Pinokyo ve Peter Pan’ın Yalnızlığı (II)

Pinokyo ve Belirtiler Mantığı

Sercan Çalcı, “Pinokyo ve Beden” başlıklı yazısında, Pinokyo okumalarının Akal’ın okumasına benzer şekilde Pinokyo’yu hep pedagoji nesnesi olarak ele alındığını söyleyerek bundan farklı bir okuma yapacağının sinyalini verir. Çalcı, Spinoza’nın “bir beden neler yapabilir?” sorusunu merkeze alarak bir Pinokyo okuması sunar. Akal’ın metninin de Spinozacı bir okuma olarak algıladığımızı belirttik. Çalcı da makalesinde her ne kadar Deleuze ve Guattari düşüncesini ağırlıklı olarak kullansa da Spinoza’nın bir sorusundan yola çıkarak Pinokyo’nun hikâyesine ilişkin düşüncelerini ve sorusunu formüle etmeye çalışır. Bu bağlamda denilebilir ki Akal ve Çalcı aynı düşünürden yola çıkıp aynı hikâyeye ilişkin farklı düşünsel yolculuklar yapmışlardır.

Akal, Pinokyo’nun çocuk kitabına göre sert bir kitap olduğunu ifade eder. Pinokyo’yu Weber’in Protestan Etiği ve Kapitalizmin Ruhu’nda anlattığı etik ve ruha ilişkin ders kitabına benzetir ancak Weber’in, Pinokyo’da yapılanı yapmadığını, sırrını ifşa ettiği etik ve ruhu yüceltmediğini, Collodi’nin ise bunu yaptığını ve kuklanın direnmeye çalıştığı etik ve ruhun ifşa edilip yüceltilen modern etik ve ruh olduğunu belirtir. Akal, 16. yüzyıl ilk modernlerine “istihdam meraklıları” der; yalnızca yaşlılar ve engellilerin yardım istemeye hakkı olduğunu, bunun haricinde yoksulluğun ayıp görüldüğünü ve tembellikle eş tutulduğunu söyler. Çocuklar da büyükleri örnek alarak sınıflarının çalışkanı olmalılardır.[1] Pinokyo, kukla olmaktan kurtulup insan olmak için disiplini öğrenmek zorundadır. Akal’a göre Pinokyo, hayır demeden, sorgulamadan otoriteye itaat etmeyi öğretme amaçlı bir kitap. Özgürleşmek için itaat etmek gerekliymiş gibi bir işlenişi vardır öykünün Akal için.[2] Daha önce de Akal’ın okumasının Pinokyo’yu pedagojik nesne olarak gören okumalarla gruplanabileceğini belirtmiştik.

Çalcı ise hikâyeye çok farklı bir okuma getiriyor. “Kiraz Usta” öyküsünün girişinde daha oduna vurduğu anda odun Pinokyo değilken dile gelip tepki veriyor. Ses ile beden Çalcı’ya göre bu noktada özgül bir ilişki içerisinde. Hayal gücü ilişkileri tersine çevirmiş, kaynak ile ses, üretim ile ürün yeni ilişkilerin kurulduğu bir dünyada iç içe geçmiştir. Pedagoji nesnesi olarak anlatılan Pinokyo’nun bedeni saf bir dinamizm içerisinde düşünmemize imkân tanıyan hayal gücü makinesi tarafından işgal edilmiştir. Pinokyo’nun hikâyesi sayesinde hayal gücü şekilsiz, biçimsiz bir bedenin inkâr edilemez varlığını kurgu içerisinde bize verir ve bu varlık bir gerçektir.[3] Çalcı, yapacağı Pinokyo okuması için formu aşan etkiye sahip şekilsiz biçimsiz bedenin sahip olduğu kapasiteye ilişkin soruyu formüle edeceğini ifade eder. Bu noktada soruyu formüle etmeye Spinoza’nın “bir beden neler yapabilir?” sorusu ile başlar çünkü bu soru bize kapasiteleri, duygulanışları, bedenin etkileme ve etkilenme imkânlarını düşünmek için kapı aralar. Çalcı için Spinoza’nın söz konusu sorusunun gücü, arzu ve emek ekseninde ve bu ikisinin ortak trajedisi olan bedeni tahakküm nesnesi olarak kuran anlatıda gizilidir. Arzu ve emek ereksel çizgide durmaksızın evcilleştirilirler, emek; değerin ücret ile ölçülmesi sonucunda değersizleştirilirken, tatmin olmak aynı şeyi arzu için yapar.[4] Bedenin iki üretken kipi; arzu ve emek, kapitalizm ve iktidar tarafından ereksel olarak süreçlerinden (emek) ve çoklu yapısından (arzu) kopartılarak ücret (emek) ve tatmine (arzu) bağlanmıştır. Çalcı bu noktada “bir beden ne yapabilir?” sorusunu sorarak ve kavramsal ayrıma gidilebileceğini ifade ederek Deleuze ve Guattari’nin Bin Yayla eserinde yer alan eşik ve sınır kavramlarına odaklanır. Eşikler kaçınılmaz değişimin işaretleriyken sınırlar çok daha katı bir yapıya sahiptir; her ne kadar delinebilir ve değişebilir olsalar da.[5] Bir beden ne yapabilir sorusunu sınırlarla, sınırsızlıkla düşünürsek negatif anlamda kalırız. Oysa eşik ile düşünmek bedenin yapabileceklerine ilişkin bir düşüncenin yapılanmasına yardımcı olur. Eşikler, her bedeni başka bir bedenle ilişki halinde düşünmeye davet eder. Çalcı’ya göre hiçbir beden girdiği etkileşimlerden bağımsız bir tözsellik ya da varoluşa sahip değildir. Bu etkileşimler, temaslar eşiklerle söz konusu olur ve yeni olanın koşulunu sağlar. Pinokyo öyküsü genelde itaatsiz çocuğun itaati öğrenmesi ve disipline edilmesi üzerinden okunur. Oysaki Pinokyo’nun bedeni yeni bir beden; eşiklerdeki bedendir. Çalcı, Pinokyo’nun burnunun yalan söylediği için uzadığı okumasının orijinal esere yakın okuma yaparsak tam anlamı ile doğru olmadığını ifade eder; Pinokyo’nun burnu Gepetto burnu ilk yaptığında uzar, ayrıca bir kez de Pinokyo’nun burnu acıktığı ve açlığını gidermediği için uzar. Anlaşılabileceği üzere kuklanın burnunun yalan söylediğinde uzaması dışında da uzaması söz konusudur. Devamında iki tür mantıktan bahseder Çalcı. İlki cezalandırma mantığı ki bu pedagojik okuma, yani Pinokyo’nun başına gelen her şeyin pedagojik olarak okunmasıdır. Öykünün hiçbir yerinde bu eşleştirme kurulmamasına rağmen kuklanın burnu yalan söylediğinde uzuyor sonucuna ulaşılıp, Pinokyo bir cezalandırma nesnesi olarak konumlandırılır. İkinci mantık türü ise belirtiler mantığıdır. Pinokyo’nun yalan söylediği için burnu uzar çıkarımı yalan söylemeden hiçbir şey ifade etmediği için Pinokyo aslında birçok belirtinin olduğu bir dünyada var olmuştur. Çalcı için bir tarafta “için” kipinin sağladığı cezalandırma mantığı bir tarafta ise etkilenme ve etkilemeye açık “zaman da” kipinden belirtiler mantığı söz konusudur.[6] Pinokyo’nun burnu yalan söylediği “için” uzar ile Pinokyo’nun burnu yalan söylediği “zaman da” uzar demek arasında büyük bir fark bulunmaktadır. Çalcı söz konusu yaklaşımını desteklemek için, transpozisyon denilebilecek bir duruş alarak Pinokyo öyküsünün yazarının otorite ile olan çatışmaların neticesi Pinokyo’yu tefrika ettiğini ifade eder ve bu söylediğini Collodi’nin yazdığı kişisel bir mektubunda cezalandırma mantığı ve otorite ile sıkıntısını kaleme aldığını belirterek güçlendirmeye çalışır. “İçin” kipi zorunluluklara ilişkindir. Neden diye sorulduğunda “şunun için” cevabı verilir. “Neden polis var? Güvenliğiniz için”de olduğu gibi. Çalcı zorunluluğun altında yatan şiddetin işte bu “için” kipi ile saklandığını söyler ve niçinden içine geçen duyarsız geçişlerin gündelik hayatlarımızı işgal eden cezalandırma mantığı olduğunu belirtir. İşte bir bedeni tanımlarken onu yabancılaştıran şey onu bir “için” kipinde dile getiren şeydir. “Bir beden ne yapabilir?” sorusunu hayal gücünün anlatısı içerisinde tanımalıyız. Neden-sonuç ilişkisi içinde sıkıştığımızda olayları yitirir, bir şeyin ne olduğunu sorarsak ancak o zaman olaya ilişkin bir bulgu elde ederiz. Arzu ve emek kategorilerini sömüren neden-sonuç ilişkisinin bizi içine çektiği yer, değersizleştirme ve cezalandırma mantığıdır. Hayal gücü ile itiraz edilen arzuyu nesnesine, emeği metaya bağlayan hatalı mantıktır. Pinokyo’nun burnunun ilk oyulduğunda ve acıktığında uzamasından yola çıkarak Çalcı belirtilerin metnin, cezalandırma mantığı çerçevesinde okunmasına zarar verdiğini söyler. Belirtiler mantığında, cezalandırma mantığındaki gibi bir kesinlik söz konusu değildir. Pinokyo dönüşüm halinde bir bedendir, ölmeme sebebi tahta olması değil, imkânlar, çeşitlenmeler halinde kalmasıdır. Bedenin etkisi gerçektir; etkilenmeleri de. Çalcı, cezalandırma ve belirtiler mantığını ayrıca “bir beden ne yapabilir?” sorusunu Pinokyo’nun metni üzerinden ele aldıktan sonra beden ve onun iki üretici kuvveti olan emek ve arzunun cezalandırma mantığının birer nesnesi olarak düşünülemeyeceğini, belirtiler mantığı ile sömürü şemasının iptal edilebileceğini ifade eder. Belirtiler mantığı ile dünyaya baktığımızda olayların şenlikli hali ve yaşamın masumiyeti onaylanır.[7]

Çalcı, yazısında Spinoza’nın “bir beden ne yapabilir?” sorusu ile Pinokyo öyküsünü okumaya ve Pinokyo’nun bedenine ve bedenin yapabileceklerine ilişkin söylenebilecekleri formüle etmeye çalışırken Deleuze ve Guattari’den aldığı sınır ve eşik kavramlarını da metne dahil eder. Sınır kavramının sınırsızlıktan bahsedilirken dahi bizi “bir beden ne yapabilir?” sorusunu cevaplarken negatifte bırakacağını ifade eder. Eşik ise bedenin yapabileceklerine ilişkin aktif, pozitif bir düşüncenin yapılanması için olanak sağlar. Çünkü Çalcı’ya göre bir bedenin ne yapabileceğini eşik kavramı ile düşünmek bedenlerin iletişimselliğini ve birbirleriyle ilişkisini düşünmemize yardımcı olur. Yine Çalcı’ya göre hiçbir beden, girdiği etkileşimlerden bağımsız, soyutlanarak düşünülemez; böyle bir varoluş söz konusu değildir. Çalcı’nın bu bağlamda belirttikleri Spinoza’nın kişiyi asla sosyallikten bağımsız olarak düşünmemesine, aksi bir düşüncenin ancak soyutlama olacağı fikri ile paralellik gösteriyor. Çalcı her ne kadar hayal gücünün üstünde dursa da Spinoza gibi söylediği şeyleri gerçekliğe bakarak söylemektedir. Spinoza düşüncesinde de herhangi bir varlığın kendi dışındakiler üzerinde etki yaratmadan var olması gibi bir durum söz konusu olamaz. Çalcı da metninde çok benzer bir şekilde hiçbir bedenin girdiği etkileşimden bağımsız düşülemeyeceğini ifade eder. Bedenin etkileme ve etkilenme özelliği görmezden gelinemez.

Çalcı’nın, Akal’ın Pinokyo okumasına yöneltebileceği eleştirisi söz konusu yazısı çerçevesinde açıktır. Akal’ın metninin Pinokyo’ya pedagoji nesnesi olarak yaklaşan okumalardan olduğunu ve öyküyü kuklanın itaati öğrenmesi ve disiplin edilmesi, bu şekilde özgürleşileceği yanılsamasının dayatılması üzerinden okuduğunu, dolayısıyla cezalandırma mantığının içinde kalarak bedenin üretken kiplerini ereksel şekilde evcilleştiren kapitalizmin ve patriyarkanın mantığının çerçevesine sıkıştığını ifade edecektir.

Bedenin etkileme ve etkilenmesinden bahsettiğimiz için Spinoza’nın duygular teorisi ve duyguların çözümlenişinden de bahsetmek yerinde olacaktır. Çünkü Spinoza’yı diğer rasyonalist düşünürlerden ayıran daha önce de değinildiği gibi Spinoza’nın rasyonalizminin duyguları yok saymaması, akıl karşısında ikincil olarak ele almaması ve yine akıl karşısında bir zayıflık olarak görüp yok saymaya çalışmaması ya da bu tür bir gerekliliğe işaret etmemesidir. Spinoza’nın rasyonalizminde akla uygun yaşam, kişinin duygularını daha yetkin ve etkin bir hale gelecek şekilde yönlendirebilmesi, şekillendirebilmesidir; duygulara ilişkin doğru bilgiye ulaşmaktır. Beden ve duygular teorisini tartışmak için bakılabilecek kaynaklardan biri olan Eylem Cansalan’ın Spinoza: Yöntem/Tanrı/Demokrasi kitabının “Öz Conatus ve İnsanın Özü Olarak Arzu” altbaşlıklı kısmıdır. Spinoza için insanın özü iştahtır (conatus). Arzular, iştahın bilincinde olunduğundan ayırt edilebilir. Bilinç kavramı Spinoza düşüncesinde bütünüyle Descartes karşıtı bir zihin-beden birliği teorisine dayanır.[8] Buna göre zihin kendini duygulardan azade olarak bilemez ancak kendini duyguların etkilenişleri ve ideleri aracılığıyla bilebilir, çünkü zihin bir beden idesidir. Her bilinç durumuna eşlik eden bir duygu durumu söz konusudur, zihnin algı çokluğu, bedenin etkilenişlerine eşlik eden duygularca oluşur. Spinoza için insanın verili özü zaten duygudur.[9] Zihin ve bedende gerçekleşen güç artışı ve azalışı sırasıyla sevinç ve üzüntü olarak adlandırılır. Bu duygular arzudan ayrı değildir; insanın özünün etkileniş ve duygulanışlarına ilişkin duygu durumlarıdır. İnsanın arzusunu, gücünü arttıran sevinç; arzusu ve gücünü azaltan ise üzüntüdür. Sevinç ve sevinç temelli duygular eylem (aktif duygular) ve tutku (pasif duygu) olabilirken üzüntü ve üzüntü temelli duygular her zaman tutku (pasif duygu) olarak kalır. Eğer sevinç ve sevinç temelli duyguların upuygun nedenini bilmiyorsak ve ancak başka bir şeye başvurarak açıklayabiliyorsak bu duygular tutkudur. Upuygun nedenini biliyorsak ve başka bir şeye başvurmadan açıklayabiliyorsak sevinç ve sevinç temelli duyguların tutku değil aktif duygu olduklarından bahsedebilir*.[10]

Nazile Kalaycı, “Spinoza’nın Ethica’sı Bağlamında Mizahın Politik İşlevi” başlıklı makalesinde hem Spinoza’nın duygular teorisini ele alıyor hem de Spinoza’nın zamanın politik ikliminden etkilenerek, kendi duygu teorisi ile ilişki içinde ve paralel olarak despot ve köle arasında kurduğu ilişkiyi detaylandırıyor. Kalaycı, Spinoza’nın Teolojik-Politik İnceleme adlı eserinde sorduğu “Halk niye bu kadar irrasyoneldir?”, “Neden kendi köleliğiyle övünür?”, “Neden insanlar, sanki özgürlükleri için savaşırmışçasına kölelikleri için savaşırlar?” sorularına değinerek despot ile köle arasındaki ilişkiyi “despotların örselenmiş ruhlara, örselenmiş ruhların despotlara ihtiyacı vardır” şeklinde çözümleyerek derinleştirdiğini ifade eder.[11] Kalaycı, Spinoza’nın kendisine kadar hiçbir filozofun bedenin (corpus) gücünü tespit etmediğini düşündüğüne dikkat çeker. Bedenle ilgili sorduğu soru ise Çalcı’nın da makalesini düşünsel olarak formüle ederken merkeze aldığı “Bir beden ne yapabilir?” ya da “Bir beden nelere muktedirdir?” sorusudur. Bu sebeple Ethika’da ele alınan ödev değil, güçtür.[12] Spinoza’ya göre bir bedeni oluşturan parçaların sürekliliğinin hareketini sağlayan iştahtır (conatus). Conatus için varlıkta kalma, varlığın devamlılığını sağlama, sürdürme çabası da denebilir. Bu çaba bizi farklı bedenlerle farklı karşılaşmalara götürür. Bedenler farklı bedenlerle karşılaştığında, fikirler farklı fikirlerle karşılaştığında ya bedenler ve fikirler birlikte güçlenir ya da birbirlerini çözüp dağıtır. İşte birleşerek güçlenilen karşılaşmalara iyi karşılaşmalar, çözüp dağıtan karşılaşmalara kötü karşılaşmalar denir. İyi karşılaşmalar sevince, kötü karşılaşmalar üzüntüye sebebiyet verir. Conatus varlığı sürdürme, devam ettirme çabası kadar, sevinçli duyguları ve -aktif duygu eylem olarak sevinçli duygu, tutku olarak değil- eylem gücünü arttırma çabasıdır. Kalaycı makalesinde conatusun en tam ifadesinin “varoluşta sürüp gitme ve aklın kılavuzluğunda eyleme” olduğunu belirtmiştir.[13] Spinoza’da bir fikir hem temsil hem de bir şeydir. Bu durum her türlü düşüncenin bedensel de olması anlamına gelir. Gündelik hayatta bedensel, fikirsel karşılaşmalar yaşarız ve bunların hepsine eşlik eden duygulanışlar** söz konusu olur. Spinoza’da üç tür bilgi türü vardır: ilki, duygulanış fikirleridir, bunlar upuygun olmayan bulanık fikirlerdir; ikincisi, nosyon fikirleri (akıl bilgisi); üçüncüsü ise sezgi bilgisidir, ikinci ve üçüncü tür bilgiler upuygun olan bilgi türleridir.[14] Duygulanış fikirleri nedenden yoksun, edilgin, etkilenmiş haldeki bedenin bilgisidir, bu sebeple bulanıktır; upuygun fikirler ise nedenlere bağlı olduğundan bulanıklıktan bizi uzaklaştırır. Duygulanış bilgileri pasiftir, tutkuyla ilgilidir, eyleme ve var olma gücünü azaltır; diğer iki tür bilgi ise upuygun fikirlerle aktif, etkin, eyleme gücünü arttıran, conatusu besleyen bilgi türleridir. Üzüntü, “gücümüzün en düşük derecesini” eyleme gücümüzden azami ölçüde koparıldığımız hali, hurafenin içinde kaybolduğumuz, despotun aldatmasına en fazla açık olduğumuz durumu ifade eder.[15] Üzüntü insanı aptallaştırmakta, duygulanışlara ve upuygun olmayan fikirlere tabi kılmaktadır. Öte yandan insanın kendi duygulanışlarını yöneltme ve azaltmadaki güçsüzlüğü de köleliktir. Bu sebeple üzüntü barındıran her şey köleliğe, baskıya ve despotluğa hizmet etmektedir. Muktedirler ise, iktidarlarını başkasının üzüntüleri üzerine kuran ve yalnızca kölelere hükmedebilen güçsüzlerdir.[16]

Spinoza düşüncesinde iştah varlıkta kalma, varlığın devamlılığını sağlama, sürdürme çabası insanı farklı bedenlerle farklı karşılaşmalara götürür. Bu karşılaşmalar iyi ya da kötü karşılaşmalar şeklinde farklılaşır. Çalcı Deleuze ve Guattari’den aldığı eşik kavramı ile “bir beden ne yapabilir?” üzerine düşünür ve sınırdan farklı olarak bu kavram sayesinde bedenlerin iletişimselliğinin düşünülebileceğini ifade eder. Ancak pek tabii Spinoza’nın kendi sorusunun cevabı kendi kavramı ile de olur. Conatus kavramı “bir beden ne yapabilir?” sorusuyla ilintilidir. Bedeni farklı bedenlerle, düşünce farklı düşüncelerle karşılaştırır. Hele ki karnı acıktığında burnu uzayan Pinokyo’yu iştahıyla birlikte düşünmek keyiflendirici olabilir. Kalaycı makalesinde Ethika’nın temel probleminin sevinçli duyguların azami seviyesine nasıl ulaşılacağı, özgür ve etkin duygulara nasıl geçileceği, üzüntüden uzak bir hayatın nasıl yaşanacağı, etkin duyguların kaynağı olan upuygun düşüncelere nasıl geçileceğidir.[17] Üzüntüden uzak durmak da, sevinçli duyguları arttırmak da başka bedenlerden, başkalarıyla iletişimden vazgeçerek olamaz, upuygun bilgiye sahip olmak için sosyallikten kopuk, münzevi bir hayat değildir asla Spinoza’nın düşündüğü. Her ne kadar bazı karşılaşmalar yıkıcı etkiye sebep olsa da bu türden karşılaşmaları azaltıp, sevinç veren karşılaşmaların arttırılması için upuygun bilgiye sahip olmak gerekir. Edilgin duyguların etkin duygulara çevrilmesi için upuygun bilginin olması gerekir. Mesela yazıda daha önce ele alınan nefrete nefretle karşılık vermeme, sevgi ile karşılık verebilme ve bunun nasıl mümkün olacağına ilişkin söylenenler bu duruma örnektir. Spinoza’nın düşüncesinde karşılaşmaları münzevilik sınırında tutarak sevinçli duyguları ve eyleme gücünü arttırma bir yöntem olamaz. Spinoza’nın bencilliğe ilişkin düşüncesinden de bunu görebiliriz. Spinozacı etikte kendini fedaya, kendinden vazgeçmeye asla erdem denmez. Tam tersi bu tarz davranışlar duygusal kölelik, dışsal belirlenimlerin etkisinde kalıp bunun farkında olmama, hatta bir tür deliliğe denk düşer. Bencillikle kendini koruma, kendi varlıkta kalma çabasını ayırt etmek gerekir. Bencillik bir tutkudur, pasif bir duygudur, cahillikten kaynaklanır; dünyayı ve yaşamı, zihni başka bir şey düşünemeyeceği ölçüde dolduran ve sadece korkan, pek az bedensel etkileniş üzerinden hayatı tecrübe etmeye denktir bencillik. Ancak tabii bencillik ahlâkçıların sandığı gibi bedensel duygulara kendini kaptırmak değil, bu bedensel duyguların tektipliği, azlığı ve bu azlıktan kaynaklanan yoğunluk, kişinin zihninde ortak nosyonların artmasını, böylece başkalarını düşünmesini sağlayacak daha zengin toplumcu duyguların oluşmasını engelleyen bir tektiplilik, ilişkisel yoksunluk halidir.[18] Çalcı’nın okuması Pinokyo öyküsüne yeni bir soluk getirse de Pinokyo’nun pedagojik bir nesne olarak algılanması ve okunması da son derece anlaşılır. Akal, Pinokyo’yu her okuduğunda üzüldüğünü ifade eder. Çünkü kukla zorunluklardan kaçamamaktan öte buna zorlanır. Üzüntü, utanç, korku gibi pasif duygular hikâyenin tonunu belirler. Kukla bu şekilde disipline edilip itaat etmesini öğrenir. Bu da çok büyük bir yanılsama ile sağlanır; kukla bu şekilde özgürleşeceğini zanneder, bu sebeple kukla kuklalığını fedaya zorlanır. Pinokyo’nun çocuğa dönüşmesi bir açıdan kendini feda hikâyesi olarak da okunabilir. Farklılığını korumaya izin verilmeyen ve farklılığı yüzünden dışlanmış hisseden, kabul edilebilmek için aynı olmak gerektiğini sanan kuklanın kendini, farklılığını, tekilliğini fedası… Pedagojik bir nesne olarak yapılan okumalar söz konusu olduğunda Pinokyo’nun hikâyesi Spinoza etiğinden uzaktır. Yine üzüntü duygusunun ağır basması ile itaate zorlanan kukla, bize kederin nasıl despota ve despotluğa hizmet ettiğini gösterir. Çünkü Pinokyo kendi duygularına yönelip, yönetemez; kendisine itaat ve disiplin sonucu bir hediye gibi sunulanın kendisi için iyi mi kötü mü olduğunu sorgulayamaz, buna izin de verilmez.

Spinoza’nın despot ve köle arasında kurduğu ilişkiye değindikten sonra özgürlüğe ilişkin düşüncesine de değinmekte fayda var. Spinoza insani özgürlüğe karşı değildir, belli bir özgürlük fikrine, yanlış özgürlük imgesine karşıdır. Bunu Spinoza kurtulması çok zor olan bir önyargı olarak görüyor; insanların bir şey isterken bunu özgürce istediklerini düşünmelerinin, özgür iradeleriyle istediklerini düşünmelerinin nedeni iştahları ve isteklerin farkında olsalar da bunu belirleyeni bilmemeleridir. Spinoza’da insanlar a piori özgür olmazlar. Özgür doğmadıkları gibi özgür de ölmezler, hatta çoğu insan bu şekilde doğar, yaşar ve ölür -dışsal zorlamaların ve belirlenimlerin farkında olmayan “köle”ler olarak. Daha kötüsü, böyle oldukları halde özgür oldukları yanılgısında ısrarcı olmalarıdır.[19] Pinokyo çocuk olmayı çok istiyor olsa bile anlatılan hikâyeye bakıldığında (özgürce, dışsal hiçbir belirlenim olmadan) bunu istiyor diyemeyiz. Peter Pan’ın o uçucu tazeliği ve serinliği belki de bu noktadadır. Özgürleştiğini sanan, yanlış özgürlük imgesi ile özgür iradeleri olduğuna inanan yetişkinlerin aynı şekilde onun tekilliğine de müdahale edip, yönetme ve şekillendirme çabalarına dur diyebilmesi, sırtını dönebilmesi... Mücadele etmek gerektiğinde bu yetişkinleri taklit edebilmesi ama yine de tam anlamı ile onlar gibi olmamaktaki mücadelesinde güçlü durması… Kendi zorunluluk ve belirlenimlerini kendini tanımakta ve yüzlemekteki, kendi duygularını kendi kendine tanıyıp yönetmekteki ısrarı belki.

Çalcı, pedogojik nesne olarak Pinokyo okumasına muhalefet ederken doğrudan bu tarz bir okumanın yanlış olduğunu ifade etmez. Ancak hayal gücünün tersine çevirdiği ilişkiler göz önüne alınmadığında Pinokyo’nun devrimci niteliğinin görmezden gelindiği, hayal gücü olmaksızın yapılan okumalarla hikâyenin yenilikçi potansiyelinin yok sayıldığını makalesinden çıkarabiliriz. Spinoza’nın “bir beden ne yapabilir?” sorusundan yola çıksa da Çalcı’nın okuması Deleuze ve Guattari’nin her an dönüşen, hep bir oluş halinde olan, arzuyla hareket eden, hiyerarşik yapılanmaya karşı, organsız bedenden de etkilenmiş bir okumadır. Bu doğrultuda Çalcı için hayal gücü makinesinin doldurduğu biçimsiz şekilsiz hiyerarşik olmayan bir bedenin dinamizmini ve inkâr edilemez varlığını kurgu içinde düşünürüz ve bu varlık da gerçek bir varlıktır. Burada hayal gücü ve kurgu derken nasıl bir hayal gücünden ve kurgudan bahsedilmektedir? Bu iki olguya Spinoza söz konusu olduğunda nasıl bir yaklaşabiliriz?

Savaş Ergül, “Bedenin Düşüncesi Düşüncenin Bedeni”[20] başlıklı yazısında Ethika’yı bir nevi semptomatik okumaya tabi tutuyor denilebilir. Ergül, “Orada olmayan ne?” ve “Eksik olan ne?” gibi sorular üzerinden bir okumaya girişerek Ethika’ya bir yorum getirir. Ergül’e göre Spinoza düşüncesinde geometrik düzen uzam ve düşünceyi birleştiren biricik yöntemdir. Spinoza, başlangıcı, bütün sistemi yönlendiren “kendinin nedeniyle” yaptıktan sonra; töz, sıfat, tanrı üçgeniyle devam eder ve ebediyetle sistemini tamamlar.[21] Spinoza’nın içeriksiz soyutlamalara, önyargılara, erekselliğe, yoz doğa ve tanrı anlayışına karşı keskin usturası “neden?” sorusudur ve bu şekilde düşünmek bizi upuygun fikirlere ve ebediyete götürür. Ergül’e göre Spinoza düşüncesindeki temelsiz temel, töz alanındaki fazlalık ve eksikliğin diyalektiğinin yönlendirdiği bir çatlak en baştan kendini hissettirir. İlk kuruluş ânında bazı terimlerin/şeylerin fazla adları vardır, mesela tanrının (ilk neden, zorunlu neden, kendinin nedeni, mutlak neden, içkin neden) ve doğanın fazla adları vardır, hatta “neden”in bile fazla adı bulunmaktadır ama bir de adı olmayanlar vardır. Mesela Ethika’da “bir ve aynıdır” ifadesi en çok kullanılan, sistemi bir arada tutan, her şeyi dahil ederken sistemi fazlalıklarından arındıran stratejik bir önemi olan bir ifade olmasına rağmen bu ifade altında işleyen sistemin, düzenin bir adı yoktur.[22] Tanrının sonsuz sıfatı olduğu söylenir ancak bizim bunlardan yalnızca ikisini bildiğimiz ifade edilir, bunu nasıl bildiğimiz açık değildir. Ayrıca sonsuz sıfatlar bir ad sorununa da sebebiyet verir. Sıfatlar birlikte çalışma ve işlemeleri ile adsızlar ayrıca türdeşleri bakımında da ad eksikliği ile dikkat çekerler.[23] Ergül, yine Spinoza düşüncesinde anlama yetisinin bir paradoks olduğunu ifade eder; anlama yetisi algılanan olarak sonlu, tözün özünü kurması bakımında sonsuzdur. Bu sebeplerle bahsedilen noktalarda Spinoza’da kendini duyuran bir sessizlik söz konusudur.[24] Spinoza kendi nedeninin içkinliğinde, monist, mutlak, tözsel bir ontolojiye sahiptir ancak bu ontolojinin geometrik uzam içinde aşırılıkları, eksiklikleri ve yoklukları bulunmaktadır. Katı nedensellik ve geometri ile katedilen Spinoza’nın düşüncesine de yabancılıklar musallat olur. Spinoza’nın nedensellik silahı ile mücadele ettiği şeylerin başında soyutlamalar gelir. Spinoza kurmacayı da soyutlama olarak görür ve bununla mücadele eder. Nedenselliklerin hepsi biliniyor olsa kurmaca olmazdı. Felsefede “neden” ve “kurmaca” farklı yönelimler olarak karşı karşıyadır. Ergül’e göre geometrik ve sıkı nedensellik Spinoza düşüncesini en uca kadar getirmiştir ancak içkin olarak ortaya çıkan eksiklik ve aşırılık düşünceye kaydedilmiştir ve aşılamamaktadır.[25] Peki bu durum nasıl giderilecektir? Bu durum Ergül’e göre kurmaca yöntemi ile giderilebilir. Geometrik yöntem kadar kurmaca yöntem de bütünlüğü sağlamaya yarar. Bu duruma kanıtlamak için Ethica I. Bölüm IV Tanım’daki*** tanquam kelimesini çevirisinin “olarak” değil, “sanki” ya da benzer anlamlı bir kelime ile karşılanması gerektiğini ileri sürer Ergül. Bu durumda hem sıfatın tanımına hem üçüncü bilgi türüne bulaşan bir “sanki” söz konusu olur.  Eğer “sanki” kelimesinin kurmaca kısmı göz önüne alınmazsa üçüncü tür bilgiyi ortaya koymak pek mümkün değildir. Spinoza, kurmacayı nedenlerin eksikliği sebebi ile başvurulan cehaletin bir veçhesi olarak görür. Bu kurmacanın arızalı ve olumsuz yönüdür; nedenlerin gösterilmesi ile düzeltilebilir. Başka tür bir kurmaca ise varsayımın sağladığı kurmaca yöndür ve bu şekilde varsayımla yola çıkılarak varsayımsal olmayana (sonuçlara ve koşullara değil, onların kaynağına) gidilir, belirli bir montaj işlemidir bu.[26] Ergül, Spinoza’nın da diğer 17. yüzyıl düşünürleri gibi sanata neredeyse hiç yer vermediğini ve yok denecek kadar az referansta bulunduğunu ifade eder ancak yok olan, sanat başka bir yokluğu, eksikliği sıfatlar ve üçüncü tür bilgiye ilişkin eksiklik ve yoklukları tesis etmek için ortaya çıkar diye… Sanatın tekniği olan kurmaca ve montaj olmadan, Spinoza’nın ontolojisinde conatusun ölüm düşüncesinin**** ve üzüntüsünün dışına çıkılamayacağı iddia edilir. Peki biz hakikat ve öz Spinoza’da bir kurmacadır diyebilir miyiz? Hayır, Spinoza’da varlık son derece matematikseldir, fakat bizim bilmemiz, deneyimleyebilmemiz ve hissedebilmemiz için bu matematiksel varlığı belirli bir kurmaca uzamında görmemiz gerekmektedir.[27]

Çalcı’nın belirtiler mantığı çerçevesinde sonsuz bir oluş ve olasılık olarak gördüğü ve bu sayede yaşam karnavalını onaylamasını sağlayan okuması, “kurgu”nun felsefe anlamında “neden” ile karşılıklı geldiği ve nedenlerin eksikliği sebebiyle cehaletin sığınağı olan, soyutlamalara götüren kurmaca değildir. Tam tersine kurmacanın varsayım ile yola çıkıp, varsayımsal olmayana bizi götürdüğü haldir. Pinokyo’nun hikâyesiyle hayal gücünün tersine çevirdiği ilişkiler bağlamında, şekilsiz biçimsiz bir bedene sahip bir varlığı kurgu yoluyla deneyimler, hisseder ve belirli bir kurmaca uzamında bunu görebilir bir bedeni bir eşik olarak görebiliriz. Benzer şekilde tatminle ketlenmeyen arzunun çokluğunu ve ücretle değersizleşmemiş emeğin süreçlerini de deneyimler ve hissederiz.

Peter Pan ve Pinokyo’nun Yalnızlığı

“Peter Pan ve Pinokyo’nun Yalnızlığı” başlığı Althusser’in yaptığı “Makyevel’inYalnızlığı” başlıklı konuşmasından ilhamla bu yazıya başlık olarak seçilmiştir. Althusser konuşmasında, Gramsci ile benzer şekilde Machiavelli’nin feodalite ile kapitalizm arasındaki geçiş devlet olarak ulus-devletin, yani mutlak monarşinin kuramcısı olduğunu düşündüğünü ifade eder.[28] Althusser, Machiavelli’nin düşüncesi ve ona ilgi duyanların arasında hüküm süren bölünmeye dikkat edersek, Machiavelli’nin yalnızlığından söz edilebileceğini belirtir.

Machiavelli’nin yalnızlığı öncelikle sınıflanamaz görünmesinde, başka düşünürlerle belli bir kampa dahil edilememesinde ya da belli bir geleneğe yerleştirilememesi, yerleştirilmesinin imkânsızlığı ile ortaya çıkmaktadır. Bu sebeple üzerinde kutuplaşmanın sert ve uçlarda olduğu bir düşünürdür.[29] Althusser’e göre Machiavelli’de her zaman yakalanmaz olan bir şey vardır. 19. yüzyılda De Sanctis Machiavelli hakkında “Bize beklemediğimiz anda vurur ve bizi düşünceli bir halde bırakır,” der. Althusser, Machiavelli’nin bu yalnızlığının bir sebebinin de düşünüre ilişkin yanlış sorularla başlangıç yapılması ve bu sorular üzerinde kamplaşılması olduğunu söyler. Misal olarak Machiavelli’nin monarşi yanlısı mı, cumhuriyet yanlısı mı olduğunu sormak, yönetim biçimleri arasında daha önceden yapılmış bir sınıflandırmanın varlığını, Aristoteles’ten beri gelen, yönetimlere ilişkin yapılan sınıflandırmalara ve bu sınıflandırmalar çerçevesinde bu yönetim biçimlerinin iyi ve kötü yönlerini ele alan klasikleşmiş yöntemin ön kabulüne dayanır.[30] Ancak Machiavelli bu sınıflandırmaları ve yöntemi kabul etmemekte ve takip etmemektedir. Althusser’e göre Machiavelli’nin yaptığı, De Sanctis ve Gramsci’nin çok iyi kavradığı biçimde, İtalya gibi içten bölünmüş ve istilaların pençesinde, birlikten yoksun bir ülkede ulusal bir devlet kurmanın siyasi koşullarını kendisine sormasından ibarettir. Bu devletin cumhuriyet mi, monarşi mi, Papa tarafından mı yönetildiği söz konusu değildir çünkü bunların hepsi de eskidir ve modern terimlerle ifade edilecek olursa feodalite içindedir. Bu sebeple Machiavelli yeni bir hükümdarlıkta yeni bir hükümdarın bu zor görevin üstesinden gelebileceğini bilerek bu soruyu kendisine radikal terimlerle yöneltir.[31] Machiavelli bütün egemen düşüncelerle bağını kopartır. Althusser sürekli olarak eskilerin siyasetinden söz eden Machiavelli’nin eserinde ne Platon’dan ne Aristoteles’ten ne Çiçero ve Stoacılardan bir kez bile bahsetmemesi üzerine yeterince düşünülmediğine dikkat çeker. Halbuki Machiavelli bunu bilmeden yapıyor değildir, kendini kendi zamanına hâkim olan bütün geçmişten radikal biçimde ayırır. Machiavelli yalnızdır, çünkü yalıtılmış olarak kalmış, düşüncesi üzerine durmadan tartışılırken onun düşüncesiyle düşünülmemiştir.[32] Machiavelli’nin de kendi prensi ile benzeştiğini, düşüncesi söz konusu olduğunda geçmişi ve bütün kan ve aile bağı denebilecek bağları reddedip virtu ve fortunasına güvendiğini ifade etmek sanırım yanlış olmayacaktır.   

Spinoza da Machiavelli gibi sınıflandırılması ve belirli geleneklere yakınlaştırılsa dahi tam anlamı ile dahil edilmesi imkânsız düşünürlerden olup, düşünce tarihinde ayrıksı durur. Şükrü Argın “Spinoza ile Karşılaşamalar ya da Düşünce Dünyamızın Spinoza ile İmtihanı”[33] başlıklı yazısında, Deleuze’un Spinoza için “felsefenin hükümdarı” demesinden yola çıkarak onun için felsefenin son imparatoru yakıştırmasının yapılabileceğini ifade eder. Bu Spinoza’dan sonra büyük düşünür gelemediği için değil, onun felsefe yaptığı dönemde bilim ve felsefenin de mücadelesinin çok kızışmış olmaması, Spinoza’nın bilim de dahil her şeyi kuşatan bir felsefe inşa etmesi sebebiyledir. Argın, Spinoza’nın “felsefe geleneği” içinde ancak aynı zamanda büyük ölçüde bu geleneğe karşı bir tür felsefe kurma arzusu ile hareket eden, nevi şahsına münhasır bir filozof olduğunu söyler. Spinoza’nın felsefe geleneği ve teolojiye karşı verdiği mücadelenin, açtığı savaşın en büyük dezavantajı, felsefe geleneği tarafında sıklıkla kullanılan yüklü kavramların altını oyduktan sonra yine bu kavramları kendi düşüncesinde kullanmak zorunda kalmasıdır. Bu kavramlara örnek olarak töz, idea, öz, tanrı verilebilir ve Spinoza düşüncesinde bu kavramlar kendinden önce gelen düşünürlerin kullanıldığı şekilde kullanılmaz, Spinoza’nın düşünce sisteminde yeniden anlamlanır. Bu kavramlar Spinoza düşüncesi ve o düşüncenin işlerliği içinde başka anlamlar kazanır. Bu durum tabii Spinoza’nın da Machiavelli gibi hep elden kaçan bir yanı olmasına ve bu kavramlar üzerine ateşli tartışmaların ortaya çıkmasına da sebebiyet verir. Argın’ın deyimiyle Spinoza sanki eski bir dille yeni bir şey söylemek durumunda kalmıştır, bu sebeple söylediklerinden daha fazlasını söylemek istemiş bir düşünür olarak görülebilir. Söz konusu kavramlar epey yüklü kavramlar olduğundan zaman zaman Spinoza’nın metnine musallat olurlar.

Akal’ın Peter Pan’ı tanımlamasını yineleyelim. Peter Pan, “neşeli, masum, kalpsiz, ilkesiz, kendini beğenmiş, küstahtır” ve bu da imkânsız bir sonsuz çocukluk ya da gençlik haline denktir. Böylesine bir varoluş, tabii ki hayal gücünü bir yana bırakmış, sorumluluk sahibi, çalışkan, itaatkâr, razı gelen, sorgulamadan bilen, disiplinli ve özgür iradesi ile bir sürü tercih yapan yetişkinlik tarafından anlaşılmak istenmeyecek, bırakalım yanlış sorunun sorulmasını, sorgusuz sualsiz kabul edilen otorite, aksine sorgusuz sualsiz reddedilecektir. Bu da Peter Pan’ın yalnızlığına denk düşecektir. Çocukluk ya da gençlik hali, Çalcı’nın yazısında kullandığı belirtiler mantığı ve eşik hali ile birlikte düşünebilir. Eşikler nasıl yeniliğe açılıyor ve bedenlerin birbirine açılmasını sağlıyorsa, nasıl Pinokyo’nun bedenini sürekli oluş halinde olduğu için ölmeyen bir beden olarak görmek bize hikâyesi için farklı bir okuma sağlıyorsa, çocukluk ve gençlik olarak tanımlanan insan hayatına ait dönemler de yeniliğe açık, bedenin hep bir oluş halinde olduğu -yalnızca fiziksel olarak değil- ve başka bedenlerle karşılaşmaya ya da tek düze, tek tip olmayan farklı farklı karşılaşmalara aç ve açık olmaya işaret eder. Belirtiler mantığı “için” kipini içermemektedir; kesinlik yoktur, bu sebeple yaşamın zenginliği, çok-renkliliği neşeyle, masumca, kalpsizce onaylanır. Sorumluk ve itaati zorlayan zorunlulukları, zorlamaları ve bunların farkında olmadan özgür bir irade ile bunların gerekliliğine ikna olup istenildiğine kanaat getirmiş olarak dayatılan bir yetişkinlik hali ise onaylanmayacaktır çünkü “için” kipinin yüzeysel göstergelerinin yüzeyselliği, sınırlı hali ve kısırlığına razı olunmayacaktır. Bu da büyük ihtimalle itaatsizlik, sorumsuzluk, disiplinsizlik, hayalperestlik olarak adlandırılıp hoş karşılanmayacaktır. Esas olan ve olması dayatılan annelere, babalara ve bütün otorite figürlerine sorgusuz sualsiz itaattir; baş kaldırmak ise eşeklik.  

Pinokyo da Peter Pan, Machiavelli ve Spinoza’ya benzer bir şekilde yalnızdır. O da hep bir pedagoji nesnesi olarak okunageldiği için yalnızdır. Bedeninin hep bir oluş halinde olmasının verdiği ferahlık, yenilik hissi hesaba katılmamış, bedeni sınırlarla ele alınmış, eşik olarak düşünülmediğinden bedeninin yapacakları hep negatifte kalmıştır. Hayal gücünün tersine çevirdiği ilişkiler dikkate alınmaksızın hikâyesinin otoriteye sorgusuz sualsiz itaati pekiştirmek için yazıldığı söylenegelir. Burnunca yalnızdır Pinokyo da. En azından Sercan Çalcı’ya sorsak böyle olduğunu söyleme ihtimali yüksektir. Nasıl ki Althusser’e göre De Sanctis ve Gramsci, Machiavelli düşüncesine ilişkin doğru soruyu sordular ve böylece Machiavelli düşüncesinin özerkliğinin ortaya çıkmasına ilişkin doğru adım attılarsa, belki Sercan Çalcı da bunu Pinokyo hikâyesi için yapmıştır. 


* Cansalan’a göre her ne kadar Spinoza düşüncesinde tutku-akıl karşıtlığı varmış gibi görünse de bu karşıtlıkta dahi bir insanın etkin ve edilgin olduğunu söylerken söz konusu olan yine aynı iştahtır. Tutku ve akıl farkını belirleyen bir ve aynı arzunun iki farklı biçimde görünümüdür.

** Spinoza düşüncesinde duygulanış (affectio) ve duygu (affectus) farklı şeylerdir. Kalaycı makalesinde bu ayrıma değinir. Duygulanış (affectio) etkilenen bir bedenin bir durumunu ifade eder, duygu (affectus) ise bir duygulanıştan diğer bir duygulanışa geçiştir; gücün artış ve azalmasına ilişkindir.

*** Ergül yazısı için Çiğdem Dürüşken’in çevirdiği Kabalcı Yayınları’ndan yayımlanmış Ethica’yı kullanmıştır. Dost Yayınları’ndan çıkan Hilmi Ziya Ülken çevirisinde Ethica I. Bölüm IV Tanım, “Cevherde, onun özünü meydana getirmek üzere algıladığımız şeye sıfat (ya da yüklem) diyorum” şeklindedir. Bu tanıma ilişkin iki adet dipnot bulunmaktadır, ilki “algıladığımız” kelimesi için “idrak ettiğimiz” açıklamasını içerir, ikincisi tanımın aslında geçen attribut kelimesinin mantıkta “yüklem, felsefe, sıfat” anlamına gelmesine ilişkin olup söz konusu tanımda her iki anlamda da kullanıldığına ilişkindir.

**** Ergül’e göre fiilî öz olarak conatus, var olma çabası içinde yaşam kadar ölümün de açığa çıkışıdır. Burada sonluluk ve ölüm düşüncesinin ortaya çıkardığı üzüntülü halin yıkıcılığından kurtulmak mümkün değildir. Her tekil conatustan daha güçlü bir conatus mutlaka vardır; conatus her ifade edildiğinde var olma çabasıyla birlikte dağılma ve yok olmayı akla getirir.

[1] Akal, s. 12.

[2] Akal, s. 13, 14.

[3] Çalcı, s. 7.

[4] Çalcı, s. 8.

[5] Çalcı, s. 8.

[6] Çalcı, s. 9.

[7] Çalcı, s. 10.

[8] Eylem Canaslan, Spinoza: Yöntem/Tanrı/Demokrasi, Dost Yayınları, Ankara, 2019, s. 164-165.

[9] Canaslan, s. 165.

[10] Canaslan, s. 166, 167.

[11] Nazile Kalaycı, “Spinoza ile Karşılaşamalar”, Spinoza’nın Ethica’sı Bağlamında Mizahın Politik İşlevi, Eylem Canaslan ve Güçlü Ateşoğlu (der.), Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2015, s. 239.

[12] Kalaycı, s. 240.

[13] Kalaycı, s. 242.

[14] Kalaycı, s. 243.

[15] Kalaycı, s. 244.

[16] Kalaycı, s. 245, 246.

[17] Kalaycı, s. 240.

[18] Cansalan, s. 170, 171.

[19] Canaslan, s. 205.

[20] Şavaş Ergül, “Bedenin Düşüncesi ve Düşüncenin Bedeni”, Spinoza ile Karşılaşamalar, Eylem Canaslan ve Güçlü Ateşoğlu (der.), Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2015, s. 15.

[21] Ergül, s. 22.

[22] Ergül, s. 22, 23.

[23] Ergül, s. 23.

[24] Ergül, s. 24.

[25] Ergül, s. 27.

[26] Ergül, s. 28.

[27] Ergül, s. 29.

[28] Louis Althusser, “Makyavel’in Yalnızlığı”, Makyavel’in Yalnızlığı ve Başka Metinler: Althusser’in Mirası, çev. Seda Çarmık, Turhan Ilgaz, Alaeddin Şenel, Epos Yayınları, Ankara, 2006, s. 345.

[29] Althusser, s. 377.

[30] Althusser, s. 379.

[31] Althusser, s. 380.

[32] Althusser, s. 384.

[33]Şükrü Argın, “Spinoza ile Karşılaşamalar ya da Düşünce Dünyamızın Spinoza ile İmtihanı”, https://t24.com.tr/haber/spinoza-ile-karsilasmalar-ya-da-dusunce-dunyamizin-spinoza-ile-imtihani,340369


Kaynakça

Cemal Bali Akal, Hukuk ya da Kukla Tiyatrosu, Dost Yayınları, Ankara, 2. Baskı, 2014.

Eylem Canaslan, Spinoza: Yöntem/Tanrı/Demokrasi, Dost Yayınları, Ankara, 2019.

Gaye Çankaya Eksen, “Spinoza’da Fortitudo ve Barış Üzerine”, Spinoza ile Karşılaşamalar, Eylem Canaslan ve Güçlü Ateşoğlu (der.), Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2015.

Louis Althusser, “Makyavel’in Yalnızlığı”, Makyavel’in Yalnızlığı ve Başka Metinler: Althusser’in Mirası, çev. Seda Çarmık, Turhan Ilgaz, Alaeddin Şenel, Epos Yayınları, Ankara, 2006.

Nazile Kalaycı, “Spinoza ile Karşılaşamalar”, Spinoza’nın Ethica’sı Bağlamında Mizahın Politik İşlevi, Eylem Canaslan ve Güçlü Ateşoğlu (der.), Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2015.

Olga Tokarczuk, Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde, çev. Neşe Talay Yüce, Timaş Yayınları, İstanbul, 2020.

Şavaş Ergül, “Bedenin Düşüncesi ve Düşüncenin Bedeni”, Spinoza ile Karşılaşamalar, Eylem Canaslan ve Güçlü Ateşoğlu (der.), Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2015.

Sercan Çalcı, Pinokyo ve Beden, Aporia, Mayıs-Haziran-Temmuz 2015, Sayı 2.

Şükrü Argın, “Spinoza ile Karşılaşamalar ya da Düşünce Dünyamızın Spinoza ile İmtihanı”, T24, 13 Mayıs 2016, https://t24.com.tr/haber/spinoza-ile-karsilasmalar-ya-da-dusunce-dunyamizin-spinoza-ile-imtihani,340369

Utku Özmakas, “Peter ‘Yeni Prens’ Pan”, Birikim Güncel, 1 Temmuz 2020; https://www.birikimdergisi.com/guncel/10183/peter-yeni-prens-pan; “Fortuna ve Fortuna”, FLSF (Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi), sayı 27, 2019, s. 1-15, https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/723618.


Metnin ana görseli: Tanja Jeremic, "SupermEn", kolaj.