Postmodern Darbeden Sonbahar Şenliğine

27 Şubat’taki o ünlü MGK toplantısından sonra kamuoyunun bir darbe beklentisine kapıldığı günlerde, bir süre gelişmelerin seyrini izledikten sonra, bildik biçimiyle bir darbenin beklenmemesi gerektiğini söylemiş ve ardından da darbenin zaten gerçekleşmiş veya gerçekleşmekte olduğunu belirtmiştik.

Postmodern zamanlara uygun bir darbe biçimiydi bu. Form olarak darbeden ziyade -12 Mart’ta bildiğimiz- “müdahale”ye benzer gözüküyordu. Örneğin 12 Mart’ın ünlü “muhtırası”nın yerini bu kez “MGK kararları” almıştı. Ama, malûm, 12 Mart’ta muhtıraya muhatap olan hükümet derhal istifa etmiş iken bu kez, 27 Şubat’ta muhtıra -MGK kararları- hükümete imza ettirilmiş idi.

12 Mart’ta yeni bir hükümet kurdurulmuş ve müdahalenin mantığı ile uyarlı Anayasa değişiklikleri ve öteki düzeni koruyucu önlemler alındıktan sonra yeniden “normal” parlamenter düzene geçilmişti. 27 Şubat sonrasında ise ne hükümet değişmiş, ne Anayasal, hattâ yasal bir değişiklik isteği gündeme getirilmiş; sadece bazı yasaların “gereğince” uygulanması ya da uygulamaya hız verilmesi talep edilmiştir. Ancak bu “resmî görüntü”dür. Fiilen ise ordu uygulamaya ya bazen bizzat girişmiş veya denetim birimleri kurup faaliyete başlatmış, ya da daha önemlisi kendisini bizatihi yürütme organı yerine koyan, hattâ onun dahi yetkilerini aşan bir fiilî konum sahibiymişçesine davranarak birtakım çerçeve kararlar almıştır. Ünlü “konsept değişimi, iç düşman tespiti” ve bu çerçeve tespit ve kararların ilgili resmî -ve hattâ sivil- kuruluşlara tebliği anlamına gelen o “brifingler”in siyasal anlamı budur aslında.

Bütün bunlar olurken Refahyol hükümeti adeta yokmuş gibi durmayı seçti. Gerçi arada örneğin Adalet Bakanı “biz burada bostan korkuluğu muyuz” der gibi oldu ama, hükümetin başındakiler ses etmemelerinin “icabettiği”nin farkındaydılar. Ve galiba o andaki pozisyonlarının “müdahale”ye muhatap hükümet ile müdahale sonrası hükümet karışımı bir şey olduğunu biliyorlardı. Dolayısıyla Şubat’tan Haziran ortasına kadarki dönemi aynı hükümetle, ama müdahale ve müdahale ertesi dönemi bir arada, içiçe yaşayarak geçirdik denilebilir.

Bu bakımdan kurulan ve kesinlikle güvenoyu alacak gözüken Mesut Yılmaz hükümetini de bir “müdahale sonrası/geçiş hükümeti” olarak niteleyebiliriz. Yani, bildik müdahale şemasına göre, dört ay önce istifa etmesi “gereken” Refahyol hükümetinin yerine kurulabilecek bir “ara rejim” hükümetinin gecikmişi gibi duran, ama aslında darbe döneminden çıkışı, statükonun yeniden oturmasını teminle “mükellef” bir hükümet bu.

“Darbe” programı uygulanmadı ki geçiş dönemine girilsin diye itiraz edenler olabilir. Bunlar, örneğin “baş düşman”ın ezilmesi şöyle dursun, ünlü sekiz yıl için dahi hiçbir adım atılmadığı halde, nasıl olur da darbeciler “geçebilirsiniz” demiş olabilirler diye soracaklardır. Üstelik bir de Yılmaz hükümetinin programında bu sekiz yıl konusunun derhal ele alınacağına dair hiçbir söz verilmemişken...

Bu itiraz sahipleri, yaşadığımız postmodern darbenin “laikliği kurtarmak”, “irtica tehlikesini yok etmek” vb. gerekçelerle yapılmış olduğuna inanmayı hâlâ sürdürenlerdir. Oysa bunlar, -bu dergide başından beri vurguladığımız üzre- asıl yapılmak istenen şeye bulunan bahaneler, giydirilen “ideolojik” kılıflardı. Çok geçmeden daha açıklıkla göreceğiz ki; ne RP -olağanüstü bir gelişme, bir tahrik olmadıkça- kapatılacak, ne -zımnen RP’yi hedef gösteren- dış düşman tespiti resmîyet kazanacak, ne de askerler şu sekiz yıl bahsinde o denli ısrarlı olacaklardır. Ama buna rağmen darbeyi gerçekleştiren ordu istediğini büyük ölçüde almış, temin etmiş sayılmalıdır.

Çünkü onun asıl istediği, Türkiye’deki düzenin merkezinde başgösteren zaafın, ortaya çıkan boşluğun ve böylece doğan istikrar sorununun, istenmeyen güçlerce ve istenmeyen bir tarzda çözümlenmesi girişimini önleyebilmekti. Söz konusu zaaf ve boşluk halen giderilmiş değildir, ama ordu bu soruna fiilen el koymuş, yapılacak düzenlemenin normlarını koyarak kenara çekilmiştir.

RP’nin bu düzenlemeye -daha doğrusu merkezin yeni kombinezonuna- dahil edilmeyeceği besbellidir. Ama bunun nedeni RP’nin “irtica tehlikesi”ni temsil etmesi değildir aslında. Onun laikliği tehdit ettiği, hattâ ortadan kaldıracağı iddiası dahi hayli su götürür. RP, en kestirme bir ifadeyle kapitalizme iyice entegre olmuş bir “İslâm”ı, temsil etmektedir, sırf şekle indirgenecek bir İslâmî hayat tarzı görüntüsü altında hızlı bir kapitalistleşmeyi, örneğin Uzakdoğu “kaplanları”na benzer bir ülke haline gelmeyi “ideal” sayan kesimlerin -neredeyse mutlak- denetiminde bir partidir RP.

Bu gerçek kimliğiyle RP’nin Atatürkçü laiklik ile de, ülkedeki -ordu dahil- iktidar odaklarıyla da “uzlaşmaz bir çelişkisi” yoktur. Uzlaşmaya da hazırdır. Fakat RP aynı zamanda, 1980’lerle birlikte yükselen, yeni ve ciddi bir kitle hareketi boyutlarına ulaşan bir İslâmî hareketin de odağındadır. “Doğal olarak” ona “yönelen” bu İslâmî hareketi oluşturan talepler ve tepkiler yığınının önemli bir kısmı RP merkezinin aslî niyet ve plânı ile uyuşmuyor, hattâ bazen oldukça belirginleşen bir anti-kapitalist bir muhteva taşıyor olsa da, RP’yi 1990’larda birinci parti haline getiren de bu popüler destek/harekettir.

RP, bir ara yüzde 30’lara varan bu halk desteği ile siyasal düzenin merkezindeki boşluğu doldurmaya kronikleşen zaafı gidermeye talip oldu. Bu dergide defalarca belirtildiği üzre merkezin aslî bileşenlerinden biri olmasının -büyük sermaye, büyük medya ve ordu tarafından- “kabul edilmesi” karşılığında her türlü tavizi vermeye de içtenlikle hazırdı. Ama ardındaki o popüler desteğin yerine koyacağı sayısal desteğin kapıları açılmadıkça o “içtenliğini” apaçık kanıtlamak da istemiyordu elbette. O umulan sayısal desteği de hâlâ merkez sağ partilerin ardında duran “oy depolarından” bekliyordu. Merkez sağ partilerin krizi, kitle desteklerinin sürekli azalışı ve gevşemesi “tarihî bir imkân” sermekteydi önüne. RP’nin şaşırtıcı ölçüde çok taviz vererek DYP ile, onun boydan boya şaibeye batmış genel başkanı ile koalisyona girmesi de bu yüzdendi. Bu hükümet döneminde patlayan Susurluk, Yüksekova skandalları karşısındaki tavrı da aynı nedenle açıklanmalıdır.

RP, özellikle bu iki konudaki tavrıyla “merkeze kabulü”nün önündeki en büyük engele, orduya “güvenilir” bir ortak olabileceği mesajını vermeye uğraştı. Kuşkusuz Tansu Çiller’i aklamakla ve devlet aygıtındaki ürpertici kirlenmeyi örtbas etmeye çalışmakla kendini birinci parti haline getiren “İslâmî duyarlılığa” ciddi bir hayal kırıklığı verdiğinin farkındaydı ve 1997 Şubat’ında bu “arıza”yı biraz olsun tamire çalıştı. Taksim’e cami -Ayasofya’yı ibadete açmak da olabilirdi- şekli, sembolik jestlerle o “duyarlılığı” oyalama ihtiyacını duydu.

Ve görüldü ki; RP’nin İsrail’le anlaşma imzalamak da dahil verdiği onca tavize, Tansu Çiller ve Susurluk’un kirliliğine gönüllü olarak ortak olmasına rağmen ardındaki kitle desteği hâlâ durmaktadır. Bunu ancak iki şekilde izah etmek mümkündür: Ya RP tüm seçmenleriyle birlikte gayet kapsamlı bir “takıyye” yapmakta, yani “taban”, merkezin verdiği tavizlerin geçici olduğundan, “köprüyü geçene kadar” verildiğinden gayet emin olduğu için desteğini sürdürmektedir; ya da merkez ile taban arasında son derece sıkı ve sağlam bir itaat ilişkisi var olduğundan taban en ufak jestlerle yetinecek kadar sadıktır partisine.

27 Şubat’taki ünlü MGK toplantısına varan süreçte ilk izah ağırlıklı biçimde kullanıldı ise de; siyaseten ikincisinin daha bir dikkate alındığı belirtilmelidir. Ve sanırız ordunun tavrı da bunun üzerine oturtulmuştu. Yani ordu açısından RP’nin bir siyasal aygıt/kadro olarak ideolojisi veya projesinden ziyade, popüler desteğinin bu oturmuş, organize niteliği dikkate alınmış olmalıydı. RP’nin düzenin merkezine -bu haliyle- kabul edilemez olduğuna dair karar, ordu tarafından, bu nokta kıstas alınarak verildi.

Şimdi bir an orduyu, herhangi bir devlet aygıtı ya da tek endişesi laikliği... korumak olan kollayıcı bir kuvvet olarak değil de, bir siyasal güç, yani amacı iktidar ve iktidarını genişletmek olan bir siyasal parti gibi gözönüne getirin. Ki TC ordusuna bu gözle bakabilmek için öyle fazla bir soyutlamaya da gerek yok.

Türkiye’nin özgül durumunda -hattâ yapısında- bu “siyasal parti”nin iktidarda -Anayasayla “teminat” altına alınmış- ciddi bir payı olduğu malûmdur. Esnemeye, yani genişlemeye pek müsait tarifiyle bu iktidar payı sayesinde ordu, tek partili hükümetleri dahi bir ortağı varmışçasına davranmaya icbar eder. Şüphesiz “sivil” ortağı (ya da ortakları) zayıf olduğu oranda ordunun mecbur edici etkisi de artar; bir başka deyişle ordunun fiilen kullandığı iktidar alanı genişler.

1980’lerin ortalarından beri, ordunun muhtemel sivil ortakları -yani başlıca merkez sağ ve sol partiler- sürekli bir oy kaybı, militanlık sayı ve derecesinde azalma ve prestij düşüşü ile karşı karşıyadırlar ve bu süreç önlenememektedir. Türkiye’deki iktidar blokunun öteki bileşenlerinin kaygıyla izledikleri bu süreç, bir yanıyla ordunun iktidar payını fiilen genişletmesi gibi bir sonuç yaratmış ise de bir noktadan itibaren onu dahi düşündürür hale gelmiştir. 1990’larda dünya dengelerini önemli ölçüde değiştiren, belirsizleştiren bir dizi gelişmenin ve bu arada Türkiye’nin “Kürt sorunu” ile yüzleşmesinin belirlediği koşullarda bu acil bir ihtiyaca dönüşmüştür. Bütün bir iktidar bloku ve bu arada ordu, mevcut siyasal düzenin merkezindeki bu zaafın nasıl giderilebileceğini araştırmaya koyulmuştur. Kürt sorununun ağırlaştığı konjonktürde merkezin MHP ile takviyesi gündeme gelmiş, ama bu takviyenin nereye yapılacağının yanısıra yeterli olamayacağı, MHP’nin o ünlü “2000’li yıllar perspektif(ler)i” için kifayetsiz olduğu anlaşılmıştır.

Buraya kadar, düzenin merkezindeki zaafı giderme, merkezi takviye projeleri “geçmiş”in ışığında düşünülmekteydi. Yani parlamenter bir düzende, toplam olarak oyların üçte ikisini alabilecek, sağlı sollu, iki-üç partili bir merkez öngörülmekteydi. Oysa merkez etrafında böylesi bir çoğunluğu oluşturmanın ve hele bunu iki-üç parti üzerinden sağlamanın imkânı yoktu ve galiba da artık olmayacaktı. Siyasetin teknikleşmesi, medyatikleşmesi ve siyasal partilerin şirketleşme benzeri bir rotaya girmeleri, söz konusu merkez modelinin dayanağı olan -orta vadede- kalıcı toplumsal destek faktörünü süratle aşındırmaktaydı. Hızla “kimlik” ve program değiştirebilen, ideolojilerine, sıfatlarına göre değil de “seçmen pazarı”nın anlık ihtiyaçlarına göre imaj, dil ve programlarını neredeyse toptan “yenileyebilen” bu partilerin artık kalıcı bir toplumsal destekleri olduğundan söz edilemezdi. Kuşkusuz bildik anlamda parti(ler)in, hattâ “parlamenter sistem”in sonunu getirecek yönde gelişmeydi bu. Ama iktidar sahipleri için bundan dolayı kaygılanmak değil, bu koşullarda iktidarı sürdürmenin yeni modellerini devreye sokabilmek sözkonusu idi.

Türkiye, yani iktidar blokunun bileşenleri, o modeli bulmuş değillerdi, ama tam bu sırada RP gibi eski model üzerinden bu bloka katılmak isteyen bir güç/hareket ile karşılaşmışlardı. RP, belki oy oranı itibariyle merkez sağ partilerden fazla ileride değildi, ama seçmeninden gerçek bir destek ve bağlılık gördüğü söylenebilecek yegâne büyük partiydi. Ayrıca mevcut merkez sağ -hattâ kısmen merkez sol- partilerden oy çekebilme ihtimali her zamankinden daha fazla mümkün bir parti olarak durmaktaydı. Eğer bunu bir ölçüde başarır ve merkezin yüzde 30’ların üzerinde oya sahip bir bileşeni olarak “sivil iktidar” konumuna yerleşirse, “laiklik”ten çok daha önce iktidar bloku içindeki “güç dengesi”ni özel olarak da ordunun -şu son yılların konjonktüründe- “kendiliğinden” artan iktidar payını “zorlaması” kaçınılmazdır.

Sanırız meram ifade edilmiştir. Yani RP’nin şahsında “tehlike”de olan şey laiklik değil, ondan ziyade bahsedilen iktidar paylarıdır, iktidar blokunun “iç denge” statükosudur.

RP’nin iktidarı terk etmesi ile “anti-laik tehlike”nin de tedavülden çekilmesi bunun en açık göstergesidir. Geçerken belirtelim ki, şimdilik RP’ye “iktidar verilmeyeceği”ne dair bilginin RP’ye son akan seçmenleri caydırmaya yetebileceği düşünülmüş gözüküyor. ANAP, DSP ve DTP’nin oluşturduğu azınlık hükümetinin, CHP’nin sıkıştırmalarına rağmen bir laik hücum hükümeti gibi iş görmeyeceğini peşinen bildirmesi ve ordunun da buna fazla ses çıkarmamasının nedeni bu. CHP, her ne kadar ordunun gücüne dayanılarak estirilen laik rüzgârdan yararlanmaya gayet teşne gözüküyorsa da; sanırız bu partinin kurmayları da o rüzgârın arkasında duran ordunun, “laiklik” endişesinden ziyade, bahsettiğimiz o çıplak siyasal güç hesabıyla davrandığının farkındadırlar. Bu parti içinde veya çevresinde birilerinin o nostaljik ordu=CHP formülünün yeniden ihya edileceği hayaline kapılmış olmaları mümkündür. Bazıları daha da ileri gidip ordunun Kurtuluş Savaşı günlerinin kalpaklı evresini o “anti-emperyalist” tınılı söylemini yeniden benimseyen bir kimliğe büründüğünü/bürünmekte olduğunu dahi hayal edebilirler. Ama OYAK’ı, on milyarlarca dolarlık reorganizyon projeleri olan “pazar”ı ve 1980’den beri ve özellikle “Kürt sorunu” üstünden on yılı aşkındır sürdürdüğü “pratik” ile ordu, o hayallere kapılmayacak denli “realist”leşmiştir.

Eğer Yılmaz hükümeti en geç 1998 baharına kadar ülkeyi erken seçime götürme başarısını gösterir ve bu arada büyük bir hata yapmaz ise, bu koalisyonun seçimin galibi olarak çıkma ihtimali de artacaktır. Aralarına Çiller’i ve ekibini silkelemiş bir DYP’yi “ikincil ortak” olarak alma şıkkını da hesaba katan bir ANAP-DTP ittifakı ile mi olur, yoksa DSP’yi de içine alan daha geniş bir “restorasyon cephesi” biçiminde mi olur şimdiden bilinmez ama; mevcut düzen güçlerinin önümüzdeki dönem üzerine oynayacakları siyasal alternatifin merkezinde ANAP’ın olacağı artık besbellidir.

Hükümet sözcüleri, daha ilk konuşmalarından itibaren, hükümetin ordu denetiminde bir ara rejim hükümeti gibi görünmemesi için özel bir gayret göstereceklerinin işaretlerini vermişlerdir. ANAP ve DTP bunun yanısıra merkez sağ seçmene ve RP tabanıyla çevresine “dinî talep ve kazanımlar” bahsinde -DP ve AP’nin izlediği- “eski” çizginin daha emin ve sağlam olduğu fikrini vermeye de bilhassa önem vereceklerini belli etmişlerdir. Hükümetin sekiz yıllık kesintisiz eğitim konusundaki programı bunun kanıtıdır. Yılmaz’ın gayet ihtiyatlı, ama eğilimini de belli eden bir dille ordunun “iç düşman” tespitine dair söyledikleri de aynı amaca matuftur. Ordunun şimdiye kadar “kazandıklarını” ellerinden alabileceği tehdidi karşısında, işin bu noktaya gelmesine RP’nin sebep olduğu fikri iyi işlenirse, ANAP ve DTP, RP oylarından kendi hesaplarına ciddi bir kayma olabileceğini hesaplıyorlardır kuşkusuz.

Ancak ANAP ve DTP’nin kritik hamlesi asıl olarak DYP üzerinde oynanacaktır. Bir yandan hükümet kapısı bu partiye açık tutulurken, bir yandan da DYP’nin Çiller’i silkeleyip atmaya “teşvik” edilmesi gibi incelikli bir politikayı maharetle uygulayabilme ölçüsü bu hükümetin de, Mesut Yılmaz’ın da erken seçimin de hattâ -dolaylı biçimde de olsa- RP’nin de kaderini belirleyecektir.

Son derece hareketli, bir sonbahar yaşayacağımız kesindir.