İtaat Etmemenin Sıradışılığı

Yüzyılın ilk çeyreği bitti bitecek. 2000’lerin kapısı, 1999 Seattle Meydan Muharebesi’yle açılmıştı. Ardından giderek yükselen bir ivmeyle toplumsal hareketlerle küresel siyaset yapmanın olanakları geniş bir coğrafyada deneyimlendi. 2001’de 11 Eylül saldırıları sonrası Amerikan emperyalizminin güvenlik politikalarına karşı 2003’te doğan savaş karşıtı protestolar ile DTÖ, IMF, G8 toplantılarının basılması eylemleri iç içe geçmiş, toplumsal hareket dalgalarını kabartmıştı. 2008 Ekonomik Krizi ardından yaşanan buhran döneminde kemer sıkma politikalarına ve acı reçetelere karşı en çarpıcı protestolar Yunanistan’daki genel grevlerle başlamıştı. 2009-2011 yılları arası dönem tüm dünyada daha sıcak geçti, Tahrir’den Wall Street’e, Barcelona’ya, Reykjavik’e uzanan eylemler dünya siyasetinin mevsimini belirledi. Kimilerine göre, Türkiye’den de küreselleşme karşıtı hareketler olarak da anılan bu toplumsal hareketlere coğrafi bir katkı sunuldu. 2008 Tekel Direnişi akabinde ulusal ve küresel çapta destek bulan en uzun soluklu protestolar 2013 yılında Taksim Gezi Parkı’nda gerçekleşti. İran’da grevlerle, kadın hareketleriyle örülen 2016-2020 yılları arası süreç, ABD’de 2014 yılından bu yana güvenlik güçlerinin orantısız şiddetine karşı yükselen eylemler (son dönemde, #BlackLivesMatter’dan #BlackLivesStillMatter’a geldiğimizi de unutmadan), 2014-2020 yılları arası süreçte Rusya, Ukrayna, Belarus, Litvanya’da süregelen hükümet karşıtı, yolsuzluk ve sosyal hakların gaspına karşı gerçekleşen sokak hareketleri, 2019’da Şili’de başlayan ve tüm dünyaya yayılan feminist Las Tesis eylemleri, 2018’de başlayan ve hâlâ süren Sarı Yelekliler eylemleri, yakın zamanda başlayan Tayland’daki hükümet karşıtı eylemler ve daha burada saymaya yerimizin kalmayacağı irili ufaklı pek çok protesto gösterisi yaşandı, yaşanıyor.  

2020 pandemi sebebiyle karantina uygulamaları, kısmi sokağa çıkma yasakları, kamusal alanın kullanımına ilişkin gösteri, yürüyüş, grev yasakları gibi bastırma ve kapatma pratiklerini beraberinde getirse de hâlâ sokak eylemleri devam ediyor. Fransa’da güvenlik yasa tasarısının sunulmasıyla tekrar alevlenen protestolar güçlü biçimde tasarının geri çekilmesini talep ediyor. Gündemdeki en önemli gelişmelerden birisi de Bolivya’da kurulan yeni kabinede Kültürler, Dekolonizasyon ve Depatriyarkalizasyon Bakanlığı’nın yer alması oldu. Yine küresel şebeke içinde farklı coğrafyalardan eylemlerle giderek büyüyen ve bütünleşen, güçlü bir feminist siyaset gelişiyor. Türkiye’de çocuk ve hayvan istismarları başta olmak üzere kadın cinayetleri, taciz ve tecavüz vakalarının sosyal medyada ifşa edilmesi katalizör vazifesi görerek etik-politik bir bağlamın günbegün daha da dirençli hale gelmesini sağlıyor. Gönüllü eylemlilik ve doğrudan katılım oldukça dinamik. Politik söylem ve eylemin kültürel bağlamı Türkiye’de ve tüm coğrafyalarda müşterek ve eşzamanlı üretiliyor. Fakat tüm bu bütünsel bağlantılar, yekpare piramidal bir kütlesel formun hantallığıyla değil, çok basit gündelik hayatın içinden çıkan itaat etmeme pratiklerinin bir araya gelmesi gibi düşünülebilir. Hatta o kadar gündelik ki sosyal medyadan taciz ifşası yapan bir kadının itaatsiz parmaklarının hareketleri kadar anlık ve hızlı.

Yüzyılın ilk çeyreğinin bitimine beş kala, toplumsal hareketler içinden geçiyor olduğumuzu kısmen de olsa hatırlamanın gerekliliğini hissettim. Popülist sağ siyasetin, otoriter liderlerin, kapitalizmin, antroposenin şiddetini arttırdığı ilk çeyrekte eylem gücünü etik-politik çerçeveden alan bir gelenek hep vardı, gücünü kaybetmedi, aksine arttırdı da. Okurken sıklıkla zihnime hücum eden bu hatırlatmaları, Fransız düşünür Frederic Gros’un İtaat Etmemek isimli -Yapı Kredi Yayınları’ndan Zeynep Büşra Bölükbaşı çevisiyle yayımlanan- eseriyle birlikte düşünmenin ortak bir tartışma zeminine sahip olduğu söylenebilir: Nasıl itaat etmeli?

İtaat etmek ile etmemek arasında özgürlüğü şekillendirmek

İtaat Etmemek, Howard Zinn’den nokta atışı bir alıntıyla başlıyor: “Sorun itaatsizlik değildir, sorun itaattir.” Ve Wilhelm Reich’tan devam ediyor: “Esas soru insanların neden başkaldırdıkları değildir. Neden başkaldırmadıklarıdır.” Frederic Gros’un kitap boyunca etrafında dolaşacağı itaat etme sorunsalını kurarken ilham aldığı iki isim de zaten itaat etmemenin çok anlaşılır bir davranış olduğunu, asıl anlaşılması gerekenin itaat etmek olduğunu ifade ediyor. Gros itaat etmeme sorusunu, itaat etme sorunsalından hareket ederek yanıtlamak üzere felsefi bir soruşturma yürütüyor.

Soruşturmanın ilk durağında, doğa durumundaki hayvan-insanın itaat ederek insanlaşma sürecine geçişine atfen insanın “insan olma” hikâyesine yer verilmiş. Bu bakımdan Michel Foucault’nun derslerine ve çalışmalarına referansla, modern kapitalist dönemde yaşayabilmenin, yasalara uyumlu yurttaş olabilmenin yolunun itaat etmekten geçtiğini söyleyen metinlerin eleştirisinden hareket edilmiş. Yaşamın gündelik kaygıları, geçim sıkıntısı, kredi borçları gibi dertleri arasında nasıl olur da insan bir de hakikati arama zahmetine girer? Hakikat aramak, bulmak kolay mı öyle şıp diye? Onca yük arasında bir de bununla mı uğraşsın insanlar? Tam da bu noktada sıradan insanın omuzlarından bu taşıması zahmetli yükü alan kurumlar ortaya çıkmıştır. Kiliseler, siyasi partiler, televizyon kanalları ve uzmanlar, bakanlıklar gibi... Bu kurumlar ve şahıslar, doğa durumunda canavar olanın bir insana dönüşmesini sağlayan güven-sadakat-itaat ilişkisini kurmak için vardır. Yoksa herkes, pandemide kaç pozitif vaka var, kaç kişi hayatını kaybetti diye tek tek saymaya kalkar, “kaos” yaratırdı değil mi? Ancak kurumların şiddet tekeli ya da bilgi tekeli olmasının temeli sadece dışsal bir dayatma değildir. Yazar burada, tartışmanın daha az tercih edilen patikalarını gösterir; ufuk açıcı bir hamleyle itaatin salt dışarıdan el koyma yoluyla gerçekleşmediğini, “insan” diye tanımlanan yaşam formunun bizzat buna razı olduğunu, başka bir dünyanın mümkün olup olmadığını sorgulamak istemeyenler tarafından itaat ilişkilerinin neden talep edildiğini açıklığa kavuşturur. İtaat etmemek, dolayısıyla özgür olmak, atılan her adımın hesabını yapmak ve hesabını vermek dirayetini göstereceğini en baştan kabul etmek demektir. Bir yandan konforlu sulardan uzaklaşma güvencesizliği, diğer yandan da kendini ve yaşamı keşfetme serüvenidir.

Gros, düşünme alışkanlıklarımızdaki pürüzsüz sandığımız yüzeylerdeki yivlere dikkat çeker. Evet, canavarlar çökmüş ve insan inşa edilmiştir. İnsan itaat ederek var olmuştur. Peki itaat etmek, sadakat, aidiyet duymak eleştirel düşünen ve ona göre yaşayan insanlar için düşülmemesi gereken tuzaklar mıdır? Kime, neden ve en önemlisi de nasıl itaat edeceğini sorgulamak da insanın insan olma hikâyesinin bir parçası değil midir? Hastane, hapishane, klinik, kışla, fabrika, okul gibi modern kurumlar belli bir disiplin ve denetim ilişkisini bedeni idare ederek sağlar. Kurumlar, benlikleri üretir. İnsanın “insan” gibi hissetmesi deneyimini, yani kendi hakkında bilme biçimlerini ona fikren kabul ettiren bilişsel ve fiziksel bir ilişki kurar bedenlerle, kurumlar. Gros, Kant’ın eğitim hakkındaki metnini referans vererek buna dikkat çeker. Kant’a göre, bir şey öğrenmekten daha çok kendilerine söyleneni gerektiği gibi yapmaya alışmaları ve gelecek hayatları boyunca yurttaş olarak yasalara itaat etmelerini sağlamak için çocukların okula gönderilmesi gerekir. Oysa eğitim alanında, radikal ve eleştirel pedagoji deneyiminin peşinde koşan liberter arayışların bir külliyatı var, deneyimleri var. Niçin vardır? Gros bu kilit soruyu şöyle açıyor: “İtaat etmek veya etmemek kişinin kendi özgürlüğüne biçim vermesidir.”

Sorumluluğun tartılması

Kitapta en çok atıf verilen eserlerden biri de Etienne de La Boétie’nin Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev‘i. Gros, bu metinde “tirana karşı bir halk ayaklanması aramak boşunadır” diye uyarıyor. Çünkü La Boétie özgür olmakla ilgili beylik lafları ters köşe yapıp, sorumluluk almamak için bir tirana ihtiyaç duyma ve katlanma arzusunun herkesin içinde kurutması gereken bir kaynak olduğunu öne sürer. Aşırı itaatkârlık durumu, itaat etmemeyle yüklenilecek sorumluluklardan kurtulmanın hafifliğini bahşetmiştir. Böylelikle kimsenin ne kadar sorumlu olduğunu aklına dahi getirmeyecek bir iktidar yeri icat edilmiş olur. Bu konumun ardında sessiz bir sözleşme bulunduğunu göstermek bir kilidi daha açar: “Sorumlu olduğumuz için özgür değil, özgür olduğumuz için sorumluyuz.”

Ancak bu, yine de itaat etme sorununun bir kısmıdır. Yazarın itaat etmeden ne anlaşıldığına dair bir problem yumağını çözmesi ve yeniden düğümler atarak şekillendirmesi bölümlere yayılmış: boyun eğme, tabi kılma, konformizm, rıza gösterme ve zorunluluk. Mesela efendisi arkasını döner dönmez onunla alay eden bir uşağın itaat etmesiyle ölüm kamplarına gönderilen insanların infazını onaylayan subayların itaat etmesi aynı mıdır? En kusurlu biçimde, ayak direyerek gerçekleştirilen gönülsüz bir itaatten, bir itaatsizlik pratiği olarak söz etmek mümkün müdür?

Yazar tüm bu sorulara sabırla ve itinayla yanıt verirken, sorumluluk ve itaat etme/me arasındaki ilişkileri somut örnekler üzerinden sıkça karşılaştırmış. Her ikisinin de insanlık suçu olması sebebiyle Holokost’un organizatörlerinden Adolf Eichmann ile Hiroşima’da bombalamanın koşullarına onay veren Claude Eatherly karşılaştırması çarpıcıdır. Eichmann duruşmalarda, Nazi makinesinin çarkı olarak görev yapmaktan başka bir çaresi olmadığını söylemiş ve bu işi yapması için yerine mutlaka bir başkasının bulunabileceği sıradanlıkta bir iş yaptığına inanmıştı. Hannah Arendt, Eichmann’ın laflarının klişelerden beslendiğini, sistemin hiç de sanıldığı gibi kusursuz işlemediğini, mükemmel bir hiyerarşi bulunmadığı için en ufak tökezlemede ölüm kamplarının çalışmayabileceğini ortaya koymuştur. Oysa Eatherly, sistem içinde yüklendiği bu sorumluluğu kaldıramamış, bombalama sonrasında kendi suçluluk duygusunu ifade eden anlatıların dolaşıma sokulması gibi birtakım eylemlere başvurmuştur. Dolayısıyla sorumluluk almak, sorumluluk duygusu bireyin yaşama ilişkin ontolojik farkındalığını sürekli yeniden üreten bir zemindir.

İşleri biraz karmaşıklaştıran bir diğer soru da itaat etmeye duyduğumuz arzu hakkındadır. Gros, itaat etme keyfinin bir örgütlenme, idare ve katılma biçimi haline geldiği formları önümüze koyar: “Bir tiranın bize zorbalık etmesine tahammül ederiz çünkü bir başkasına tiranlık etme zevkini kendimize hak görürüz.” Buradaki asıl sorun, gücün nasıl örgütlendiğinin, hangi kurumsal yüzde sunulduğunun da ötesinde boyun eğme ve eğdirme arzumuz, yönetene duyduğumuz hayranlıkta yatmaktadır: “Puta tapmanın kökeninde, kişinin ona üstün gelen hayranlığı üzerinden, kendini başka bir yerde başka bir biçimde hayal etme, uzaktan da olsa ışıltılı bir varoluşun zevkine varma, kendini biri gibi hissetme arzusu yatar.” Müşterek bir boyun eğiş ve tapınma “biz” duygusunun titreşimlerini duymak için olmazsa olmaz görünür, tapınmaya tapmak itaatle hizaya gelenlerin sorumlu olduğu ibadettir.

Ya böyle bir putun, tiranın veya liderin olmadığı durumlarda topluluk hissini duymak mümkün değil midir? Gros, Prensin bedeninde eriyen toplumsal bedenin önündeki önemli engellerden birinin arkadaşlık ilişkisi olduğunu söyler. Arkadaşlık ilişkisi itaat etmemenin sorumluluğunu birlikte omuzlamak, gene birbirine tahammül etmek, taviz vermek, paylaşmakla şekillenir, kitle içinde eriten itaat etme fikrini de bu yolla dışlamak kolaylaşır. Böylelikle herkesin birbirine alan açtığı, diğerinin kendini keşfetmesi için ona katkı sunduğu bir ilişki kurulabilir. Bu taktik, dayatılan itaat etme kültüne karşı direnme ve kendi itaat etme ya da etmeme tarzını oluşturmak üzere bir antrenman sahası açar. İtaat etme yahut etmeme arasında nasıl seçimler yaptığımız kendimizle ilişkilendirdiğimiz bir kurgulama tarzıdır ve direnişin etik-politik sınırları kendimizle ve başkalarıyla kurduğumuz ilişkilerde hayata geçer. Bu, yaşamaya dair alınan sorumluluktur, altında ezilmeyecek ama taşıyacak kadar sorumluluğu alma gayreti kendimizin tartacağı, deneye yanıla bulacağı göz kararıdır. Sorumluluğu ölçen hassas terazi, yeri hiçbir şekilde doldurulamayan kendi olma arayışıyla ayarlanır.

Direniş etiği

Yazarın itaat etmemeden ne anlaşıldığına dair bir problem yumağını katmanlı biçimde açma tarzı itaatsizlik tartışmasında da uygulanmış. Sokrates’dan La Boétie’ye, Kant’tan Thoreau’ya kadar itaatsizlik pratikleri dolambaçlı bir felsefi güzergâhı takip ediyor. Tartışma tıpkı itaat etmenin çözümlenmesi gibi bu bölümlerde de iç içe geçişlerle güçlendirilmiş bir zincir gibi sunulmuş.

19. yüzyılın ortalarında Henry David Thoreau, daha sonra sivil itaatsizlik olarak anılacak eylemlerde bulunmuş ve denemeler yazmıştır. Ona göre gerekli bir kötülük olarak tüm unsurlarıyla devlet bir makinedir, ürettiği edilgenleştirici ilişkiler aracılığıyla bireylerin birey olmasının önüne geçen mekanizmaları çalıştırır. Bu sebeple Thoreau, devlet ile kendi vicdanıyla yaşayan bireyler arasında karşıt bir ilişki kurar. Bireyin bu makineye karşı direncine kutsallık atfeder: “Bu makineye karşı herkes hiç durmadan kendi ‘sürtüşme’sini ve ‘sürtünme’sini göstermelidir. Hayatınız makineyi durdurmak için bir karşı-sürtünme olsun.” Birey için itaatsizlik, bir hak değildir, izne tabi bir talep değildir; itaatsizlik, bireyin kendisine karşı yerine getirmekle sorumlu olduğu bir görevdir. Gros, itaatsiz öznenin formulünü Thoreau’ya atıfla şöyle ifade eder: “Eğer ben ben olmazsam, benim yerime kim ben olacak?” Bu yüzden, kişinin kendi yerini dolduracak bir başkasının olamayacağını kabul etmesi, kendisine tahammül edilemez gelene itaatsizlik etmesini gerektirir. Yani, ölüm kamplarını işleten bir çark kadar basit bir fonksiyona indirgenmiş olunması çarkın makine içindeki “sürtüşme/sürtünme” gücünü eksiltmez. Bir başka “ben” olmadığı için “ben” itaatsizlik ettiği sürece bu makine de ben’siz çalışamaz. Gros, Immanuel Kant’ın Aydınlanma Nedir? metninde kullandığı “bilmeye cesaret etmek” formülündeki cesaret ilkesinin Thoreau’nın yeri doldurulamayan “ben”iyle birlikte düşünülebileceğini, hatta bu ben’in evrensel olanın ahlâki ve siyasal öznesi olarak kavranabileceğini ifade eder. Evrensel insan hakikat cesaretini, kendi adına düşünme cesaretini taşır. Sokrates’in herkesin kendiliğinden takınması gerektiğini söylediği bu genel şüphe hali, en zor anda bile kendini gösterir. Tam da Sokrates’in haksızca kapatıldığı zindandan kaçma fırsatı varken kaçmayı reddetmesi, ısrarla üstünde durulan bir itaatsizlik örneği olarak kitapta yer almış. Cezayı kabul ederek mahkumiyetine yeni bir anlam kazandıran ve bundan bir skandal yaratan Sokrates’ın yasanın aksini yapması beklenirken bunu reddederek üstün ahlâki değerlerle korunmayan, aşkın değerlere bağlı olmayan ahlâki bir imkânsızlığı deneyimleyerek itaatsizlik etmesi, yazarın ifadesiyle sivil muhalefet yapması söz konusudur. Artık itaat etmeye devam edemediği için itaatsizlik eder. Kulağa biraz tuhaf gelse de üzerinde durulması gereken, kendinden şüphe etmenin, kendiyle diyalog kurmanın her koşulda sorgulanması esasıdır. Bu sayede kimse kimsenin yerine düşünemez, kimse kimsenin yerine karar veremez.

Toplumsal hareketlerde ya da bir sosyal medya ifşa eylemine bakıldığında belirgin bir liderin komutası, hazırlanmış eylem planları, reçeteler, formüller, takvimler bulunmamasına rağmen bu kitlelerin, başka başka coğrafyalardaki katılım ve organizasyonu nasıl sağlanıyor? Hangi eylem dizisi için iki yıllık eylem planı yapılmıştır, üstelik böyle bir şey mümkün müdür? Fakat Sarı Yelekliler eylemi hâlâ devam ediyor. Sokağa çıkıp barışçıl protesto eylemleri düzenleyen, meydan işgalleri yapıp çadır kuranların sorumluluk duygusunu paylaşarak sırtlaması ile tiranın yetkiyi tekelinde toplayıp ama sorumluluğu yukarıdan aşağı akıtması arasında etik-politik bir yarılmadan söz edilebilir. İtaat Etmemek ile yazının en başında yaptığım hatırlatma arasındaki hemzemin de tam olarak bu yarılmada karşılığını buluyor. Esasında, Gros’un titizlikle incelediği şey, kendini keşfeden benliğin sorumluluk kurgusunu nasıl yapacağı konusunu ve kendi olma durumunda alacağı sorumlulukların özgür kalmaktan ileri gelen kaçınılmaz bedelleri olacağı meselesini itaat etme/menin anlam katmanları üstünden sorgulaması bana kalırsa. Gerçekten de son yirmi yılın aktivist siyaset yapma kültürü böyle bir sorgulama ile yazarın üstünde ısrarla durduğu özgürlüğün güvencesizliği ve öznelliği üretme pratikleri bakımından etik-politik çerçeveler içerisinde tekrar tekrar gözden geçirilip sorgulanabilir. Çünkü “kimse benim yerime düşünemez/karar veremez” deyip görünür olanlar da bir süre sonra birbirlerinin yerine geçmeye başlayıp, La Boétie’nin bahsettiği kurutulması gereken kaynaktan beslenmeye devam etme tehdidiyle karşı karşıyadır.