Mutlu Yalnızlık: Gilles Deleuze’ün Mektupları

Gilles Deleuze’ün mektuplarından, kıyıda köşede kalan, arşiv değeri yüksek metinlerinden oluşan bir seçki 2015 yılında David Lapoujade’ın editörlüğüyle Fransızca yayımlanmıştı. Bu yıl, İngilizce edisyonu yayımlandı[1]; 2007’den beri “yeni” materyal barındıran ilk Deleuze kitabı. Çağdaşları, dostları Michel Foucault ve Jacques Derrida’ya göre daha seçkin bir okuyucusu olan bir düşünür Deleuze. Anglofon akademi Foucault ve Derrida’yı kendi suretinde başarıyla yeniden yaratırken akademik çevreler Deleuze’ü çağdaşlarından genellikle ayrı bir yerde tuttular. Tarihçiler ve sosyologlar için temel bir kaynak oldu Foucault; Derrida’ysa özellikle edebiyat eleştirisinde, post-kolonyal çalışmalarda sık başvurulan bir isim haline geldi. Deleuze ise sadık takipçilerini akademik alanda değil, çoğunlukla sanat çevrelerinde buldu. Bu bir tesadüf olmasa gerek. Kullandığı anarşik avant-garde üslup skolastik felsefeden çok radikal sanatçı manifestolarını andırır. Üslubunun yanında “sınır-aşma”ya atfettiği önem de onu sanatçılara yaklaşmıştır. Felsefe, örneğin, “kavram yaratma sanatı”dır. Düşüncesinde vurgulanan “rizom”, “oluş”, “arzu-makineleri” gibi kavramlar bundan dolayı genellikle estetik, sinema, plastik sanatlar ve performans sanatında çağdaş karşılıklarını bulmuş, haklarını orada aramışlardır.[2]  

Deleuze’ün düşüncesi Friedrich Nietzsche’yle birlikte doruğa çıkan estetik modernizm anlayışının 20. yüzyılda edindiği özgün bir zirvedir, modernliğin kendini kendi ürettiği değerler üzerinden nasıl temellendireceğine dair sorunsalı estetik bir mesele olarak ele alan çizgiyi takip eder. Akıl bütünselleştirici, sistematikleştirici, kategorikleştirici, dışlayıcı ve baskıcı bir işlev edinirken arzu, beden, doğa, hissiyat, heterojenlik gibi farklı kavramlarla düşünülen aklın “öteki”sine özgürleştirici, sınır-aşıcı, heyecan-verici, tutkulu bir normatif içerik atfedilir. Modern felsefenin kurucu unsuru olan aşkınsal öznenin tahtından indirilmesi, aklın yasadışı ilan ettiği dürtülerin bedene iade-i itibarı, böylece burjuva toplumunun banalliğini aşacak yeni bir toplumsallığın kurucu momentinin estetik bir olay olarak kavranması Deleuze’ün felsefi uğraşının ana hatlarıdır. Kökleri Rimbaud’ya götürülebilecek bu yaklaşım kimi zaman normatif temellerini gerekçelendirmeyen bir partizanlığa evrilme, kimi zaman da söylemsel hakikat teorileriyle arasına çektiği katı çizgilerden ötürü ezoterik bir kurtuluş doktrinine dönüşme tehlikesi barındırır: Her şey çoğulluktur, makro kötüdür, mikro olumludur, marjinal olan yaratıcıdır, konsensus baskıdır, örgütlü siyaset faşizmdir vb.[3] Bu klişelere rağmen çarpıcı ve esir alıcı bir yanı vardır; felsefe ve sanat arasında sınırların sorgulandığı, farklı düşünme biçimlerinin mümkün olabildiği bir alan sunar Deleuze. Yaratılıcığı düşüncesinin merkezine alan gerçek bir romantiktir (elbette, düşüncesinde merkez de yoktur, kök-saplar vardır).

Mektup yazma sanatı günümüzde doğal olarak sönmeye mahkûm bir tür. 18. yüzyılda burjuva toplumunun temel iletişim biçimi mektup olduğundan nasıl mektup yazılması gerektiği, hangi kurallara uyulması gerektiği gibi konular yazarları epey meşgul etmişti. Mektup kolayca, rahatça yazılmalıydı, basit konulardan bahsetmeliydi, kullanılan diksiyon üzerine çok emek harcanmamalıydı ve anlatılan konular herhangi bir süsleme, mecaz olmadan, sanatsızca, makyajsız bir halde, yüz yüze konuşurken nasılsa öyle ele alınmalıydı. Q. D. Leavis’e göre büyük mektup yazarlarının çoğu sıkıcı kişiliklerdi, mektupları da okuması zor, meşakkatliydi. Leavis, büyük mektup yazarlarının mektuplarında çok fazla şeyden bahsettiklerini, halbuki türün buna müsait olmadığını söylüyordu.[4] Edebiyat eleştirisinin ilgilendiği mektuplar iyi yazılmış mektuplar değil, “ilginç bir zihin” sunan mektuplardı. 

Yazarların mektupları incelendiğinde çoğu zaman karşımıza çıkan bir durum vardır, büyük yazarlar söz konusu olduğundaysa bu durum biraz daha ilginç bir hale gelir. Mektupların bir kısmı eksiktir, tarihler birbirlerini takip etmez. Bunun sebebi birçok yazarın mektuplarının yakınları tarafından sakıncalı görülerek yakılmış olmasıdır. Mektupları bir kitap içinde okurken onların bir özel yazışma olduğunu unuturuz, orada kamusal kişiliğine aşina olduğumuz yazarın belirleyici niteliklerinin farklı bir veçhesini görmeyi bekleriz. Karşımıza çıkansa çoğu zaman bir sıradanlık, bir hayal kırıklığıdır. Hayran olduğumuz şairlerin çirkin düşüncelerini, filozofların aptallıklarını, romancıların dikkatsizliğini görürüz mektuplarda. T. S. Eliot’ın mektupları yayımlandığında şairin antisemitist ve mizojinist yanları açığa çıkmış, edebî mirası tartışılmaya başlanmıştır.[5] Marx’ın mektupları yayımlanırken August Babel, Kaustky’ye Yahudiler ve siyahlar için kullanılan ifadelerden ötürü şöyle yazmıştır: “Bu konuda kesinlikle sessiz kalmanı istiyorum, fakat bazı mektupları fazla ağır bulduğumuz için yayımlanmadık. İhtiyarların [Marx ve Engels] kendimi asla yakın hissetmediğim bir mektup yazma tarzı vardı.”[6]

Vitalizmiyle bilinen Deleuze’üyse mektuplarında çoğunlukla yorgun biri olarak görüyoruz. Mektupları ziyaret edemediği dostlarına dilediği özürlerle başlıyor genelde. Mektupların ulaştığı adresler Tunus, Kanada, Polonya, Brezilya kadar çeşitliyken Deleuze neredeyse hep Paris’te: “Seni son görüşümün üstünden çok zaman geçti, seni düşünmeyi bıraktığım, görmek istemediğim gibi bir yanlış anlaşılmanın kurbanı olmuş gibi hissediyorum”[7] “Umarım Kanada sana iyi davranıyordur.”[8] “Artık birbirimizi görmüyoruz ve bu beni üzüyor.”[9] “Hayatım artık bir inzivada geçiyor.”[10] “Nasıl oldu da bu kadar uzun süre birbirimizi görmedik? Senin de benim gibi bir inzivaya ve mutlu bir yalnızlığa ihtiyacın var sanırım.”[11] “Artık bir mektup bile yazamaz haldeyim, korkunç. Yalnızlığın bu etkilerini yine de seviyorum.”[12] “Tunus’u ziyaret etmeyi çok isterim, ama emin değilim, seyahat etmeye pek müsait değilim.”[13] “İyi bir mektup yazarı olduğumu veya diyalog kurmayı becerebildiğimi sakın düşünme, ikisinden de nefret ediyorum.”[14] “Ne oldu da sana her hafta hâlâ hayatta olduğuma dair bir işaret vermeyi, seni böylesine görmek isterken ve sen beni böyle açık yüreklilikle kabul ederken seni görmeyi başaramadım.”[15] “O kadar çok özür diledim ki, artık buna alışmaya başladım.”[16] Mektuplar bir bütün olarak okunduğunda, sanki dönen bir dünya var ve Deleuze bu dünyayı onun dönüşünden bağımsız, dışarıdan izliyor gibi. Göçebelik, içkinlik Deleuze felsefesinin öne çıkan kavramları, kişi olan Deleuze ise ne göçebe ne içeride. Sakin bir vita contemplativa sürüyor.

Deleuze’ün mektuplarının genel okuyucuya en çekici gelecek kısmı şüphesiz Felix Guattari’yle yazışmaları. Bu mektuplar Anti-Ödip ve Bin Yayla kitaplarının arka planını açığa çıkardığı gibi, ikilinin birlikte yazma biçimlerini de görmemize olanak sağlıyor. Marx üzerine çalışanlar çoğu zaman Marx’ın Kapital’de geliştirdiği teorileri anlamak için Engels’le yazışmalarında bu teorilerin daha basit bir dille anlatıldığına işaret ederler. Deleuze’ün Guattari’ye mektupları için de benzer bir durumdan bahsedilebilir. İlk göze çarpan, özellikle Anti-Ödip’in yazım sürecinde, düşünsel üretimin büyük kısmının Guattari’nin La Borde kliniğinde yaptığı araştırmalarla gelişiyor olması. Deleuze mektuplarında daha çok titiz bir editör gibi Guattari’nin ona sunduğu kaba materyali şekle büründürüyor, ayıklıyor, belirli bir yere doğru itiyor. Guattari’nin kapitalizm ve şizofreni arasında kurduğu ilişkilerin felsefenin soruları açısından önemini sorguluyor. Özellikle 29 Temmuz 1969 tarihli mektup erişilmezliğiyle bilinen Anti-Ödip’in dünyasının iç yüzünü göstermesi bakımından kıymetli.[17]

Mektuplar genellikle akademik sorunlara dair. Yine de bunun dışına çıkıp döneminin entelektüel ortamına dair yaptığı yorumlar da var. Örneğin, 1980 civarı Guattari’ye yazdığı bir mektupta Deleuze sinema yazarlarının “bir hayli vasat” olduğundan ötürü sinema üzerine düşünmeye başladığını söylüyor.[18] François Châtelet’ye bir mektubu, yazma ilkelerine dair kullanışlı bir tavsiye barındırıyor: “Senin gibi ben de kitaptan nefret ettim ama bir şeye karşı, ve bir şeyi ‘parçalayan’ bir yazı yazmak istemiyorum (burada da senin gibi bir şeyin yalnızca kötü olduğunu söylemek için asla bir makale yazmadım). Yazmak için az da olsa saygı gerekir.”[19] Pierre Klossowski’ye hayranlığı burada iyice belirginleşiyor: “Seni sık sık düşünüyorum ve Nietzsche kitabını tekrar okudum. Sana topyekûn ve devasa bir hayranlığım var.”[20] “Ah vakit sonunda geldi, kitabını hemen satır satır okudum ve sonra tekrar okudum.”[21] “Bir kez daha seni takip ediyorum (bu yüzden Keynes okumaya bile başladım…)”[22] Arnaud Villani’ye verdiği bir tavsiye ise herhangi bir düşünüre ilgi duyan herkesin kaçınılmaz olarak karşılaştığı bir “büyülenme problemi”ne dair ilginç şeyler söylüyor: “Senin için bir büyülenme nesnesine, bir baş ağrısına dönüşmeme izin verme. Birinin ‘çırağı’ olmak isteyen çok fazla insan gördüm, hepsi en az ‘ustalar’ı kadar yetenekliydi ve hepsi kısırlaştı. Berbattı. Benim üzerime çalışmanın sana vereceği iki zarar var: akademik kariyerine zarar verecek, bu elzem olmayabilir, yine de önemlidir ve özellikle, şiirsel ve felsefi çalışmaların benimle kısıtlanmamalı, bunları kendi başına yapmalısın.”[23]   

Mektupların ardından Deleuze’ün çizimleriyle devam ediyor kitap. Bunlar ilginç, Deleuze, Bin Yayla gibi kitaplarında eskizlerini düşüncesinin illüstrasyonları olarak kullanmıştı, burada daha şahsi eserleri var. Doğal olarak amatörce olsa da, yaratıcı, figüratif ve soyut arasında, Francis Bacon’ın eserlerini andırıyor. Yakın arkadaşlarından birini boğarken çizdiği bir otoportre görmeye değer. Çizimleri bazı ders notları ve Guattari’yle beraber Raymond Bellour’a verdiği bir röportaj takip ediyor. Bu röportaj Les Temps Modernes dergisi için yapılmış, fakat Guattari’nin derginin siyasi çizgisini beğenmemesi sonucunda yayımlanmamış. İkilinin mizaçları arasındaki farkları görmek için ideal. Son kısım ise juveniliasına, gençlik dönemi eserlerine ayrılmış. 1945-1946 yılları arasında yazılmış bu yazılarda Jean-Paul Sartre’ın etkisi oldukça belirgin. Hegelci felsefeye alternatif araması Deleuze’e dair en büyük klişelerdendir. Bu metinlerden birinde (“İsa’dan Burjuvaziye”[24]) Deleuze’ü tamamen Hegelci bir modda felsefe yaparken buluyoruz. Doğa ve Ruh arasındaki ayrımın teknolojik dünyada içselliği nasıl yok ettiğinden yakınan genç Deleuze, burjuvazinin kendini nasıl olumsuzladığından bahsediyor. Genellikle fenomenolojiyle anılan bu terimlerin (Doğa, Ruh, teknoloji, içsellik, olumsuzlama) hepsi olgun Deleuze’ün eserlerinde kayboluyor; Deleuze’ü bu terimlerle felsefe yaparken okumak hafif yadırgatıcı olduğu kadar Deleuze çalışmaları bakımından bu “epistemolojik kopuş”un nerede başladığına dair araştırılması gereken bir soru da atıyor ortaya. 

Mektuplar ve Diğer Metinler halihazırda bir kara film kadar gizemli bu düşünürü yer yer aydınlatsa da yeni gölgeler düşürüyor, hayatına ve düşüncesine dair yeni sorular bırakıyor. Telefonun, iletişim araçlarının geliştiği bir çağda bu mektupları yazıyor Deleuze, bu yüzden elimizdeki seçkide sözgelişi Spinoza’nın mektupları kadar zengin bir içerik beklemek hatalı olur. Mektuplar Deleuze’ü tepeden tırnağa yeni bir biçimde yorumlamamıza olanak sağlamasa da, yazılarında kendini oldukça kişiliksizleştiren, algılanamaz hale getiren bir yazarın iç dünyasına biraz olsun kapıyı aralıyor.


[1] Gilles Deleuze, Letters and Other Texts, ed. David Lapoujade, çev. Ames Hodges, Güney Pasedena, California: Semiotext(e), 2020.

[2] Bkz. Stephen Zepke, Simon O’ Sullivan (ed.), Deleuze and Contemporary Art, Edinburgh: Edinburgh University Press, 2010.

[3] Bkz. Terry Eagleton’ın François Dosse’nin Gilles Delouse & Felix Guattari: Intersecting Lives (New York: Columbia University Press, 2010) kitabının Artforum’da yayımlanan eleştirisi.

[4] Q. D. Leavis, “A Critical Theory of Jane Austen’s Writing (IV): The Letters”, A Selection From Scrutiny, 10. cilt, ed. F. R. Leavis, Cambridge: Cambridge University Press, 1968, s. 68.

[5] Maria Cramer, “The Love Letters of T.S. Eliot: New Clues Into His Most Mysterious Relationship”, The New York Times, 4 Ocak 2020, https://www.nytimes.com/2020/01/04/us/ts-eliot-emily-hale-letters.html  

[6] Ferdinand Mount, Prime Movers: From Pericles to Gandhi, Londra: Simon & Schuster, 2018, eBook. Babel’in mektubu için başka bir kaynak: Gareth Stedman Jones, Karl Marx: Greatness and Illusion, Londra: Allen Lane, 2016, s. 4. 

[7] Letters, s. 22.

[8] Letters, s. 22.

[9] Letters, s. 23.

[10] Letters, s. 23.

[11] Letters, s. 23.

[12] Letters, s. 67.

[13] Letters, s. 70.

[14] Letters, s. 72.

[15] Letters, s. 73.

[16] Letters, s. 92.

[17] Letters, s. 39.

[18] Letters, s. 55.

[19] Letters, s. 27.

[20] Letters, s. 58.

[21] Letters, s. 61.

[22] Letters, s. 62.

[23] Letters, s. 80.

[24] Letters,“From Christ to Bourgeoisie”, s. 266-275.