Cezayir: Kuzey Afrika'daki Kirli Savaş

Cezayir’de vahşet rutinleşti, kanıksandı... Zaman zaman insanın kanını donduran türden cinayetlerin işlendiği bu Mağrip ülkesinden gazetelere yansıyan “boğaz kesme” haberleri bile neredeyse sıradanlaştı.

Geçtiğimiz ay gerçekleşen seçimler sırasında münferit saldırıların dışında herhangi bir olayın meydana gelmemesi de ilginçti. Seçimlerin hemen ardından saldırılar da yeniden başladı. Bu nokta dikkat çekiciydi. Spekülatif bir bakışla bazı çevrelerin sanki olay çıkmasını istemedikleri değerlendirmesi yapıldı.

Bunda İslâmî Selamet Cephesi’nin (FIS) askerî anlamda güç kaybetmesinin de rolü vardı. Bu güç kaybı uzun süredir devam ediyordu. Ama bu toplumsal gücünü yitirdiği anlamına gelmiyordu tabiî. Güç kaybının bir önemli nedeni, devletin İslâmcılara “taş çıkaracak” nitelikte aldığı konrt-terör “tedbirleri”ydi...

1992’de iptal edilen seçimlerden sonra tamamıyla yeraltına çekilen FIS içindeki bölünme yaklaşık bir yıl önce başlamıştı. FIS kurucularından Abbasi Medeni ve Ali Belhac’ın 1991 yılında Şadli Bin Cedid yönetimi tarafından tutuklanmasından önce fikir ayrılıkları söz konusuydu. FIS’in Şurayı Meclisi’ndeki “iki yönetici”nin cihad ilân eden Medeni ve Belhac’ı diktatörlük ve despotlukla suçlaması yönetimin arayıp da bulamadığı bir gerekçeydi. Yönetim bu iki ismi millî güvenliği tehdit ettikleri gerekçesiyle tutukladı ve bu iki lider hâlâ tutuklu. Ama içlerindeki bu bölünme bile FIS’in 1992’de seçimi daha ilk turda kazanmasını engelleyemedi. Çünkü İslâmî Selamet Cephesi’nin yıllardır sürdürdüğü örgütlenme meyvelerini vermişti. Buna, kimlik bunalımı ve tek parti sultasından bıkkınlık, yolsuzluklar ve devlet içindeki yönetici fraksiyonun kirli ilişkileri de eklenince, seçimde tam bir patlama yaşanmıştı. Bu patlama İslâmî olduğu kadar da toplumun küçük bir kısmı hariç, yelpazenin oldukça geniş bir kesiminin toplumsal tepkisiydi.

Ancak devleti kuran parti Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLN) içinden ve onun temsilcisi ordudan çok sert yanıt geldi. Ardından gelen ise korkunç bir İslâmî terör ve onu aratmayacak nitelikteki devlet terörü idi.

Cezayir kanlı bir bağımsızlık savaşını 1.5 milyon şehit vererek kazanmıştı. Yıllarca Osmanlı’nın yönetimi altında kaldıktan sonra Fransız sömürgesi olan Cezayir asıl asimilasyon sürecini de bu dönemde yaşadı. Ülke baştan aşağıya; dili, kültürü, yaşam tarzı ile Fransızlaştırılmaya başlandı. Ancak bunun acısı bağımsızlık sonrası çıkacaktı. Çünkü bağımsızlık sonrası Fransızcayı, ana dili Arapçadan daha iyi konuşan belki Fransızlaştırılamayan, ama kendi kimliğini de bulamayan bir ulus vardı ortada. 1960’lı yılların konjonktürü ve yönetici elitin siyasî eğilimi çerçevesinde kendini Üçüncü Dünya içinde tanımladı ve kendinden menkûl bir “sosyalizm” inşâsına girişildi – ki bu ileriki yıllarda İslâmcılar tarafından bir karşı propaganda malzemesi haline gelecekti. Belki de dünyada nadir görülecek bir örnekti Cezayir’de yaşanan. Onlarca Troçkist danışmanın eşliğinde Bin Bella -ki şimdilerde Paris’te yaşıyor ve İslâmî söylemine rağmen pek de itibar görmeyen bir eski lider konumunda- halka oldukça yabancı bir söylemle ortaya çıktı. Kültür, toprak ve endüstri devrimi şiarı ile ve “sosyalist” danışmanlarıyla giriştiği mücadele kısa süre sonra yerini Arap danışmanlarla sürdürülen, ancak hedefleri aynı olan bir projeye dönüştü.

Bu kez sahnede Bumedyen vardı. Bumedyen İslâmî ideoloji ile bezenmiş bir Arap kültürünü hedefliyordu. İktidarın sürekliliği de buna bağlıydı zaten. Çünkü ülkedeki İslâmcılara karşı kozlarını oynamak zorundaydı.

Üstelik bu Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin bağımsızlık savaşı için yola çıkarken ortaya koyduğu hedefe de aykırı değildi: İslâmî kurallar içinde tam bağımsız, demokratik ve sosyalist bir Cezayir. Cezayir’in ve yönetimin talihsizliği de bu tanımlamadan başlıyordu. Zaman içinde tüm unsurlar rafa kaldırılacak ve geriye İslâmî kuralların ağırlıkta olduğu, hiç de demokratik olmayan bir rejim kalacaktı. Cezayirliler’e de biraz Arap, biraz Fransız, biraz “sosyalist”, ama çokça İslâmî kimlik bırakacaktı.

Ancak petrolden gelen döviz gelirleri ile birlikte Cezayir’in, o dönemin Üçüncü Dünya ülkelerine özgü uygulaması “kapitalist olmayan yol”da az da olsa yol katettiğini teslim etmek gerek. Ama sorun ulusal kimliğin tanımlanması daha doğrusu insanların kendilerini nasıl tanımladığı idi. “Sosyalizmi” inşâ edecek durumda olmayan Cezayir’in önündeki seçenek Araplaşmak-İslâmlaşmaktı.

Yani Arap-İslâm senteziydi. Ama özellikle Bumedyen ve sonraki liderlerde vurgu, ikincisine yani İslâmlaşmaya yapıldı. Bağımsızlıktan bu yana tüm liderlerin bir politik araç, verilmesi gereken taviz, iktidarda kalmanın bedeli olarak gördüğü İslâmcıların sonradan iktidara talip olması bugün hiç de şaşırtıcı değil. Yıllar boyu İslâmcılara çeşitli tavizler veren Cezayir yönetimi, İslâmcılara göre laik ve sosyalistti. Aslında ikisi de değildi

Bağımsızlık yıllarının heyecanı sona erdikten sonra iktidar mücadeleleri içinde geçen sürede bize pek de yabancı olmayan uygulamalara gitmiş. Örneğin, Bumedyen yönetimi döneminde ülkede cami ve mescit furyası, resmî dini kampanyalar başlamıştı. Fransız kolonyalizmine duyulan tepki ile Cuma hutbeleri toprak reformunun desteklenmesine ayrıldı. Troçkist kadroların yerine İslâmcı kadroları dolduran yine aynı kişiydi. Yıllar içinde bu örnekler çoğaltılabilir...

Ama İslâmcılara verilen en büyük taviz ve Cezayir’in laik olmadığını gösteren en önemli belge 1984’te çıkarılan Aile Yasası’ydı. Maddeleri tek tek sıralamaya gerek yok. Kadını birey olarak var olmaktan çıkaran, evlilik, eğitim, çalışma, boşanma ve miras konularında kadını tamamıyla erkeğin vesayeti altına alan bu yasa herhangi bir İslâmi yönetimce değil, “laik” Cezayir yönetimi tarafından çıkarılmıştı. Bu Şer’i yasa çıkarılırken yönetimin çevresinde herhangi silahlı bir çete de yoktu.

Yani “laik” yönetimler tarafından İslâmcılara verilen tavizler ’90’ların başında FIS’in kendi deyimi ile “koşulların oluştuğu” bir dönemi başlattı. Ama bu sadece dış dinamiklerin etkisi ile gelişen bir süreç değildi tabiî ki. Ülkenin kendi İslâmî iç dinamiği de söz konusuydu. Devletin İslâmcılar için çıkardığı birçok kanunu ülkenin iç dinamiklerini gözeterek çıkardığını düşünmek pek doğru olmaz. İslâmcıların da devletten kopardıkları bu tavizleri yıllar sonra farklı bir pratiğe dökme niyeti olmadıkları da pek inandırıcı olmaz... Söylemleri ağdalı bir anti-laik, anti-komünist ve anti-demokratik kavramlar içeren İslâmcıların belki basit gibi görünen, ama en çarpıcı girişimleri bu pratiğin ipuçlarını veriyordu:

“...Örgütlenme yolunda ilk adım, bir üniversitede mescit kurma girişimi ile atıldı... O sırada üniversitede mescit kurma kaydadeğer bir olaydı... Öğrenci derneği, devletin denetimindeki komünistlerin egemenliğindeki bir dernekti... Uzunca bir konuşmadan sonra niçin mescit ‘kurmamız gerektiği’ konusunda doyurucu açıklamalar yapamayınca pes ettiler ve ‘paranız varsa kurun’ dediler. ... Kent esnafı ve tüccarı arasında bağış toplamaya başladık. Böylece ilk kurduğumuz üniversite mescidi, bizim açımızdan yıkılmayan bir kale oldu. Bize ait kurtarılmış bir topraktı o.” (Aktaran: Faik Bulut, Şeriat Gölgesindeki Cezayir).

Tabiî ki bu kurtarılmış topraklar artarak devam etti tabiî ki devletin gözetiminde... Aslında FIS’in kurucularından Abbasi Medeni’nin FLN’in önde gelen isimlerinden olduğu ve Medeni gibi birçok FIS taraftarının FLN içinden çıktığını düşünürsek, hem devletin hem de İslâmcıların nasıl bir altyapıyı paylaştığını daha iyi anlayabiliriz. Kısaca, bugün devlet mücadele verdiği İslâmcıları aslında kendi bahçesinde yeşertmişti; devlet İslâmcılarla ayakta kalmış, İslâmcılar da devletle...

Bugün Cezayir kanlı ve kirli bir savaşın çaresizliğini yaşıyor. Gelinen nokta satrançtaki “pat” durumunu çağrıştırıyor. Çünkü ne devlet kendi elinde büyüttüğü İslâmcı terörü nasıl engelleyeceğini biliyor ne de İslâmcılar yarattıkları kan gölünün içinden nasıl çıkılacağını... Üstelik devletin yıllarca İslâmcılarla içiçe yaşarken sindirdiği ve birçoğunun yurtdışına kaçmasına neden olduğu her türlü sol ve demokrat muhalefete ihtiyacı olduğu da ortada. Bu Cezayirli sosyalistlerin, İslâmcılara karşı devletle birlikte mücadele ettiği anlamına gelmiyor tabiî ki. Orduya ve İslâmcılara karşı aynı oranda mücadele veren Cezayirli sosyalistler de var. Troçkist eğilimli İşçi Partisi bunlardan biri. İşçi Partisi meclise dört milletvekili sokmayı başardı. Partinin önde gelen isimlerinden sosyalist-feminist Louisa Hanoun, ordu ve İslâmcılara karşı sesini yükselten milletvekillerinden. Hattâ bu konuda bir kitabının Türkiye’deki konjonktür nedeniyle ve tepki çeker kaygısıyla basımının bir süre ertelendiği biliniyor.

FIS, eskisiyle karşılaştırırsak politik faaliyetlerini durdurmuş durumda. Fransa’dan Almanya’ya taşınan lider kadronun parlamento seçimlerini açıktan boykot çağrısı yapmamış olması da örgütün bundan sonra nasıl bir tavır takınacağını bilmemesinden kaynaklanıyor. Ama FIS’in herhangi bir çağrısı olmamasına rağmen sandık başına gitmeyenlerin bir kısmının FIS sempatizanları olduğu ortada. Ancak bu ülkede olanları değiştirmiyor. Her şey birbirine karışmış durumda.

Eylemleri kimin yaptığı net değil. İslâmcıların kestiği boğazlar kadar devletin de Ninjalar ve köy korucuları aracılığı ile işlediği faili meçhullerin sayısı bilinmiyor. FIS’in politik faaliyetlerini durdurmasının bir nedeni de bu. Ülkede herkes bu karanlık suda yüzerken, korku, sindirilmiş halkın hücrelerine nüfuz etmiş. FIS silahlı eylemlerini AIS yani Silahlı İslâmî Cephe aracılığı ile yürütürken, kan davalısı diğer İslâmî grup GIA yani Silahlı İslâmî Cephe daha kanlı eylemlere yönelip inisyatifi ele geçirmek niyetinde. FIS’in önde gelen isimlerini öldüren GIA’nın içine devletin çeşitli yöntemlerle sızdığı da söyleniyor.

Zaten bazı eylemlerde niçin silah kullanılmadığının ipuçları da burada yatıyor. Silah kullanılmıyor, çünkü insanı dehşete düşüren “kafa kesme” Cezayir’de sanki ritüele dönüşmüş. Birincisi, kimsenin, hattâ komşunun bile ancak ertesi sabah öğrenebildiği katliamlar sessizce gerçekleştiriliyor. İkincisi arkada kanıt kalmıyor. Silah kullanmadığı için katliamlar konusunda herhangi bir ipucu bulunamıyor. Sayıları bugün 100 bine varan ölü sayısında İslâmcıların payı büyük. Ancak son iki yılda devletin özel güçlerinin, kırsal bölgelerde tamamıyla bizdeki “köy koruculuğu” uygulamasını hatırlatan patriot yani vatansever uygulaması ile bu ölü sayısına katkıda bulunduğu da ortada. Halk ise devlet, ordu ve İslâmcılar arasına sıkışmış durumda. Yaşadığı bölge, şehir ve semtlerdeki hâkimiyete göre safını seçmek ya da öyle görünmek zorunda. Zorunda çünkü çaresiz. Çift taraflı bir terör arasında.

Sandık başındaki umutsuzluk da bundan kaynaklanıyor. Halk terörün sona ereceğine inanmıyor. Her ne kadar yeni kurulan hükümeti Cumhurbaşkanının desteklediği Ulusal Demokratik Parti, Ulusal Kurtuluş Cephesi ve “ılımlı” İslâmcıların partisi Toplumsal Barış Hareketi oluştursa da bu hükümetin ülkedeki durumu çok da değiştireceği tahmin edilmiyor. Eskiden ismi Hamas olan Toplumsal Barış Hareketi’nin hükümete alınmasının anlamı da var tabiî ki. Yönetim İslâmcıları sistem dışında bırakmadığını kanıtlamaya çalışıyor. Ama onlara da mecbur görünüyor. Çünkü meclisin üçte birini eski Hamasçılar ve liderliğini eski FIS’ci Caballah’ın yaptığı Nahda hareketinin milletvekilleri oluşturuyor. Bu iki partiden özellikle Nahnah’ın Hamas’ı FIS ve GIA tarafından pek itibar görmüyor. Gerekçe ise sistemle uzlaşma.

AIS ve GIA’nın politik faaliyetten çok şiddete yönelmesinin temel nedeni ise şiddeti artık bir politik yöntem olarak belirlemeleri. Belki de son kişi kalana kadar savaşmak, Cezayir insansızlaşana kadar savaşmak. Çünkü FIS üyelerinin Hazreti Muhammed’in İslâm devleti kurmak için 13 yıl mücadelesini örnek alarak “daha 5. yılımızdayız” demeleri önümüzdeki dönemlerde de akacak kanın habercisi gibi.

Rejimin hâlâ meşrûtiyetini sağlayamaması ve muhalefetin yıllar içinde bastırılması belki de bugün ülkenin içinde bulunduğu durumun ana nedeni. Üstelik sol ve demokrat muhalefetin bastırılması sürecinde İslâmcıların seslerini çıkarmaması ve dışarıdan izlemeleri, İslâmcıların muhalifliği konusunda da ipuçları veriyor Cezayir’de. Bu anlayışın birçok ülkede benzer karşılığı olan evrensel bir İslâmî anlayış olduğu da söyleniyor. FLN, her türlü muhalefeti kontrol altına almak için İslâmcıları da kullanırken, ülkedeki görece ilerici ve laik kesimi oluşturan Berberilerin karşısına yine İslâmcıları çıkarıyordu. Ancak rejim ayakta kalma uğruna kullandığı “İslâmcı silahı”nın daha sonra kendisine döneceğini hesaplayamamıştı. Bu hesabı iyi yapan İslâmcılar koşulların tamamıyla oluştuğunu anladıkları an hedef olarak sokağı gösterdiler. Rejim İslâmcıların takıyyesini anlamakta geç kalmıştı. Çünkü ortada Cezayir yönetimine olduğu kadar İslâmcılara karşı duracak bir muhalefet de kalmamıştı.

Türkiye’ye gelecek olursak. Birçok benzerlikleri ve farklılıklarına rağmen, Türkiye’nin Cezayir olmayacağı ortada. Ancak ortada olan “Türkiye’nin başka bir şey olabileceği”. Çünkü Türkiye’de ve Cezayir’de rejimin bekası adına atılan adımlar ve İslâmcılarla ilişkiler konusunda oldukça benzerlikler var. 1980 sonrasında Kenan Evren cuntasının uygulamaları hâlâ akıllarda. Üstelik muhalefetin nasıl bastırıldığı da. Hatırlanması gereken bir diğer nokta da rejimin bekası uğruna İslâmcıların devlete verdikleri destek, sosyalist ve demokratlara yönelik baskıları dışarıdan seyretmeleri... Tıpkı Cezayir’de seyrettikleri gibi...

Türkiye’deki İslâmî basın Cezayir’de olanların tek sorumlusu olarak devleti ve orduyu gösteriyor. Buraya kadar doğru olan tespitte, İslâmcıların yarattığı terör es geçiliyor. Hattâ zaman zaman kullandıkları koyu anti-komünist söylem, farklı bir destek buldukları an değişebiliyor. Örneğin, Cezayir sosyalist milletvekili Hannoun’un “Ben İslâmcılara sonuna kadar karşıyım, fakat Cezayir’i bu hale getirenler, İslâmcılar değil, aksine sömürgeci Batı’nın uşaklarıdır. Kan dökenler, boğaz kesenler, kısacası ülkeyi intihara sürükleyenler, faşist generallerdi” sözlerini Türkiye’ye gönderme yaparak kullanabiliyor İslâmî basın.

Cezayir’de yaşananlar kanlı bir paylaşım savaşını çağrıştırıyor. İç aktörlerinin yanında dış aktörlerin de olduğu bir savaş bu. Özellikle Fransa’nın etkisi sürüyor Cezayir’de. Petrol ve doğalgaz yatakları nedeniyle Fransa, Cezayir’de insan hakları ihlallerini görmezlikten gelebiliyor, ordunun hoşuna gitmeyecek tavsiyede bulunamıyor.

Ama İslâmcılar da yalnız değil tabiî ki. Başta İran olmak üzere Sudan ve Libya’dan maddi destek sağlanıyor. Merkezi Londra olan silah sevkiyatının finansmanı bu ülkelerden sağlanıyor. Amerika ile de dirsek temasında FIS. Hattâ Amerika’nın el altından FIS’le görüşmeler yaptığı söyleniyor. Amerikan basınında sadece orduyu eleştiren haber ve yorumlar çıktığı düşünülürse, söylenenlerin pek de yanlış olmadığı görülebilir.

Cezayir, İslâmcıların deyişiyle “en önemli kale”. FIS’e göre bu kale düşerse tüm Mağrip ülkeleri iskambil kâğıdı misali yıkılacak. Fas, Tunus, Libya ve Sudan’ı da içine alan bir kuşak oluşacak. Yani İslâmcıların Cezayir’e yüklenmeleri nedensiz değil.

Cezayir’deki rejimin sorunu ise kendi bekası. Bu yolda her türlü yöntemi deneyecek. Ama çifte şiddet yaşayan Cezayir halkı için çözümün anahtarı rejimi oluşturan tüm unsurlara karşı demokrasi ve sivilleşme mücadelesi vermesi gibi görünüyor. Bu çok zorlu bir süreci gerektirse bile Cezayir halkının tarafları belli olan bu riskli savaşın üstesinden gelebilmesi için başka şansı yok.

METE ÇUBUKÇU