Yalnızlık ve Söylentilerle Hesaplaşma: Solgun Ateş ve Tutunamayanlar

Mesafenin hayat kurtardığı günlerdeyiz, son derece ilginç bir şey bu. Bu süreçte yalnızlığı, yalnız kalabilmeyi büyük bir nimet olarak görüyoruz; üstü tozlanmış pişmanlıkları aşmak ve tozlanacak pişmanlıkların önünü alabilmek için ister istemez, bolca fırsat bulunuyor önümüzde.

Yalnızlığın aranıp da bulunamayan nimet olarak değerlendirilmesi ne kadar çarpık ve yüzeysel olsa da hâlâ işleyen bir düşünce. Edebî yönelimlerimiz, dinlediğimiz şarkılar ve izlemeyi tercih ettiklerimiz çoğu zaman yalnızlığını estetize edebilmiş, biraz da keyfine düşkün karakterlerin etrafında dönüyor. Peki tam anlamıyla “yalnız”, duvarlarının ardında esir düşmüş karakterler, onların tecrit hikâyelerine aynı “keyifle” adapte olabiliyor muyuz?

Bu soruyu kendimize sorduğumuzda iki kitap güçlü bir şekilde ön plana çıkıyor, ancak biz hikâyelerinden ziyade girift teknik yapılarıyla tanıyoruz onları: Tutunamayanlar ve Solgun Ateş. Onlar üzerine dönen “dedikoduyu” eşelediğimizde; Solgun Ateş’in “istesek de anlayamayacağımız” bir Nabokov romanı, Tutunamayanlar’ın ise “başarılı bir Solgun Ateş kopyası” olduğu çıkıyor ortaya. Oysa bu iki kitabı da önyargılarla, söylentilerle geçiştirmek, tam da bugünlerde üzeri tozlanmaya başlayacak bir pişmanlık. İlginçtir ki yine bugünler, bu pişmanlığın önüne geçmek için aynı zamanda en büyük fırsat. 

Solgun Ateş, cinayete kurban giden şair ve akademisyen John Francis Shade’in öldürülmeden önce kaleme aldığı otobiyografik şiiri ve bu şiiri açıklamalarla anlamlandırmaya çalışan editör Charles Kinbote’un notları üzerine şekilleniyor. Dört bölümden oluşan Solgun Ateş, Kinbote’un “Önsöz”üyle başlayıp ve Shade’in şiiriyle devam ediyor. “Açıklamalar” kısmının ardından, yine Kinbote’un hazırladığı “Dizin” kısmıyla eser sona eriyor. “Tekin olmayan” anlatıcı Charles Kinbote’un yönlendirmesiyle şekillenen Solgun Ateş, paralel kurguyla üç olay anlatıyor: Kinbote’un Shade’e şiiri “empoze etme” süreci, meçhul “Zembla” ve Zembla kralı Kinbote’un ülkesinden kaçış hikâyesi, son olarak da Shade’in katili Jakob Gradus’un gerçekleştireceği suikasta uzanan yolculuk. 

Tutunamayanlar ise, üniversite arkadaşı Selim Işık’ın intiharının ardından onu anlamlandırmaya çalışan Turgut Özben’in, Selim’i ararken kendini bulma/kaybetme hikâyesi etrafında şekilleniyor. Dört ana bölümden oluşan kitap “Sonun Başlangıcı” ile başlıyor. Bu bölümde Turgut Özben’in bir tren yolculuğu esnasında tanıştığı ve onu en son gören kişi, kitabın yayımlanış sürecine dair kısa bir aktarımda bulunuyor; ikinci bölüm “Yayımlayıcının Açıklaması” ise aktarımı, dolayısıyla bütün eseri yalancı çıkarıyor. Ağırlıklı yer tutan üçüncü bölümün ardından “Turgut Özben’in Mektubu” ile roman sonlanıyor.

Solgun Ateş, 1963 yılında yayımlamasıyla beraber, birçok eleştiri okunun hedefi oluyor. Hedef; çünkü şiir, düzyazı gibi kalıplarda sınırlı kalmak gibi bir derdi yok. Tam tersine, iki kalıp içerisinde de ustaca dans ederek kendi estetiğini oluşturuyor. Nabokov Rus, İngiliz ve Amerikan edebiyatına birçok atıfta bulunuyor, Latinceden ve mitolojilerden ustalıkla yararlanıyor. Ustalığı yalnızca dille sınırlı da kalmıyor üstelik; eserin anlaşılması zor kurgusu âdeta postmodernin sözlük anlamını veriyor okura. Ve nihayetinde, estetiğin ve dilin büyüleyici dansı aslında “meçhul” bir şeyler anlatıyor, ki Nabokov’un edebî büyüsü de tam olarak buradan besleniyor.

Yayımlanışından otuz sekiz yıl sonra Tutunamayanlar, Enis Batur’un Cumhuriyet Kitap Eki’ndeki “Pervasız Pertavsız” köşesinde, özgünlüğü açısından eleştiriliyor. Batur, yazısında “Tutunamayanlar’ın ‘çözümü’nün bire bir Pale Fire’dan gelmesi, kitabın özgünlüğünü enikonu zedeliyordu benim gözümde; bunca yıl aradan sonra daha da öyle geliyor bana. Monolog hadi neyse, miri mal yanı olmuştur zamanla ama Nabokov’un formülünü Nabokov’a bırakmak gerekirdi” diyor. Batur’un düşüncesinin “yeni nesil” edebiyat öğrencileri arasında, üzerine düşünülmeden kol gezdiği söylenebilir. Haklılık payı da olabilir, evet, Solgun Ateş güçlü bir çözüm barındırır içinde. Ancak her “çözüm” yalnızca “tek” soruna mı özgüdür? Çözümü yalnızca “bir kere” uygulanabilir kılmak, cebinde türlü “çözümler” biriktiren, onların eserlerine büyük bir başarıyla nüfuz etmesini sağlayan bir yazarı, genel olarak post-modern edebiyatı zincire vurmaz mı? Oysa Yıldız Ecevit’in de son derece isabetli bir şekilde belirttiği üzere, Oğuz Atay da edebiyatın özde bir yinelemeler zinciri olduğunu biliyor, bir önceki modeli alıp kendi potasında eritiyor, sonra da ona özgün bir kimlik vererek zincire yeni bir halka eklemeyi sürdürüyor...

Şüphesiz iki yazarın da tekniğe dair söyleyecek bir çift sözü ve bu sözün ardında durabilecek donanımı, yeteneği var. Ancak tek girişimleri klasik yapıya karşı çıkmak değil, teknik bir “isyan” başlatırken aynı zamanda son derece karmaşık ve yapayalnız iki karakteri anlatmak; Charles Kinbote ve Selim Işık’ı.

Yalnızlığın “Ben ve Onlar” Cephesi

Eugenio Borgna, Ruhun Yalnızlığı’nda yalnızlığı “hayatın mihenk taşlarından biri” olarak değerlendirir, tecrit ise “dünyadan kopma, insan ilişkilerinde çözülme” halidir. Bu küçük ve etkili tanımla beraber iki karakter şekillenmeye başlar: Solgun Ateş’in Charles Kinbote’u, yalnızlığın olumsuz saflarında yer alır. Şair ve akademisyen John Shade ile beraber çalıştığı üniversitede sevilmeyen, değersiz görülen bir karakterdir; Kinbote da Shade dışındaki “çevre”sine tam olarak böyle yaklaşır. Kinbote’un değerli ve son derece samimi bulduğu tek ilişki, John Shade ile olan ilişkisidir ancak gerek Shade’in şiirinde, gerek Kinbote’un açıklamalarında bu samimiyeti destekleyen güçlü bir şey bulmak oldukça zordur.

Kinbote, John ve Sybil Shade’in komşusudur, lakin bu komşuluk samimiyetten yoksun bir röntgencilik halidir. Kinbote daima evi uzaktan gözlemleyerek Shadelerin hayatına “dahil olmaya” çalışır, onlarla ortak paylaşımda bulunmaktan ziyade evin yanıp sönen ışıklarına göre Shadelerin hareketlerinden yola çıkarak tahmin yürütür. Sybil Shade, diğer herkesle beraber Kinbote’a karşı samimi duygular beslemez; onun tuhaf ve ısrarcı bir karakter olduğunu düşünür. Kinbote ise Sybil Shade’i, John Shade ile Shade’e “empoze ettiği” şiirinin arasına giren bir “sansür” olarak görür. Nitekim Kinbote en sonunda, John Shade’in öldürülmesi ardından Sybil Shade’in yaşadığı şoktan yararlanarak şiiri ondan “kaçıracaktır”.

Kinbote’un yalnızlığı bu noktada, âdeta karşılıklı olarak sıkılmış iki kurşun gibidir: O, kendi -belirsiz- Zembla’sında bir sürgün hayatı yaşarken, ya da bir sürgün hayatının hayalini yaşarken herkese tepeden bakar. Ve en sonunda, dostunun öldürülmesi ve açıklamaların tamamlanmasıyla kendisini var eden her şeyden -dostundan, krallığından, katilinden ve şiirinden soyutlanarak tamamen yalnız kalır. Ama bu noktaya gelinceye kadar zaten dünya da onu olumsuz yalnızlığa hapsetmiş ve ikiye ayrılmıştır; herkes ve “o”:

Arkadaşımın karısına en baştan itibaren büyük bir nezaketle yaklaştım, oysa kendisi baştan itibaren beni hiç sevmedi, bana güvenmedi. Sonradan öğrendiğime göre başkalarının yanında benden “fil büyüklüğünde bir kene; kocaman bir yapışkan sinek, bir lavra, çirkin mi çirkin bir parazit türü” diye bahsetmiş. Onu affediyorum -onu ve herkesi.

Selim Işık’ın yalnızlığıysa, Kinbote’un yalnızlığına kıyasla “kalabalık” bir yalnızlıktır; zira Selim arkadaşlıklardan hoşlanır. Öyle ki Turgut, Selim’in ölümü ardından onu, arkadaşlarında arayacak; Selim’in hiç tanımadığı parçalarını arkadaşlarının suretinde bir bütün haline getirecektir. Aslında bu arkadaşlıklar da Selim için aşılması ve dayanılması zor bir tecrit halini alır. Çünkü Selim yirmi dokuz yıllık hayatının her ânında olduğu gibi, söz konusu arkadaşları olduğunda da son derece takıntılı, heyecanlı, çabuk alışan ve çabuk vazgeçen bir tutum sergiler. Bu tutum sonucunda da her seferinde çok yorgun düşer.

Selim askerlikte tanıştığı ve “filozof” lakabını taktığı Kargı’yla beraber “Dün, Bugün, Yarın”ı yazmaya karar verir. Kargı’nın “King Solomon the Speare” şiirinin açıklamalarını kaleme alması gerektiğini söyler, neticede Kargı “filozof”tur. Lakin Kargı, düzen takıntılı, kadınlara düşkün, “yalnızca bir adam”dır işte. Oysa Selim bunu kabul etmez, şarkıların yanı sıra Kargı adına açıklamaları da kendisi yazar. Bu noktada Selim, kendisini ve “olmasını istediği” Kargı’yı âdeta bir fanusun içine alarak “biz ve herkes”, özünde “ben ve herkes” cephesini oluşturur:

... Ve o, uzun boylu düşünmeden, hesaba kitaba kaçmadan, öylesine, içinden geldiği gibi dünyasını kurmaya çalıştı; bu uzun şarkıları yazdı. [...] Sonunda bir de, benim ağzımdan yazılmış “Açıklamalar” var. Beni karıştırmadan içi rahat etmedi. “Sen filozofsun,” dedi. Açıklamaları senin yapmış görünmen gerekiyor. Böylece hiçbir şeyin farkında olmazlar. Atlatırız onları [...]

Selim, doğum ve gelişim sürecini ele aldığı “Şarkılar” bölümünde kendisi ve entelektüel gevezeliği üzerinden okunabilecek başka olaycıklara da yer verir ve her şeyi “yalnız başına” açıklayarak tecritin içinde hakimiyet kurar. Zira Selim’in despotluğu tecritinde bile geçerlidir; tüm dünyaya yalnızlığıyla yenilmek istemediği için kendi -iyi ya da kötü- çevresini oluşturur, onu yüceltir ve zamanı gelince ona “yenilir”.

Yalnızlığın Sessizliği

Yine Eugenio Borgna yalnızlık ve sessizlik arasında güçlü bir ilişki kurar:

Öte yandan yalnızlık, iletişimin unutulmuş bir hakikatidir. Şöyle ki içsel yalnızlık, bir diğer deyişle sözcüklere kanat taktıran ve onları sessizlik ve tefekkürle dolduran bir düşünüm olmaksızın, ne anlamlı bir iletişim, ne de kurtatıcı bir görüşme vardır. Sessizlik olmadan yalnızlık yoktur, sessizlik susmak, ama aynı zamanda da dinlemek demektir.

“Solgun Ateş: Dört Kantolu Bir Şiir” ve “Dün, Bugün, Yarın” iki karakter tarafından sessizliğe “hapsedilir”. Buradaki hapsedişten kasıt, eserlerin dış dünyayla bağlarının koparılmasıdır. Charles Kinbote, John Shade öldürüldükten sonra Shade’in şiirinin -son dizesi hariç- tamamlanmış halini apar topar evine saklar, zaman kollayarak şiirle beraber kaçar ve oluşturduğu “yalnız, güvenli” alanda onu anlamlandırmaya başlar. Selim ise eserini Süleyman Kargı’nın notları arasında bırakır, Turgut ona ulaşıncaya kadar Şarkı ve açıklamalar mutlak bir sessizlik halindedir.

İki eserin de sessizliği, “asıl” yazarlarının yalnızlığını yükselten, onların kendilerine dair farkındalığını artıran bir güce sahiptir. Bu gücü eserin gerçekliğindeki “onlar” anlayamaz, bunu ancak okur olarak biz anlayabiliriz. Bu sessizlik aslında hâlâ kavramakta zorlandığımız bir büyüdür: Kinbote-Işık, Nabokov-Atay ve kendimizden oluşan sükûnet çerçevesinde şiirler ve açıklamalar yalnızca bizim için anlamlı ve değerlidir; onları yalnızca biz susabilir ve aynı zamanda dinleyebiliriz: Bizim karşımızdaki “onlar”, yazarların karşısındaki “onlar” ve karakterlerin karşısındaki “onlar” değil.


Notlar

Batur, Enis, “Tutunamayanlar”, Cumhuriyet Kitap Eki, 9 Eylül 2010.

Ecevit, Yıldız, “Ben Buradayım…”: Oğuz Atay’ın Biyografik ve Kurmaca Dünyası, İstanbul: İletişim Yayınları, 2009.

Borgna, Eugenio, Ruhun Yalnızlığı, çev. Meryem Mine Çilingiroğlu, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2015.

Nabokov, Vladimir, Solgun Ateş, çev. Yiğit Yavuz, İstanbul: İletişim Yayınları, 2017.

Atay, Oğuz, Tutunamayanlar, İstanbul: İletişim Yayınları, 2012.


Resim: Edward Hopper, "Automat".