Neoliberal sistem daralıyor, bu daralmayı ekosistemdeki çözülme takip ediyor, küresel siyaset popülist tek adamların eline kalmış, sürrealizmi beğenmezken post-trutha kalmışız… Küresel rüzgârlar, Türkiye gibi jeo-stratejisi ile meşhur bir memlekette, AKP rejiminin Türkiye’de inşa ettiği kalitesizlik ile birleşiyor ve memleket her yanından ipil ipil dökülüyor. Özellikle 2016’dan beri, bu kalitesizliğin ve inatçılığın bir sonucu olarak, felaketler felaketleri kovalıyor
17-25 Aralık, Soma, Ermenek, Bayır Bucak Türkmenleri, Rus uçağının düşürülmesi, yenilenen Haziran seçimleri, 15 Temmuz… Karlov suikastı, KHK ile işinden atılanlar, ardı ardına şaibeli seçimler, yenilenen İstanbul seçimleri, havuz medyası, troller, siyanür ile intiharlar, IŞİD, ÖSO/SMÖ, Libya, Doğu Akdeniz gerilimi, depremler, bitmeyen Kanal İstanbul tartışmaları, İstanbul Havalimanı, Sabiha Gökçen faciası, Kızılay’ın paravan derneğe dönüştürülmesi, kadın cinayetleri (korona karantinası başladığından beri 18 kadın evinde öldürüldü bu arada), İdlib ve en sonunda korona…
Sabık başbakanlardan birinin söylediği gibi “Allah’ın lütfu” olan felaketler, şu harese dikeniyle kendini yaralayıp kendi kanını içen deve hikâyesindeki gibi kanın bitmeyen tuzu, tuzun bitmeyen tadı… Felaket, Agamben’in kulakları çınlasın, memleketin normu/normali haline geldi, her felaket, yalnızca bir öncekini unutturmaya yarıyor, bir felaketin içindeyken daha büyük bir felaketin kapıda olduğunu biliyoruz, “şükür” hamd-ü sena değil, “hiç olmazsa, bari” gibi bir manaya doğru bükülüyor.
Şimdi de korona.
Korona meselesi elbette küresel… Afrika’da kanat çırpan kelebeğin yol açacağı kaosa ilişkin kehanet küçük bir sapmayla, Çin’de kanat çırpan bir yarasayla gerçekleşti… Öte yandan bu kaos, devlet dediğimiz şeyin ne olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Söylemeye gerek yok, Türkiye’ye koronanın girişine ve gelişmesine, yerli ve milli pespayeliğin eşlik ettiği su götürmez… Korona kapıya dayandığında, Diyanet bürokrasisi ile Turizm Bakanı sakalı taramaya devam ettikleri için, umre seyahatleri sürüyordu… AKP eliti, Fırat’ın doğusunda kaybettiği mevzileri, Meriç’in batısına olabildiğince çok mülteci sürerek kazanmak gibi dahiyane bir askerî strateji takip ettiği için sınır geçişleri kapatılmamış, hatta Yunanistan’a “Sen de aç, bunlar gelip geçecekler, sende kalmayacaklar yahu…” denilmişti… THY, uçuşları 2-3 gün öncesine kadar salgının olduğu pek çok noktaya kadar sürdürmüş, hatta Uzakdoğu koronadan yıkılırken, 16 muhtemel korona hastası Taylandlı Ankara havalimanına indirilmişti… Geçen hafta, dünyada en çok ölümün yaşandığı İtalya ile hâlâ deniz ticaretinin sürdüğüne ilişkin haberler gelmeye devam etti. Sahiller, piknik yerleri kapalı ama fabrikalar açık, çünkü Damat’ın büyüme hedefi var… Dahası, virüs Kıbrıs ve İran’a bile enfekte olmuşken umudunu trollerin yürüttüğü (Haydi Türkiye’m göster dünyaya, sıfır hasta sıfır kayıp) tuhaf kampanyalara ve rüyasına giren virüsü azarlayıp, İran’a doğru yönlendiren tarikat ehline bağlamış bir ucubelik … Sonuç ortada…
Krizin tek güzel tarafı, devletin başındaki ve sonundaki güruhun ortalıkta çok görünmemesi oldu. Tayyip Erdoğan ilk konuşmasında, uçak biletlerini, turizm vergilerini, konut kredisinde peşinatları düşürdüğünü duyurdu… Hz. Ömer’den, sabırdan ve duadan bahsetti. Konuşmasının tek yaratıcı yeri olan “bir kaderden bir kadere kısmı” Zeynep Sayın’ın Ölüm Terbiyesi isimli çalışmasından modifiye edilmişti ama olsun, başkan olmanın o kadar ayrıcalığı olur…
İkinci konuşmada, ek tedbirler getirildi ve 65 yaş üstü insanların sokağa çıkması yasaklandı. Tam da bu günlerde, Çin ve Kore’de, totaliter tedbirlerden sonuç alındığı haberleri gelmeye başlamıştı ve koronanın müsebbibi olan Çin’e karşı nefretimiz birdenbire sempatiye dönüştü, sosyal medyada yarasa çorbası görsellerinin yerini, orak-çekiçli Çin bayrağı önünde, dans ederek maskelerini fırlatan hastane çalışanları ve devlet yetkililerinin videoları aldı… Nefretin odağına birdenbire yaşlılar yerleşti…
Bir yandan, herkes kendi OHAL’ini ilan etsin, bir yandan 65 yaşındaki insanlar sokağa çıkmasın denilirken, hayatını gündelik olarak kazanmak zorunda olan ve bunların ciddi bir kısmı 65 yaş üstü olan insanların ne yiyip içeceği, nasıl geçinecekleri soruları yanıtsız kaldı… “Bir kaderden, bir kadere…”
Hülasa, ekonomik paketin eninde sonunda davultozu olduğu ve milletin bunu yemediği anlaşılınca, yani uçağa binemeyen, ev alamayan, tatile çıkamayan ahali (burası çok önemli) minare gölgesine davet edildi… Zaten bütün hikâye, süngü olarak tahayyül edilen bir minare imgesi ile başlamadı mı… Sonra 15 Temmuz, gene minareler… Belli ki, bu minare imgesi kullanışlı... Üstelik yalnızca monşerlere karşı değil…
Canı burnunda halk (yani yalnızca %49,5 değil, öbür evde zor tutulan %50,5 de) açılan paketlerin içinde kendisi için bir şeyler ararken, biraz da dünya devletlerin açtığı yardım paketlerine gıptayla bakarak, korona krizi büyüdü ve başkan ortadan kaybolduğunda, Hatay Valisi’nin yerini Sağlık Bakanı aldı. Ahali denize düşünce, alnından boncuk boncuk terleyen, gazetecilere bağırmayan bu bakana bir sempati duydu, ahalinin gönlü sağlık bakanına kayar gibi oldu…
Weber, geçen yüzyılın başında devleti şiddet tekeli olarak tanımlamıştı, tek adamlık ise elbette sempatiyi de kolonize etmektir. Bakana, alnından terlememesi ve ne söyleneceği söylendi, hatta yazılıp önüne konuldu… Yarasalarla savaşı belli ki pelikanlar yönetecekti…
Ahali saat 9’da sağlık çalışanlarını alkışlamaya başlayınca (ne demek minare gölgesini sevmiyorum) der’akap aynı saate vaaz, sala, ezan programı konuldu… Eee sağlık çalışanlarının prime timeı gasp etmesine, başkanlık elbette müsaade edemezdi… Foucault’nun da vaktiyle dediği gibi, iktidar eninde sonunda temsiliyettir… İki gün görünmeyince, o hanlar hamamlar, saltanatlar, saraylar… Hepsi yalan, Hz. Ebubekir’in dediği gibi: “Bir kaderden bir kadere…” Tek adamlık, prime timeı da kolonize etmektir…
Neyse ki, her seferinde AKP eliti bizi şaşırtmayı başarıyor… 30 Mart itibarıyla İstanbul, Ankara belediyelerinin öncülük ettiği yardım kampanyalarının yasaklandı ve böylelikle hayırseverlik de kolonize edilmiş oldu… Geçen yüzyılda, tekelleşme iktisadi olarak modaydı, bizde önceleri inhisar, sonraları tekel ya da Kamu İktisadi Teşekkülü denildi; post-truth çağda önemli olan sempatiyi, söylemi, temsiliyeti tekelleştirmektir…
Longue durée[1]
Braudelci manada, longue duréenin içinden konuşursak, günümüzün tarihi aslında 1980’nin 24 Ocak’ında mayalanmış, 12 Eylül’den bugüne değişik safhalarda uygulamaya geçirilmiştir… Türkiye Devleti, değişik safhalarda, yoksulların, işçilerin ve köylülerin hayatını kolaylaştıran, garantiye alan ne varsa birer birer elinden almıştır.
Kabaca söylersek, 80’lerde siyasal haklar, 90’larda sosyal haklar, 2000’lerde de iktisadi (tarım kotasıyla köylülüğün, taşeronlaştırmayla kamunun tasfiyesiyle) haklar ortadan kaldırılmış, kırsal nüfus kent yoksulu haline getirilmiş, kentlerin çeperlerinde yaşayanlar da iyice güvencesizleştirilmiştir…
AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılından itibaren, Ecevit hükümetinin başlattığı ya da yarım bıraktığı; tarımın tasfiyesi, özelleştirmelerin sürdürülmesi, neoliberal sisteme entegrasyon gibi ne kadar uygulama varsa, zamanla tamamlanmış, derinleştirilmiştir.
Tüm bu süreçler boyunca, hizmet sektörü ve beyaz yakalar gelişti (prekarya), işçi sınıfı esnek çalışma biçimlerine mahkûm edildi, köylülük ise tam anlamıyla tasfiye edildi, kamu ve güvenceli/kadrolu çalışma tarihe karıştı… Kamunun kendisi bile, sözleşmeli çalışanlar, geçici işçiler, taşeron işçilerle dolu (hâlâ).
Bir avuç yeni rejim zengini, havuz medyası, AKP eliti hariç, toplumun kalan tabakaları alabildiğince kırılganlaştırıldı. Borçlanma, esnek çalışma/işsizlik gibi aparatlarla iyice keskinleşen bu kırılganlık hattı, geçmişte piyasanın elinde ücretleri ve üretimi düzenleme aracı olan yedek işsizler ordusunu, Foucault’un deyimiyle bir yönetim tertibatına dönüştürdü… Çünkü, burada Marx’ın yedek işsizler ordusu dediği kitleden farklı olarak, AKP il-ilçe örgütleri, kaymakamlık, belediyeler aracılığıyla, sosyal devlet hukukuna bağlı olarak değil ama parti-devlete sadakate bir ödül olarak, yoksulları bir hayırseverlik biçimi olarak fonlamaya devam etti.
Bütün hayatı kaymakamlık mütevelli heyetlerinin belirleyeceği yardıma ve bunun miktarına bağlı olan; geçici işlerde AKP yöneticilerinin işaretine bakan, taşeron kurumlarda iş bulabilmek için gene AKP elitinden bir hamili kart edinmesi gereken, dahası BİM, ŞOK, A-101 gibi marketlerde bile yerel siyaset erbabının oluru ile iş bulabilen bu kitle, gündelik hayatını kredi ve kredi kartı borçlanması ile sürdürürken… Buralarda tutunamayan ya da tutunmaya bile çalışmayan önemli bir grup insan da konsomatrislik, definecilik, torbacılık, hırsızlık gibi işlerle iştigal etmek için yeraltına geçtiler…
İnsanlar, işsizlik, konsomatrislik, torbacılık, hırsızlık ya da AKP binalarında hamili kart yakınımdır kovalamak arasında tercih yapadursunlar, AKP kurmuş olduğu bu tertibat ile pek çok seçim kazandı; her seçimden sonra, parti eridi, geriye yalnızca başkan ve etrafındaki havuz medyası ve troller kaldı…
Ne var ki burada, AKP’yi, hatta Türkiye’yi aşan bir durum var, Türkiye’nin neoliberal sisteme entegrasyonunun bedeli bunlar… Başta da söylediğimiz gibi 24 Ocak 1980’de açılan bu parantez giderek büyüyor ve giderek Türkiye’yi yutacak bir karadeliğe dönüşüyor.
24 Ocak’tan beri tam 50 yıl oldu…[2]
Neoliberalizmin jübilesine doğru
Salkım salkım tan yelleri estiğinde,
Sakallı, bozaç çayır kuşu öttüğünde,
Sakalı uzun Acem bağırdığında,
Bedevi atlar sahibini görüp kişnediğinde,
Tan vakti, kara ipliğin ak iplikten seçildiği çağda,
Göğsü güzel yüce dağlara gün değende…
(Dede Korkut)
Spor yapanlar, özellikle profesyonel olarak futbol oynayanlar, takriben 10-15 sene oynadıktan sonra jübile yaparlar… Emektar sporcunun şerefine bir maç düzenlenir ya da, o sezonun son maçı oyuncunun jübile maçı da olur, oyuncu son kez formasıyla sahaya çıkar; 10-15 dakika oynar ve sonra alkışlar eşliğinde, sahayı terk eder… Tribünler oyuncuyu son kez alkışlar… Bu duygusal an aslında bir helalleşme ânıdır.
Jübile, yakın tarihte spor kültürünün bir parçası olmuş olsa da, aslında daha kadim ve daha sosyal/siyasal bir yanı vardır. Ortadoğu’nun Yahudi/Hıristiyan geleneklerinde, takriben elli yılda bir ya da büyük toplumsal altüst oluş dönemlerinde, suçlular affedilir, borçlar lağvedilir, deyim yerindeyse toplum ile devlet arasındaki gerilimlere “reset” atılırdı:
Aslında, Yahudi-Hristiyan dünyasında Jübile olarak bilinen bu görüş uzun bir geçmişe sahiptir. Leviciticus’un yirmibeşinci kitabında açıkça söylendiği üzere, bir jübile’nin her elli yılda bir ilan edilmesi gereklidir. Bu, bütün borçların affedilmesi için bir çağrıyı, toprakların yenilenmesini, “evlerin hakiki sahiplerine verilmesini”, kölelerin ve hizmetkarların özgürleştirilmesini ve işlerin bir sonraki yıla ertelenmesi çağrısıdır. Yeni Ahitte, Jübile İsa’nın peygamber olarak gelmesindeki iyi haberleri müjdeler. Bunlar İsa, “fakirlere hakikati öğütlediğinde, kalbi kırıkları iyileştirdiğinde, esirlerin kurtuluşunu telkin ettiğinde ve körlerin görmesini sağladığında, hastalıklı olanları iyileştirdiğinde” ortaya çıkar (Luke 4:18).[3]
Korona krizi, Türkiye açısından her bakımdan bir jübile beklentisine dönüştü. İlk tedbirler alınıp okullar kapatıldıktan sonra, ahali, belki de uzun yıllardır ilk kez, dört gözle devleti yöneten ekabirin bir jübile ilan etmesini umdu, borçların hiç olmazsa bir kısmının lağvedilmesini, maaşlar olmasa bile hiç olmazsa sigortaların yatırılmasını, vergilerin hiç olmazsa bir kez kaldırılmasını, hiç olmazsa eve kapatılan 65 yaş üstündeki insanların yevmiyelerinin doğrultulmasını…
AKP eliti jübile yapmak yerine, tribünlere oynamaya devam etti ya da kendi meşrebine kadar bir jübile ilan etti. Bahçeli’nin ne zamandır hayalini kurduğu af siyasi tutsakları dışarıda bırakacak şekilde düzenlendi; kayyım politikasına hız verildi ve Kanal İstanbul’da cisimleşen ulufe dağıtımına devam edildi…
Hülasa, AKP eliti hâlâ forma terletmeye devam etmek istese de artık yalnızca Kasımpaşa’da değil, muhtemelen dünyada da jübile zamanı.
… Jübile’nin devrimci politik hareketlere ilham verdiğini anımsamak yeterli olacaktır. Peter Linebaugh ve Marcus Rediker’ın zekice gösterdikleri gibi, Jübile fikri 17. yüzyıl İngiliz radikalleri ve 18. yüzyıl Atlantik işçi sınıfı için temel bir mihenktaşı vazifesi görür. Bu, en esrarengiz alegorik olanlarından en lafzi ve seküler olanlarına kadar bir dizi ahlakdışı pozisyon açısından kolaylıkla kullanışlı bir dil sağlar. Köle bir kadının ve bir köle efendisinin oğlu olan Jamaikalı Robert Wedderburn’da kristalleşen ve dolaşıma sokulan Jübile mefhumu “bir taraftan 1830’ların Çartist toprak politikası ve genel grev ile diğer taraftan da Amerika’da köleliğin kaldırılmasını sağlamıştır…[4]
[1] Fernand Braudel’e göre, tarihte zaman üç biçimde ele alınmalıdır. İlki longue durée, yani uzun zamandır. Kimi zaman bin yıllık bir dönemdir ve iktisadi-sosyal tarihin zamanıdır. Kolay kolay değişmez, aşınır. Diğerleri de conjoncture (orta vadeli dönemsel/döngüsel olayların zamanı) ve event (gündelik olayların tarihi/zamanı).
[2] Korona her şeyin üstüne tüy dikmiş olsa da, Türkiye buraya bir gecede gelmedi… Yeniçeltek’ten Soma’ya; Susurluk’tan 15 Temmuz’a; Demirel kardeşlerin naylon fatura maceralarından Kızılay’ın yolsuzluklarına, İlksan’da öğretmenlerin parasına çökülmesinden, Yunanistan’ın 18 Ağustos depremine yardım için gönderdiği yardımın memur maaşına dönüşmesine, Özallı, Demirelli, Çillerli, Ecevitli, Erdoğanlı yıllar… Yolsuzluklar, maden göçükleri, fahiş vergiler… Pek çok darbe, darbe girişimi, ne olduğunu anlamadığımız bir sürü olay, 18 Ağustos depremi, devalüasyonlar, yolsuzluklar… Neler neler…
[3] Diensit, Richard. (2015) Borç Bağları. İstanbul: Açılım Kitap, s. 195.
[4] A.g.e., s. 196.