Türkiye'nin ekonomi politik rejiminin ne olduğuyla, nasıl tanımlanması gerektiğiyle ilgili bir tartışma yeniden alevlendi. Günümüz Türkiye’sini neoliberalizm üzerinden okumak hâlâ mümkün mü? Yoksa AKP ve özellikle Erdoğan özelinde yoğunlaşan güç, ekonominin siyasetten özerkliğini tamamen eritip, “kroni kapitalizm” ya da ahbap çavuş kapitalizmi diyebileceğimiz yeni bir modeli mi ortaya çıkardı? Twitter’da bir atışma şeklinde başlayıp çeşitli internet programlarında bir fikir alışverişine dönüşen bu tartışma, Türkiye’nin bazı temel güç ilişkilerini nasıl yorumlamamız gerektiği konusunda önemli ipuçları veriyor.
Neoliberalizm konusunun hâlâ tartışmaya açık yönlerinin olması dahi şaşkınlık yaratabilir. 24 Ocak kararlarından başlayıp Özal döneminde kristalleşen, Kemal Derviş önderliğindeki reform hareketiyle kurumsal düzene oturan ve ilk Erdoğan hükümetinin derinleştirdiği bu ekonomi politik rejim siyasete ilgi duyan hemen herkesin öğrendiği ilk on terimden biridir. Bazı alanlarda kapsayıcı bir aşağılama niteliği taşır. Diğerlerine, tarihi geçmiş bir etiket, ne dediğini tam da bilmeyenlerin kolaycı bir yakıştırması gibi gelir. Özellikle birçok neoklasik iktisatçının bu kavramdan bezdiğini, kendi akademik donanımlarına yapılan haksız bir küçümseme olarak algıladıklarını da görüyoruz. Peki, neoliberalizm kavramında sıkılacak su kaldı mı? Bize fayda sağlayacak, dünyayı ve Türkiye'yi daha iyi anlamamıza yardımcı olacak kadar kullanışlı ve kesin bir anlamı var mı?
Tartışmanın ana taraflarından Berk Esen için cevap hayır. Esen, 2008 krizinden sonra, en çok da son beş-altı yıldır, Türkiye'deki kaynak dağılımının piyasa değil, devlet tarafından AKP’nin bekası adına yapıldığını savunuyor. Siyasi kaygılarla yandaş iş insanlarının zenginleştirilmesi, Merkez Bankası'nın ve denetleyici kurumların özerkliklerinin tamamen yok edilmesi ve cumhurbaşkanının ağzından çıkacak kelimelerin herhangi bir piyasa dengesinden çok daha önemli iktisadi sonuçlar veriyor olması içinde bulunduğumuz rejimin neoliberal olamayacağını gösteriyor. Esen’e göre bu sistemin adı ancak ahbap çavuş kapitalizmi olabilir. Burak Bilgehan Özpek de Erdoğan özelinde tekelleşen siyasi gücün popülist amaçlar doğrultusunda kaynak dağıttığını savunuyor. İnsanları “bizden olanlar ve olmayanlar” diye ikiye ayıran bu görüş, sınıfı ne olursa olsun, kendisine yakın gördüklerine yeri geldikçe ihale, memuriyet, iş güvencesi ve daha birçok iktisadi avantaj sağlıyor. Bu düzen, güçlü, öngörülebilir ve rasyonel bir devlet gerektiren neoliberalizmden uzak, ancak yine ahbap çavuş kapitalizmi olarak adlandırabileceğimiz bir yapı. Özpek ve Esen, kroni kapitalizm eleştirisine dayalı bir muhalefetin doğrudan Erdoğan ve AK Parti’yi hedef alacağı, diğer neoliberal aktörlerle de işbirliği olanağı yaratacağı için daha verimli olacağını savunuyorlar.
Tartışmanın karşı tarafındakilerin argümanları daha farklı. Üzerinde anlaşılan en önemli nokta günümüzdeki ahbap çavuş ilişkilerinin neoliberalizmden bir kopuşu değil, onun içindeki bir dönemi ifade ettiği. Sinan Erensu neoliberal özne oluşumunun devamlılığını, insanların kendilerini birer “mini şirket” olarak gördüklerini vurguluyor. Pınar Bedirhanoğlu neoliberal düzeni kapitalizmin en son aşaması, demokratik vatandaşlık ilkesini yok eden bir sınıf projesi olarak tanımlıyor. Ali Rıza Güngen, finansal bağımlılığa dayalı büyüme politikalarının Türkiye’yi küresel sermaye piyasalarına endekslediğini, uluslararası düzeyde büyük bir dönüşümle ortaya çıkmış olan neoliberalizmden tekil ülkelerin kolay bir kopuş sağlayamayacaklarını vurguluyor. Mustafa Kutlay ise, AKP’nin ilk dönemine düzenleyici neoliberalizm, son dönemine devlet kapitalizmi adını veriyor. Kutlay’a göre neoliberalizm sonrası devlet kapitalizmini işletmeye çalışan ülkeler deneme yanılma yöntemiyle ilerliyorlar ve sıklıkla yanılıyorlar. Ahbap çavuş kapitalizmi gibi görünen şey aslında devlet kapitalizmi denemelerinin dejenere olmasıyla ortaya çıkan bir eksiklik.
Bu tartışmada en çok dikkat çeken unsur, tarafların pratik politikalar konusunda anlaşıyor olmaları. Herkes 2020 Türkiye’sinde AKP’nin piyasaları nasıl şekillendirdiği, hangi şirketlere devlet eliyle nasıl kaynaklar dağıttığı konusunda hemfikir. Anlaşma sağlanamayan konu neoliberalizm kavramının mevcut durumu açıklamadaki işlevselliği ve bu kavramın sınırlarının ne olması gerektiği. Dar anlamıyla, Washington görüş birliği politikaları artık Washington’da dahi pek uygulanmadığından, 2020 Türkiye’sine neoliberal demek güç. Daha geniş anlamıyla ise, ABD’den Almanya’ya, Türkiye’den Endonezya’ya kadar, içinde sayısız farklılıklar barındıran birçok rejimi ayni isimle anmamız bu kavramı fazlaca esnetiyor.
Bence bu tartışmada analitik olarak farklı, fakat hem teoride hem pratikte birbiriyle çeşitli şekillerde ilintilenen bazı kavramlar birbirine karışıyor. Değişik düzeylerde yer alan, birbirlerine karşıt oluşturmayan kavramlar karşılaştırılıyor. En önemli karmaşa ise şurada ortaya çıkıyor: Neoliberalizm ile kroni kapitalizm birbirlerinin zıttı, ya da birinin varlığı diğerini hükümsüz kılacak değişkenler değil. Neoliberal bir düzen pekâlâ kroni kapitalist özellikler göstermeye başlayabilir. Ahbap çavuş kapitalizmi hem neoliberalizmde hem kalkınmacı devlet biçimlerinde ortaya çıkabilir. Yandaşlarını kollayıp, piyasayı partinin bekasına kurban eden AKP hükümeti, bu patrimonyal düzeni genel neoliberal yapılar altında kurdu ve devam ettiriyor.
Bu kavramsal kargaşayı bir düzene oturtmak için Erik Olin Wright’in oyun metaforundan faydalanabiliriz. Wright’a göre bir oyun üç seviyede incelenebilir: (1) hangi oyunun oynanacağı, (2) oyunun kuralları ve (3) oyun içindeki hareketler. İlk seviye kalıcı yapıları, ikinci seviye kural ve düzenlemeleri, üçüncü seviye ise aktörlerin değişken ve duyumsallık gösteren hamlelerini kapsıyor. Politik ekonomi rejimlerini bu modele göre tasnif edersek değişik alternatifler ortaya çıkıyor:
- Hangi oyunun oynanacağı (üretim biçimi): kapitalizm. Günümüzde, en azından öngörülebilir gelecekte, bu oyun sabit.
- Oyunun kuralları (birikim rejimleri): refah devleti, kalkınmacı devlet modeli ve neoliberalizm. Yakın tarihte bu kuralların her biri dünyanın birçok ülkesinde uygulandı.
- Oyun içindeki hareketler (parti stratejileri, pratikteki hükümet-sermaye ilişkileri): gayri şahsi ve kurallara dayalı, şahsi ve patrimonyal.
2005 Türkiye'sinde AKP’nin oynadığı oyun kapitalizm, oyunun kuralları neoliberal, AKP’nin oyun içi stratejisi ise kurallara dayalı ve gayri şahsiydi. 2020 Türkiye’sinde oyun ve kuralları genel olarak aynı kalmakla birlikte, AKP’nin oyun içi stratejisi şahsi ve patrimonyal. AKP ve özellikle Erdoğan, bu oyunda egemenleştikçe, oyunun kurallarını da esnetiyorlar. Erdoğan, ahbap çavuş kapitalizmi dediğimiz patrimonyal hamlelerini derinleştirdikçe, kurumlara ve öngörülebilirliğe dayanan neoliberal ideal tipinden uzaklaşıyoruz. Fakat kuralların değiştiğini, artık neoliberal düzenden çıktığımızı iddia edebilmek için değişimin köklü ve devamlı olması, yeni bir birikim rejiminin yerine oturması gerekiyor. Bu da şu anda Türkiye özelinde mümkün gözükmüyor.
Oyun metaforunun ne denli kullanışlı olduğunu başka örneklerle kanıtlamaya çalışayım. Güney Kore’nin 1970 civarında oynadığı oyun kapitalizm, oyunun kuralları (Asya tipi) kalkınmacı devlet, Park Chung-hee rejiminin oyun içi hareketleri ise kurallara dayalı idi. Endonezya’nın 1980’de oynadığı oyunun kuralları kalkınmacı devlet, Suharto rejiminin oyun içi hareketleri ise patrimonyaldi. Kroni kapitalizm eleştirisinin 1997 Asya krizi sırasında popülerlik kazanması rastlantı değil. Bu eleştiri kalkınmacı devlet adı altında Asya kaplanlarında yapılanların aslında kroni kapitalist politikalar olduğunu, yani chaebol tipi holdinglerinin devletten aldıkları rantlarla büyüdükleri yönündeydi. Yani neoliberalizmdeki ahbaplar, yandaşlar ve çavuşlardan önce, piyasaları plancı kurumlar vasıtasıyla kısıtlayan kalkınmacı devletler kroni kapitalist olmakla itham edildiler.
Yukarıda bahsettiğim oyun metaforunda birikim rejimini ikinci, pratikteki hükûmet-sermaye ilişkilerini üçüncü seviyeye yerleştirdim. Bu yüzden ahbap çavuş kapitalizminin (üçüncü seviye) neoliberalizme (ikinci seviye) alternatif olmadığını iddia ettim. Birikim rejimi olarak adlandırdığım refah devleti, kalkınmacı devlet ve neoliberalizm ideal tipleri, uluslararası köken ve bağlantılarının olması yanı sıra, özellikle ulus-devletlerdeki sermaye birikim altyapılarına denk geliyor. Her kapitalist devlet vergilerle kamu maliyesini işlettiği, devamlılığını canlı bir ekonomiyle sağladığı için ülkesindeki sermayenin bekasını kollamak zorunda. Büyüyen nüfusa yeni iş olanakları sağlamak ve az da olsa gelir büyümesi ile toplumsal istikrarı korumayı ister. Bu yüzden de sermaye birikimini arzu eder, bunun önünü açar. Sermaye birikiminin hangi koşullarda ve hangi altyapısal varsayımlar ile sağlayacağının adı birikim rejimidir. Örneğin, küresel güneydeki kalkınmacı devlet modeli, devletin mali gücüyle özel ve kamusal yatırımları desteklemeye ve bunun karşılığında disiplin ve performans çıkarımına dayalıdır. Neoliberal birikim rejimiyse sermayenin özel mülkiyet haklarının vurgulandığı, kurum ve kurallar aracılığıyla sermaye haklarının isçi ve diğer halk katmanlarına karşı korunduğu, bu yöntemle büyüme ve verimli kaynak dağıtımının hedeflendiği bir birikim rejimidir.
Kalkınmacı devlet modeli ya da neoliberalizmin yerelde uygulanışı ise ideal tipe her zaman yakınsamıyor. Kurallara dayalı, gayri şahsi devlet-sermaye ilişkilerine dayanması beklenen bu birikim modelleri dejenere olabiliyor ve yolsuzluk ya da rantçılığa kayabiliyor. Ahbap çavuş kapitalizmi de ister kalkınmacı devlet modelinde olsun ister neoliberalizmde, şahsi çıkar ilişkilerine dayanan bir yolsuzlaşmanın sonucu. Tabii, yolsuzluk ya da rüşvetin ne kadar muğlak, hassas kantitatif ölçümlere direnen kavramlar olduğunu biliyoruz. Tam da bu yüzden kroni kapitalizm kavramı da kaygan ve müphem. Rant ekonomisi olarak adlandırabileceğimiz bu durum, yerleşik bir birikim rejiminden çok, bir dizi pratikten ibaret. Bu pratikler oyunun kurallarını esnetebilir, fakat bu pratiklerin oyunun kurallarını değiştirmesi için daha köklü dönüşümler gerekir. Erdoğan, yandaşçı politikaları ile oynanan oyunda diğer aktörlere oranla dominantlaştıkça, Türkiye de kurallı bir neoliberalizmden uzaklaşıyor.
Bu tartışmada gözden kaçırılan başka bir nokta ise neoliberalizm çalışmalarındaki bazı yeni gelişmeler. Bu kavramın hem destekçileri hem karşıtları David Harvey’in çerçevelediği bir düzlemden hareket ediyorlar. Sermayenin özgürleşmesi ya da devlet düzenlemeleri gibi ayak bağlarından kurtularak piyasa mekanizmalarına tabi olması üzerinde yoğunlaşan bu anlatım, yanlış olmamakla birlikte, eksik. Quinn Slobodian’in 2018 basımlı kitabı Globalists: The End of Empire and the Birth of Neoliberalism, daha yeni ve faydalı bir yaklaşım içeriyor. Kendilerini neoliberal olarak tanımlayan, Avusturya, İsviçre ve Alman ekolü kökenli iktisatçı ve uluslararası hukuk düşünürlerini önceleyen bu kitap, Türkiye üzerine yapılan tartışmalara da faydalı olabilecek nitelikte.
Slobodian’a göre neoliberalizm, sermayenin serbestleştirilmesi ya da ayak bağlarından kurtarılması projesi değil, demokratik taleplerden sakınabilmek için zarflanması ilkesine dayalı bir sistem. Mont Pelerin cemiyetiyle özdeşleşmiş bu epistemik topluluğu ciddiye alırsak, neoliberal düşünürlerin ilk ve en önemli endişelerinin imparatorluk sonrası dünyasında sermayenin bütünlük ve imtiyazlarını nasıl koruyacakları olduğunu görüyoruz. Habsburg İmparatorluğu’nun çöküşünün ardından Avusturya sermayesinin Doğu Avrupa’da dolaşım serbestisinin kalmamasını dert eden von Mises ve Hayek gibi yazarlar, sermayeyi özgürlüklerine yeni kavuşmuş devlet ve insanların demokratik taleplerinden korumanın derdindeydiler. Sermayeyi uluslararası hukuk ve kurumlar arayıcılığıyla zarflayıp, egemenlik (imperium) ve iyelik (dominium) arasındaki farkı yeni oluşan ulus-devletler düzeyinde korumak istiyorlardı. İmparatorluklarla eşleşmiş klasik liberal dönemin bitiminden hemen sonra ortaya çıkan bu entelektüel hareketin liderleri de projelerini “neoliberal” olarak adlandırdılar.
Bu argüman neoliberalizmin düşünsel tarihini 1973 Şili darbesinden çok daha öncelere, Kızıl Viyana’ya çekiyor. Neoliberalizmin bir tepki olarak ortaya çıktığı tarihsel bağlam dekolonizasyon süreci, yeni devlet ve milletler ve onların yeni özgürleşmiş vatandaşlarının sermayeye karşı yaptıkları demokratik talepler. 19. yüzyıl liberalizminin demokrasiye duyduğu güvensizliğin yeniden üretildiği bir proje bu. Gerçekten de 20. yüzyıl boyunca, Keynesyçi görüş birliği ve sosyal demokrasinin de etkileriyle, birçok bölgede vatandaşlar kaynak dağılımını vatandaş olarak da etkileyebildiler. İnsanların yalnızca işçi, tüketici ya da piyasa aktörleri olarak değil, vatandaşlık üzerinden siyasi özneler olarak da kaynak dağılımını etkileyebilmeleri, bu yeni demokratik düzende sermayenin bazı sosyal sorumluluklar almasına neden oldu; küresel kuzeyde tam istihdam, yerel camialara yatırım ve görece yüksek şirket vergileriyle ulusal refahı destekleme gibi sorumluluklar yüklendi. Küresel güneydeki sermaye ise ulusal kalkınmadan sorumlu “milli servet” olma yükümlülüğünü kazandı. Bu sorumluluklar devlet desteği getirdiği gibi, performans beklentileri de doğuruyordu. Neoliberal hareketin çıkışından itibaren ana hedefi sermayeyi bu tür demokratik taleplerden korumak, egemenliğini yeni kazanmış toplumların mülkiyet haklarına da müdahale edebilmeleri küstahlığını kollamaktı.
1980’ler ile ivme kazanan neoliberal dönüşüm işçilerin, vatandaşların, kısacası kapitalist olmayan her toplum katmanının kaynak dağılımı üzerindeki söz hakkını bertaraf ederek işe başladı. Bu aynı zamanda sermayenin devlet yetkisiyle belirlenmiş sosyal sorumluluklarını da aşındırdı. Milton Friedman’ın 1970 tarihli “İşletmelerin Sosyal Sorumluluğu Kârlarını Artırmalarıdır” adlı makalesi, şirketlerin asıl görevlerinin hissedarların yatırımlarına değer katmaktan ibaret olduğu anlayışına yapılan vurgular, bu dönemde egemenleştiler. Şirketler küreselleşmeyle birlikte yerel bağlarını büyük ölçüde koparmaya başladılar. Kısacası, sermayenin özel mülkiyet hakları topluma karşı olan zorunlu sosyal sorumluluklarından ayrıştı. Demokratik taleplere karşı bağışıklık kazanmış bir sermaye var önümüzde. Neoliberalizmin başarısı budur ve bu bağışıklık kırılmadığı sürece birikim rejimi neoliberal kalacaktır.
Yukarıdaki çerçeve Türkiye gerçekliğini de açıklıyor. Türk sermayesi ithal ikameci dönemde sahip olduğu ulusal misyondan çok uzakta. AKP hükümeti yandaş bir inşaat ya da enerji şirketine ihaleler verdiğinde, halkın vergisi ve rakip şirketlerin piyasa payı pahasına ahbaplarını beslediğinde, bunu herhangi bir kalkınma projesi hedefiyle yapmıyor. “Yerli ve milli” olma ideolojisinin tam bir incir yaprağı, bu söyleme katılanların dahi inanmakta zorlanacakları bir anlatı olduğunu belirtmeye gerek bile olmayabilir. Özünde, AKP-yandaş sermaye ilişkisinin iş insanını zenginleştirip AKP’nin gücünü pekiştirmekten ibaret olduğu açık. Bu durum da sermayenin ulusal sorumluluklarından arınıp, yalnızca özel mülkiyet ve onun serpilmesini mümkün kılan partiye olan borçluluk düzleminde gerçekleşen bir birikim rejimine işaret ediyor. Sermayedar partinin yönlendirmesiyle sosyal yardımda bulunduğunda da bunu genel geçer bir yükümlülükten ötürü değil, AKP’li belediyeler yoluyla ve partinin seçmenine yönelik yapıyor. Yani AKP, geniş demokratik taleplere karşı korunmuş, neoliberal düzenin takıntısız sermayesinin içindeki bazı yandaş hizipleri besliyor, yandaş olmayanları yeri geldiğinde harcıyor. Bunu yaparken de dejenere olmuş bir neoliberal düzen içinde hareket ediyor.
Peki AKP rejimine muhalefeti neoliberalizm karşıtlığı üzerinden kurarsak ne kazanıyor ve ne kaybediyoruz? “AKP neoliberal olduğu için kötü” söylemine dayalı bir eleştiri başarılı olamaz. Bugünküne hiç benzemeyen neoliberal düzenler mümkün. Bu birikim rejimi kurallı, düzenli ve tahmin edilebilir olabilir. Hukukun üstünlüğünü ve hukuk önünde eşitliği sağlayabilir. Ekonomik büyümeyle birlikte belli bir zenginleşme gerçekleştirebilir. Tabii bu neoliberalizmin günahsızlığı anlamına gelmez. Yaygın bir eşitsizliğe, piyasa dışı müdahaleler yapılmazsa varlık içinde yokluğa yol açabilir. Demokratik vatandaşlık anlayışını aşındırır. Fakat, 2020 Türkiye’sinde AKP’nin ahbap çavuş ilişkileri vasıtasıyla yürüttüğü çürük düzen, birikim rejiminin neoliberal olmasından öte, AKP’nin neoliberalizmi bile dejenere etmesinden kaynaklanıyor.
Son söz olarak neoliberalizmin sınırlarından ve sonrasından bahsetmek istiyorum. Bunun sebebi hem daha adil bir gelecek hayal etmek hem de kullandığım şekliyle bu kavramın yanlışlanabilir olduğunu, belli sınırlar aşıldığında neoliberalizmden çıkılabileceğini göstermek. Neoliberalizmin alternatifleri yalnızca geçmişte kalan refah devleti ya da kalkınmacı devlet kavramları değil. Gelecekte de alternatifler yaratmak mümkün. Bir potansiyel dönüşüm iklim değişimi nedeniyle gelebilir. Küresel ısınma arttıkça, günümüzde sık sık görülmeye başlanan iklim felaketleri sistemik bir hal aldıkça, devletler oyunun kurallarını değiştirmeye başlayabilirler. İklim felaketlerine karşı verilecek mecburi savaş, sermayeye yeni toplumsal görevler yükleyebilir. 20. yüzyılın aksine bu görevler ekonomik büyüme ve refah yönelimli değil, iklim değişiminin zararlı sonuçlarını sınırlama ya da vatandaşlara asgari geçim ve tüketim malzemeleri sağlamak yönünde olabilir. Bu dönüşüm, devletlerin veya eşdeğer siyasi kurumların önemli planlama yetkileri kazanmasıyla mümkün olacaktır.
Benzer bir şekilde, uzun zamandır vaat edilen yapay zekâ devrimi çalışma ilişkilerini altüst ederse, ortaya çıkabilecek muazzam işsizlik neoliberalizmden çıkışı mümkün kılabilir. Eğer toplumlar bu dönüşüme sol bir yanıt verirlerse, ücretli emek bağımlılığını azaltacak ya da yok edecek düzeyde bir evrensel temel gelir oluşturulabilir. İşçinin sermayeden bağımsızlığını ilan ettiği bu düzen neoliberal olmaktan, hatta belki, başka koşullar da sağlanırsa, kapitalist olmaktan dahi çıkabilir. Ne yazık ki yanıtın sağdan gelmesi muhtemel. Bu durumda işçiler ve vatandaşlar ekonomik toplumdan yığınlar halinde dışlanabilir ve prekaryaya dönüşebilir. Amerika Birleşik Devletleri’nin 3 Kasım 2020’deki seçim sürecinde Kaliforniya eyaletindeki referandumda kabul edilen 22 numaralı öneri bu yönde bir örnek sunuyor. Ülkenin en liberal eyaletindeki seçmenler, uygulama tabanlı ulaşım şirketlerinin sürücülerine özlük hakları sağlamaktan muaf tutulmasını onayladı. Gig ekonomisi işçilerinin özlük haklarının reddi, prekaryalaşma sürecinin sancılı geçeceğini gösteriyor. Bu süreç ilerledikçe neoliberalizmin derinleşeceğinden bahsedebiliriz.
Tabii başka gelecekler de mümkün. Sömürülen ve ezilenlerin mücadelesinden ümidi kesmemek gerek.