalya’nın hemen ertesinde başlıyor bombardıman. Burada vurulan, önlenmek istenen, Lübnan’ın tekrar canlanmasıdır. Bunu anlamak için, İsrail’in Lübnan’daki konumuna bakmalı. İsrail’in güneyde 1978’de aldığı, bir şerit halinde uzanan işgal sahası var. 1982’de bu saha kuzeydoğuya doğru genişlemiş. Bu, resmî işgal. Bir de resmî işgal şeridinin ortasında kalan ve Litani nehrini içeren gri bir bölge var. İsrail bu gri bölgede 1982’den beri mevcut. Bekaa, Nebatiye, Sayda, Sidon gibi, resmî işgal bölgesinin dışındaki yerlerde de İsrail tepeler üzerindeki panopticon gibi cam kulelerden bütün alanı gözetliyor. O zaman bombardımana neden gerek duyuyorlar? Öncelikle, Hizbullah’ı vurmak bahanesini bir tarafa bırakmak gerekiyor. İsrail’in Lübnan’da yeterince casusu var. Bunlar aracılığıyla Hizbullah’ın öncü kadrolarının bulunduğu yerleri saptayıp onları ortadan kaldırması mümkün. Zaten harekât süresince öldürülen Hizbullah militanı sayısının çok düşük olması (ilk yedi günde sadece 6) harekâtın asıl amacının Hizbullah avı olmadığını gösteriyor. Tabiî herkesçe bilinen, İsrail Başbakanı Şimon Peres’in Mayıs ayındaki seçimlere Likud’a karşı kuvvetli bir imajla girme kaygısı var. Ne var ki bu kaygı Hizbullah’ı ortadan kaldırmanın ötesinde Hizbullah’ı barındıran ülkeyi, yani Lübnan’ı cezalandırmayı içeriyor. Yani amaç on beş yılı aşan iç savaşı ve İsrail işgalini izleyen 1990 barışından sonra onarılmaya başlanan Lübnan’ı iflâh ettirmemek. İsrail için bu yeni bir girişim değil aslında. 1993’te de altı gün boyunca Güney Lübnan’ı bombalamışlar, Ama son harekât farklı. Bu kez Beyrut’a uzandılar ve özellikle Beyrut’un altyapı tesislerini hedef aldılar. Bir de İsrail’in Litani nehrini tamamen denetimi altına almak, nehrin sularını pompalarla İsrail’e çekmek kaygısından söz ediliyor. Buna karşılık, İsrail bu tür bir girişimi meşrûlaştırmak için, Hizbullah’ın elindeki Katyuşa füzelerinin menzilinin 21 kilometre olduğunu, bu 21 kilometrelik güvenlik kuşağının da ister istemez Litani nehrini içerdiğini savunuyor.
Lübnan’ın canlanması, bu ülkenin ve Beyrut’un Arap modern tarihindeki önemi düşünüldüğünde, bütün Arap dünyasının canlanması anlamına gelebilir mi? Yoksa artık “Arap dünyası” diye bir şeyden söz etmek zaten pek mümkün değil mi, birçoklarının söylediği gibi...?
• Arap dünyasından söz etmek, yirmi sene önceki gibi, pek mümkün değil. Arap dünyası çok farklılaşmış durumda. Biz Amman’dan Şam’a, oradan Beyrut’a geldik; Arap dünyasının bu kısmıyla ve buradaki farklılıklarla ilgili bir resim çizeyim - kaldı ki, Mısır apayrı bir dünya. Bir kere Ürdün, özellikle Amman, çok zenginleşmiş, örneğin on beş yıl öncesi ile kıyaslandığında. Zenginliğin bir göstergesi, şehirin mükemmel bir planlama anlayışıyla ve belirli bir zevk ölçüsüyle onarılıyor oluşu. Bu para nereden geliyor? Birincisi, Körfez Savaşı’ndan sonra Körfez ülkelerinden Ürdün’e gelen Filistinlilerden. Körfez ülkelerinde gerek bankacılık sektöründe gerek iş çevrelerinde etkin olan Filistinliler varlıklı bir üst sınıf oluşturmuşlardı. Bu üst sınıf Körfez Savaşı’ndan sonra servetini Amman’a getirmiş. İkincisi, İsrail’le barış antlaşmaları çerçevesinde ABD büyük para akıtmış buraya. Bu paranın kullanım yeri silâhlı kuvvetlerin azaltılması ve onlara ayrılmış alanların şimdi sivil alanlara dönüştürülmesi. Ürdün’de kırsal alana da çıktık. Kuzeye İrbid’e kadar gittik ve Doğu Yakası’na geçtik. Doğu Yakası çok ilginç bir yer. Bütün o “İsrail çölü yeşertti” mitolojisi var ya, bizi oraların ‘aslında’ çöl olduğuna inandırmış. Oralar çöl değil! Yemyeşil tepelikler, dağlardan toprak kazanarak, taraçalamayla üstün nitelikli tarım yapılan, mücevher gibi, çok güzel bir yer. Zaten 19. yüzyıldan beri mâmur bir bölge. Ürdün Nehri dere gibi küçük bir su, karşısını, Batı Yakası’nı görüyorsunuz: Batı Yakası belirgin bir şekilde yoksul. Çünkü burada İsrail yönetimi suyu tarım alanlarından çekmiş, Yahudi yerleşim merkezlerine vermiş. Sonuçta Batı Yakası’nda tarım yapılamaz hale gelmiş. Meselenin “Arapların tembelliği” ile filan alâkası yok, yani! Bir de, tabir caizse, çok “medeni” bir yer olduğunu söylemeliyim oraların. Arabayla giderken bile yayalar durup sizi selâmlıyor. Toparlarsak; on beş yıl önce de öyleydi, şimdi iyice belirginleşmiş, Ürdün’e bir ‘kan bedeli’ ödeniyor. İsrail’in var olabilmesi için ödenen bir ‘kan bedeli’ bu - ABD, uluslararası teşkilâtlar, Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler Kalkınma Fonu para akıtıyor. İsrail de Filistinlilere “işte sizin ülkeniz var, gidin Doğu Yakası’na, Ürdün’e” diyor. Batılıların düşündüğü model de o. Nitekim son barış görüşmelerinden sonra Batı Yakası’ndaki Filistinlilere de Ürdün vatandaşlığı ve pasaportu verildi.
Filistin Kurtuluş Örgütü’nün sözünü ettiğiniz gibi bir üst sınıfın denetimine girdiği savı, İsrail’le barış antlaşmasına karşı çıkarken Edward Said’in de temel dayanağıydı...
• Tabiî, Filistinlilerden söz ederken “hangi Filistinliler” diye sormak lâzım. Amman’da sözünü ettiğim oluşumun başlangıcı, barış antlaşmasından önce, Körfez Savaşı’nın ardından, Filistin sermayesinin, Amman’a gelmekle, siyasî olarak çok daha etkin bir konuma gelmesi. Filistin sermayesi Körfez’deyken daha dağınıktı, Amman’da yoğunlaştı, kristalize oldu ve bir siyasî kimlik aldı. Hem Ürdün Kralının hem de Yaser Arafat’ın üzerinde bir ağırlıkları var şimdi. Arafat büyük ölçüde artık üst ve orta sınıfları temsil ediyor. Barış antlaşmasını mutlaka Körfez Savaşı’yla süreklilik içinde görmek lâzım.
Sizce, komploculuğa düşmeden, Körfez Savaşı’nın öngörülen, hesaplanan bir sonucunun da bu olduğu söylenebilir mi?
• Hayır. Ama Körfez Savaşı Arapları öylesine ‘yumuşattı’ ki, şu anda hepsi barışa çok hazırlar. Başka çareleri yok! Körfez Savaşı bu ortamı hazırladı. Filistin ulusal hareketinde de, her ulusal hareketin içinde olan ve başarıya ulaşınca açığa çıkan sınıfsal farklılıkların daha erkenden, ulusal hareket başarıya ulaşmadan açığa çıkmasını sağladı. Varlıklı bir üst sınıfın yanı sıra bir de, bu zenginlikten pay almayan, Filistin halkı var. Bu yoksul Filistinliler Batı Yakası’nda ve özellikle de Gazze’de bulunuyor. Gazze çok önemli, çünkü biraz uzakta ve yalıtılmış konumda. Batı Yakası bir ölçüde Doğu Yakası’yla ilişkilendirilebilirken, Gazze bir ada gibi duruyor. Gazze’ye ulaşmak, sermaye aktarımı yapmak da zor. Gazze Arafat’ın kapatması çok zor bir yara. Bu yara kanayacak; Hamas’ı besleyecek yer de Gazze’dir. Filistin hareketi artık sınıfsal olarak çok farklılaşmış bir hareket, bu yapıyı taşımak zorunda.
Açıkça, FKÖ’yü oluşturan örgütlerin Filistin halkının mağdur alt sınıflarını temsil etme yeteneklerini yitirmekte ve bu temsili İslâmcı muhalefetin üstlenmekte olduğu söylenebilir mi?
• O tarafa doğru gidiyor. Son saldırıda İsrail’in Lübnan’da bombaladığı Filistin kampları, Arafat’a karşı olan grupların kamplarıydı. İsrail Arafat’ı savunur bir konuma geldikçe, Arafat kaybedecektir. Dinî harekete kaybedecektir. O kamplar bundan sonra ya Hizbullah’a ya Hamas’a kayacaklardır. İsrail işgali ve askerî hareketleri, kural olarak, dinî hareketleri besliyor. Bunu görmek lâzım. Hamas, Hizbullah kendinden menkûl değil; onları besleyen bir işgal var. Üstelik çok haksız, kendini meşrûlaştırma kaygısı da olmayan, küstah bir işgal bu. İngiltere bile Hindistan’ı işgal ederken hep bir meşrûluk kaygısı gütmüştü örneğin, burada öyle bir şey yok, korkunç bir küstahlık var, bir keyfilik var...
Arap dünyasının bu kısmıyla ilgili resmimizi çizmeye devam edelim. Ürdün’den Suriye’ye girince resim değişiyor. Suriye Türkiye’nin 1950’ler, ’60’lar dönemini anımsatıyor. Ekonomide ithal ikâmesi modeli egemen, siyasî açıdan -Türkiye’den farklı olarak- otoriter popülizm hâkim. Hafız Esad’ın kuvvetli olduğunu hissediyorsunuz. Posterlerini sadece resmî dairelerde değil, özel alanlarda, insanların evlerinde çok görüyorsunuz. Esad’ın “popüler lider” olduğu izlenimini alıyorsunuz. Kadın hareketinden bir hanımla, üniversiteden entelektüellerle konuştuk; bu insanlar elbette rejimden rahatsızlıklarını belirtiyorlar. Sürekli izleniyorlar, ağır denetim var. Buna karşılık sefalet yok. İthal ikameciliğin, “her şeyi biz kendimiz yapıyoruz” havasıyla gelen bir gururu da var. Eski şehrin kapalıçarşısında bir Hıristiyan esnafa dolarla ödeme yapıp yapamayacağımızı sorduğumuzda istemedi: Tarıma, işçilere verilen desteklerin önemli olduğunu, yoksa sosyal bunalıma itileceklerini, bu tür bunalımların da İslâmi harekete yol açacağını anlattı. “Yavaş yavaş açılmak”, “sosyal dengeleri fazla sarsmamak” gibi tercihleri üst orta sınıftan başkalarından da duydum.
Rejimin meşrûiyet temelinin pek güçsüz olmadığı izlenimi doğuyor...
• Öyle. Doğu Avrupa’da olduğu gibi bir bedbinlik, mutsuzluk yok. Bir de Suriye’de şunu farkettim: Ortadoğu’da ‘en Müslüman’ ülke biziz aslında! Yüzde 95 Müslüman olunca!.. Müslümanlığın varyantları da yeni yeni konu ediliyor Türkiye’de. Buralar ise dinî gelenekler açısından çok zengin toplumlar ve hepsi birbirinin içinde yaşıyor. Hıristiyanlığın her türü var: Katolik, Nasturi, Arami, Ermeni-Katolik, Ermeni-Nasturi, Ortodoks. Müslümanların da öyle: Şiiler, Dürziler, vs. Türkiye’deki monotonluk yok. Camiler yaşayan yerler; ibadet yerleri olmanın ötesinde, kamusal alan gereksinimini karşılıyor. Ünlü Emevi Camii’nde insanlar piknik yapıyor -ama rahatsız edici bir halde değil-, iki sevgili elele oturuyor, bir başkası kitabını okuyor -baktım, Kur’an değil!-; insanların rahat ettikleri bir ortam, sonuçta. Bir de, Ürdün de Suriye’de, Mısır’dan farklı olarak nüfus pek yoğun değil ve Türkiye’deki yerleşik yargının aksine, çok temiz yerler buralar; Ürdün, Suriye, Lübnan... Yine Mısır’ın o efsanevi büyüleyiciliğinden farklı olarak, buralar Türkiyeliler için çok tanıdık yerler, gerek beşeri coğrafyası gerek topoğrafyası gerek insan dokusu bakımından... Şam Osmanlı’nın incilerindendi zaten - ve Arap nasyonalizmi düşünüldüğünde söylemesi güzel değil, ama sanki Anadolu coğrafyasının parçası olan yerler buralar.
Suriye’nin İsrail ve Lübnan politikalarını nasıl özetleyebilirsiniz?
• Suriye bir kere bir ulus-devlet; Ürdün gibi yapay bir ülke değil. Rejiminin meşrûiyeti, iktisadî politikası olan bir ulus-devlet ve yavaş yavaş dışa açılıyor. Hem Lübnan hem İsrail meselelerinde “gerçekçi” dedikleri bir politikaları var. İsrail’e karşı “gerçekçilik”, intihar politikası gütmemek anlamına geliyor.
Zaten Golan tepeleri konusunda İsrail’le barış masasına oturmak üzereler. Kimilerine göre Suriye’nin son Lübnan harekâtı karşısında sessiz kalması, harekâtın barış görüşmeleri sırasında İsrail’i dünya kamuoyu nezdinde yıpratacağı inancından kaynaklanıyor. Diğer taraftan Lübnan’ı denetim altında tutmak istiyor Suriye. Hizbullah’ı, bu “gerçekçi” politikaları doğrultusunda, hem İsrail’e karşı hem de Lübnan’ı dizginlemek için kullanıyor. Lübnan’a girdiğinizde zaten Suriye’de gibisiniz: Her yerde Esad posterleri, Suriye askerlerinin barikatları... Suriye Lübnan’da sadece Hizbullah’a silah taşıma izni veriyor. Hizbullah Lübnan parlamentosunda da olan legal bir güç, bir yandan da tek silahlı güç.
Biz Lübnan’a girdiğimizde İsrail bombardımanı başlamıştı. İsrail’in, “Katyuşa füzelerinin geldiği yerleri bombalıyoruz” gibi gerçekle pek bağdaşmayan beyanları var. Bekaa’yı helikopterlerle tarıyorlardı, Bekaa’da uçaksavar da yoktu. Arapça yayın yapan İsrail radyosu, köylerin boşaltılması için çağrıda bulunuyordu. Lübnan radyosu da köylerde kalınmasını isteyen yayın yapıyordu. Fakat güneyden herkes yollara dökülmüş, göç başlamıştı. Beyrut’un merkezi harabe. Güzelim 19. yüzyıl binaları yaralanmış, Şark çıbanı çıkarmış gibiler. Enkazın kaldırılması yeni başlamış. Elektrik kesintileri ancak üç ay önce sona ermiş, bombardımanla birlikte yine kesinti başladı. Zaten İsrail, radyodan bir deklarasyon yayımlayarak 1990’dan beri sağlanan bütün altyapı kazanımlarını ortadan kaldıracağını söyledi! Bir tanesinin onarımı 80 milyon dolara malolacak iki ana santrali tahrip ettiler.
Lübnan’da kimlerle konuştuğumu aktarayım, çizdiğim resmin ne ölçüde temsil edici olduğunun anlaşılması için. Öncelikle, Lübnan Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın oğlu, babasının hukuk firmasının başına geçmiş bulunan Chibli Mellat’la konuştum. Chibli, Lübnan’ın durumunu Sisyhpos’a benzetti. Eskiden İsrail işgaline karşı sol direnişte yer alan, şimdi Beyrut Amerikan Üniversitesi’nde araştırmacı olan Fawaz Trablousi ve Alman ve Fransız diplomatları ile konuştum. Bir de bombardıman üzerine güneyden gelen göçmenlerle görüştüm. Bunları göçmen barınaklarına dönüştürülmüş ve Şii örgüt Emel’in denetiminde bulunan bir okulda ve bitmemiş bir inşaatta ziyaret ettik. Göçmenler ve halktan insanlar, Türk olduğumu öğrenince büyük tepki gösterdiler: İsrail’le işbirliği yapıyorsunuz, bizi bombalıyorsunuz, diye. Türkiye ile İsrail’in ortak uçuş eğitimi projesinden haberdarlar, ondan söz ettiler. Araplar çok yumuşaktır, Türkler gibi huşunetli değildir, seslerini yükseltmezler; bu özellikleri düşünüldüğünde misliyle önemli gösterdikleri bu tepki. İyice genç olanları, üstümüze saldıracak kadar büyük bir kızgınlık içindeydiler. Lübnan eliti, ki üç dilli çok sofistike bir elit, kibarlığından, bu tür suçlamalardan imtina etmişti.
Göçmenlerin yerleştirildiği mekânlar çoğunlukla Hizbullah’ın denetimindeydi. Zaten kamusal hizmetlerin çoğunu, özellikle Güney Lübnan’da, Hizbullah veriyor. Büyük çoğunluk hiç de Hizbullah’ın İslâmi cumhuriyet fikrinin taraftarı değil - Şiiler dahil. Lübnanlılar çok libere bir toplum, böyle bir yönelim zaten beklenemez. Fakat Hizbullah’a mecburlar. Hizbullah her şey. Hariri açıkça, işgal devam ettikçe Hizbullahsız yapamayacağını söylüyor. Dolayısıyla desteği fazla olmayan ama meşrûluğu olan bir yapı, Hizbullah. 1982’deki işgalde direnen esas güçler Emel ve soldu. Hizbullah o dönemde onlar kadar güçlü olmayan bir intihar komandosu idi. Sonra Suriye’nin müdahalesiyle ve diğer grupların silahsızlandırılmasıyla, tek güç olarak Hizbullah kaldı. Şimdi de, yıllardır işgalin ve saldırıların esas ceremesini çeken Güney Lübnanlı sivil ahali, tekrar ediyorum, Hizbullah taraftarı olmamasına karşın, kendisini koruyabilen ve devletin veremediği hizmetleri sağlayan tek güç olarak Hizbullah’a mecbur. Hizbullah’dan kurtulmak isteniyorsa, bunun tek yolu Lübnan devletine omuz vererek bu ülkedeki otorite boşluğunu doldurmaktır.
Böyle bir çözüme Suriye’nin hayırhah yaklaşması beklenebilir mi?
• Bunu kim ister, kim istemez? İsrail istemiyor; çünkü İsrail Güney Lübnan’da kalıcı olmak istiyor. Bu kalıcılığın ne biçim olacağı tartışılabilir. Lübnanlılar İsrail’in, Lübnan’ın iktisadî gücünden korktuğunu söylüyorlar. İç savaşta endüstrinin ve -bilhassa Amerika’nın etkisiyle afyon ekiminin durmasıyla- tarımın ortadan kalkmasına karşılık Lübnan’ın hâlâ çok güçlü bir bankacılık sektörü var. Bu nedenle İsrail’in Lübnan’ın iktisadi rekabetinden çekindiğini düşünüyorlar. Suriye’ye bakarsak, Suriye Lübnan’ın güçlenmesini kesin istemiyor. Lübnan Suriye’nin penceresi gibi. Suriyeliler için, kendi denetimlerindeki bir bölgede dolarla alışveriş, ithal mallar bulma imkânı var Lübnan’da; arada resmen sınır olması da iyi, içerideki dengeler bozulmamış oluyor. Yani resmen bütünleşme de istenmeyen sonuçlar yaratabilir, onun için Suriye zayıf bir Lübnan istiyor. İsrail’in zayıf bir Lübnan’a egemen olması olasılığına karşı da Hizbullah’ı kullanıyor.
O zaman Lübnan’ın ayağa kalkabilmesi ancak güçlü bir uluslararası destekle mümkün.
• Evet, Ürdün’de olduğu gibi. Fransa ve Almanya’nın tercihi bu yönde. Chirac’dan sonra Almanya’nın Lübnan’la görüşmelere oturması bekleniyordu, fırsat verilmedi. Avrupa’da Ortadoğu konusunda göreli bir akl-ı selim vardır her zaman, Amerika’nın irrasyonel yaklaşımına kıyasla.
Bu “büyük güçler” açısından Ortadoğu politikasının geleceğini nasıl değerlendiriyorsunuz?
• Batı monolitik değil. Ama aralarındaki farklılıklara rağmen bütün Batı ülkelerinin ortak hedefi, İsrail’in var olabileceği bir sükûnet ortamı. Körfez Savaşı, Arapların, ne kaybederlerse kaybetsinler pek seslerinin çıkmayacağı bir ortam yarattı. Arapların artık kendi talepleri söz konusu değil; Araplar var olma mücadelesi veriyor. Bu durumda Batı’nın, özellikle de ABD’nin ana meselesi, İsrail’i denetleyebilmek. Bundan sonra sorun İsrail’in kontrol edilip edilemeyeceğidir. Bu nedenle bakılması gereken yer İsrail’in iç politikasıdır, belirleyici öge bu politikadır. İsrail’de, İsrail devletinin politikasının irrasyonelliğini farkeden bir barış hareketi var. Ama diğer taraftan, yeni yerleşim merkezleri meselesinin ateşlediği, çok daha güçlü bir dinî muhafazakâr hareket var. Zaten Şimon Peres’in son ‘şahlanmasının’ bir nedeni de, bu muhafazakâr dalgayı Likud’a kaptırmama endişesi. ABD de Likud’u daha zor denetleyebileceğini düşünerek Peres’in bu harekâtını destekledi. İsrail politikasında her zaman bu irrasyonaliteyi besleyecek öğeler olacak. Bakılacak şey, o öğeleri kimin nasıl siyasal sermayeye dönüştüreceği. Dediğim gibi, esas problem İsrail’dir. Arap dünyasında, Hizbullah, Hamas vb., İsrail’in irrasyonalitesinin ortaya çıkardığı tepkiler, sonuçlar var. Arap dünyasının egemenleri de bu sonuçlardan rahatsızlar; uzun dönemde Suriye de Hizbullah’dan çekiniyor. Örneğin Esad’ın son dönemde İslâmi dozajı arttırması biraz bunun işareti.
İsrail içindeki siyasal ayrışmanın yakın geleceğinden iyimser olunabilir mi?
• İsrail’de siyasal farklılaşma çok yeni sayılmaz, ’80’lerde barış hareketinin ortaya çıkışıyla başladı. Öte yandan Lübnan işgalinin İsrail için çıkarttığı sorunlar da yok değil. Toplum psikolojisi açısından, İsrail Lübnan olayını hazmedemiyor. Örneğin şöyle bir anektod anlatılıyor: 1982 işgali sırasında İsrail askerleri Beyrut’ta evlere giriyorlar. Tabiî Beyrut ise çok güzel, sofistike, köklü, yerleşik, tam anlamıyla umur görmüş bir kent. Evlerde büyük kütüphaneler var. Askerler buralardaki kitapların içine tuvaletlerini yapıyorlar. Bu, bir şeyleri hazmedememenin örneği. Lübnan’ın, özellikle Beyrut’un simgelediği bir yüksek medeniyet dokusu var. Bu, İsrail işgalinin ideolojisinin altını oyuyor. Tipik kolonyal ideolojidir bu, “medeniyet götürüyoruz” ideolojisi. Gittiğiniz yer sizden daha “medeni” ise, bu ideoloji işlemiyor pek! Lübnan’la olan bu özel toplumsal psikolojik boyut, şunu da düşündürüyor: İsrail olgusu, Yahudi entellektüel geleneğine de aykırı bir olay, bir bakıma! Büyük Yahudi aydınları, negatif düşünce içinde, muhalif gelenek içinde temayüz etmişler yüzyıllarca; bizatihi devlet, buna yapısal olarak ters bir oluşum... Toplumsal psikoloji boyutunun yanı sıra, İsrail aslında Güney Lübnan’da da tıkanmış durumda. Güney Lübnan olağanüstü karışık bir toplumsal yapıya sahip, Batı Yakası’ndan da karışık; böyle bir yerde yıllarca işgal ordusu tutmak kolay değil. Katmer katmer sorunlar var ve bunların başında İsrail toplumunun kendi çelişkileri geliyor. Geçmişte Arap nasyonalizminin düştüğü hatalardan birisi, İsrail’i monolitik bir yapı olarak görmekti. İsrail’in çok karmaşık bir toplum olduğunu gözönüne almazsanız, tehlikenin de bütün boyutlarını göremiyorsunuz. Ve böyle derin çelişkileri olan bir toplum, askerî olarak çok büyük bir güce sahip. Buradaki tehlikeyi görmek lâzım. Son olay da insanı bedbinliğe itiyor. Çünkü İşçi Partisi hükümetinin Likud’un sahasında maç oynama ihtiyacına girdiğini gösteriyor. Diğer taraftan İsrail’deki barış hareketini küçümsememek lâzım. Ona omuz verilmesi bütün Ortadoğu’nun geleceği açısından önemli olabilir, kimse bunu yapmayı pek düşünmüyor.
Türkiye’nin İsrail’le yakınlaşma politikasını nasıl yorumluyorsunuz?
• Kendi mantığı açısından, Türkiye’nin birkaç kaygısı var. En önemlisi PKK meselesi ve Suriye’nin Hizbullah’a olduğu gibi PKK’ya da destek vermesi. Suriye, komşularını karıştıracak hareketlere destek vererek kendini dengede tutma taktiğini kullanıyor. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti devleti açısından bakıldığında Suriye’ye karşı önlem almak gerçekçi bir arayış. Bu arayış içinde Türkiye İsrail’le bir ittifaka giriyor. Bu adımın kısa dönemde Türkiye’nin algıladığı biçimiyle PKK tehlikesine karşı nasıl bir yararı olabilir bilemiyorum. Şimdi PKK meselesine girmek istemiyorum, ama orada da tıpkı Hizbullah’ın durumundaki gibi bir neden-sonuç ilişkisi var. Tıpkı Hizbullah olayındaki gibi, nedenleri ortadan kaldırmadan sonuçların üstüne gitmek pek anlamlı olmuyor. Diğer taraftan Türkiye’nin kayıtsız şartsız İsrail’le ittifaka gitmesi çok sakıncalı. Anladığım kadarıyla Türk Hariciyesi İsrail’in durumunu ve Ortadoğu’yu bütünlüklü bir bakışla değerlendirmiş değil. İsrail’le işbirliğine, Suriye’ye karşı yapılacak ilk iş olarak el atıldı. ABD’-deki Ermeni ve Rum lobilerine karşı Kenan Evren döneminden beri Siyonist lobinin desteğine başvurulmuştu zaten. Suriye-Yunanistan ittifakına karşı da refleks olarak İsrail’e tutunulabilineceği düşünüldü. Öte yandan İsrail’in Güney Kıbrıs’ta üsleri var! Bunlardan pek söz edilmiyor. İsrail’le işbirliğine dönük böyle bir politikanın dozunu çok iyi ayarlamaları lâzım. İsrail’in politikalarının âleti olmamak gerekir. Arap dünyasına yabancılaşmamak gerekir. Bu tür bir yabancılaşma Türkiye’nin iç politikası açısından özellikle İran’a yakın İslâmi hareketlere fırsat verme olasılığı olduğu için sakıncalıdır. Son olarak, Türkiye’nin İsrail’e ne kadar ihtiyacı varsa İsrail’in de Türkiye’ye o kadar ihtiyacı olduğunu hatırlamalıyız. İsrail’in Türkiye ile işbirliği artık İsrail’in Ortadoğu’da vazgeçilmez bir güç olarak tanınması anlamına gelmektedir. Türkiye Ortadoğu’da çok önemli bir ülke. Bu önem sadece Türkiye’nin iktisadî ve askerî gücünden kaynaklanmıyor. Türkiye Ortadoğu’daki tarihsel konumunu bu bölgede barış ortamının oluşması ve sürebilmesi için kullanabilir. Bunu yapabilmesi ise taraflar üstü bir politika izlemesine bağlıdır.
Şunu vurgulamalıyım ki, tamamen pragmatik Realpolitik yaklaşımının çerçevesi içinde söylüyorum.
Türkiye’den Ortadoğu’ya bakışta Körfez Savaşı’ndan beri yaygınlaşan bir yaklaşım var. Kabaca: Ortadoğu’nun asla bulaşılmaması gereken bir batak olduğu ve Türkiye’nin önündeki alternatiflerin de, ya buradan yakasını sıyırıp Batı’yla bütünleşmek, ya da Ortadoğu’nun geri ve kaotik dünyasında kaybolup gitmek olduğu söyleniyor...
• Yalnız, Ortadoğu’daki kaotik ortamın büyük ölçüde sorumlusu İsrail ve onun işgalleri, askerî harekâtları sonucu ortaya çıkan ve meşrûluklarını da bu işgallere borçlu olan siyasî güçler. Şimdi Türkiye’de bir yanılgı var. İsrail Türkiye için Batı’yı simgeliyor ve İsrail’le yakınlaşma Batı’yla yakınlaşmanın bir parçası olarak algılanıyor. Halbuki İsrail Türkiye ile yakınlaşarak Ortadoğu’nun vazgeçilmez bir parçası olmayı amaçlıyor. Yani Türkiye İsrail’le ittifak yaparak bırakın Ortadoğu’dan yakayı sıyırmayı Ortadoğu politikasında taraf oluyor.