Böcek ve Kurbağa Öldürmek Arasındaki Sınır

“Bir Başka Günahkâr Sadece”, İsrailli yazar ve film yapımcısı Etgar Keret’in, Siren Yayınları’ndan çıkan ve kendi hayatından kesitler içeren Yedi Güzel Yıl isimli kitabındaki anlatılardan biri. Keret, hepimizin zaman zaman üzerinde düşündüğü “Yazar kimdir?” sorusunu farklı bir bakış açısıyla yeniden cevaplarken, kafamızda beliren yeni sorularla bizi düşündürüyor.

1967 yılında İsrail’in Ramat Gan şehrinde doğan yazar, kitaplarının ve kısa öykülerinin yanı sıra senarist, film yapımcısı ve televizyon programcısı olarak da biliniyor. Kitapları kırktan fazla dile çevrilmiş, kırk altı ülkede yayımlanmış. Yedi Güzel Yıl, yazarın kurgusal olmayan ilk kitabı. The Guardian bu kitabı, 2015 yılının en iyi biyografi ve anı kitabı seçmiş.

Doğduğu coğrafyanın süregiden acılarla dolu tarihi nedeniyle “acı çekme” olgusuna uzak değil. Bir mülakatında acıya dair şunları söylüyor:

Farklı fikirlerimiz ve zevklerimiz olabilir ama hepimiz aynı şekilde acı çekiyoruz. Bizi bir araya getiren şey, aslında acı. Ve eğer kaynağa inerseniz, o zaman burada gerçekten rahatlatıcı bir şey var: insanlar sizin felsefi teorilerinizi anlamayabilirler, ama acılar ve “ah”lar içindeyken, herkes sizin ne hissettiğinizi bilir.

İsrail’i, her şeyin ideolojiyle tanımlandığı yer olarak ifade eden Keret, “İdeolojinin üstünü kazırsanız gerçeği görebilirsiniz,” diyecek kadar da konunun farkında. Hikâyelere bakış açısı da bu kavrayışın belirleyiciliğinde oluşmuş. “Hikâyeleri, bir ideolojiyi desteklemek için değil, okuru tüm ideolojilerden kurtarmak ve kafasını karıştırmak için yazıyorum,” diyen yazar, düşüncelerini bu açıklıkta ifade etmesi nedeniyle çokça ölüm tehditleri aldığını da ekliyor.

Keret’in eserlerinde dikkati ilk çeken şeyin dilinin kıvraklığı, hikâyelerin kısalığı ve seçilen en can alıcı konuların bile bu dil sayesinde insanı rahatsız etmeyen ama etkileyen bir şekilde işlenmesi diyebiliriz. Kullandığı dili caz müziğine benzetenlere “Hayır,” diyor, “bu bir müzik olsaydı, blues olurdu.”

Öteki olmak, tanrı inancı, inançlar arası farklılıklar, özgürlük, savaş, iktidar, güç, gerçeklik, ırkçılık, eşitsizlik, duyarsızlık... Bu kadar derin temaları bir ya da iki sayfa içinde etkileyici bir şekilde anlatmak sanırım her yazarın başarabileceği bir şey değil. Bunu yaparken mizah ve ironiyi öyle doğal ve kıvamında kullanıyor ki okur bu sayede, anlatılan önemli ve çarpıcı durumları, yüzünde bir tebessüm eşliğinde okuyabiliyor. Buna mizahın hazmı kolaylaştırıcı etkisi diyebiliriz sanırım.

Metinlerinin yanı sıra dünyanın muhtelif mecralarında yaptığı söyleşilerden de anlıyoruz ki yazıyla olan ilişkisi son derece doğal bir sıradanlık içinde samimi ve hakiki. Hatta bir söyleşisinde bu durumu, dişlerin fırçalanmasına benzetiyor.

Benim için yazmak, düşünülmeden yapılan bir şey. Aynı dişlerinizi fırçaladığınızda bunu alelade yapmanız ya da yemek yemek gibi. Ancak bu şekilde olduğunda, bütün katılıkları, egoyu atlatabilir, temelde sizi esir eden ya da kendiniz olmaktan alıkoyan her türlü teknokratik şeyi es geçebilirsiniz.[1]

New Hampshire’da katıldığı bir grup okumasında, Keret’in de içinde bulunduğu bir grup yazar, kendilerine ayrılan yirmişer dakikalık süre içinde birer hikâye okuyorlar. İlk olarak henüz bir kitabı olmayan genç kadın yazar kürsüye çıkıyor. Okumak için seçtiği öyküde, yaz tatili boyunca hayvanlara işkence eden çocuklarıyla bu yaptıkları şeyin doğruluğu ya da yanlışlığı hakkında konuşan bir baba anlatılıyor. Duruma örnek vermek isteyen baba, çocuklara böcek ve kurbağa öldürmek arasındaki farktan bahsediyor. “Onlara böcek öldürmeyi, kurbağa öldürmekten ayıran bir çizgi olduğunu ve o çizginin ne kadar güç olursa olsun aşılmaması gerektiğini anlatır.”[2]  Keret’in kafası, dinlediği bu öyküyle fırıldak gibi döner. Bu görünmez çizginin nerede başlayıp nerede bittiğini yazar bilir mi? Bunu bilmenin sorumluluğu yazarın üzerinde midir? Yazar bilen kişi midir?

Keret’e göre yazar böcek öldürmek ve kurbağa öldürmek arasındaki çizgiyi aşmış olsa bile ikisi arasında bir çizgi olduğunu söylemek zorunda olan kişidir. Bir tarafı mubah diğer tarafı günah olan geçilmesi yasak bu sınırı, yazar da aşabilir -ki aşıyor da-.  Çünkü o da günahkâr bir insandır. Yazdıklarını gerçek ve samimi kılan tam olarak budur. Onu diğer insanlardan farklı kılan şey, diğerlerine kıyasla biraz daha keskin olan duyarlılığı ve bunu ifade etmeye yarayacak zenginlikteki dilidir. “Yazar ne bir aziz, ne bir guru ne de kapıda duran bir peygamber; biraz daha keskin bir farkındalığa ve dünyanın kavranılmaz gerçeğini tanımlamak için biraz daha duyarlı bir dile sahip bir başka günahkâr sadece.”[3]

Peki, böcek ve kurbağa öldürmek arasındaki farkı yaratan şey nedir? Yani günahın sınırının nerede başlayıp nerede biteceğine nasıl karar verilmiştir? Çünkü böcek ile imlenen şey, kimi için bir kelebek kadar hassas ve narin, kimi için bir karınca kadar minik, kimine göre büyüklüğü bir kurbağa kadar göze çarpan ya da bir fare kadar mide bulandıran veyahut bir yılan kadar korkulandır.

Bilge Karasu’nun Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı kitabındaki karakterlerden İokim insanların tanrı adına da olsa adaleti kendi ölçüleri içinde dağıttıklarını düşünür. İşte bu, neyin böcek neyin kurbağa sınıfına girdiği üzerinde herkesin farklı bir şey söylediği bitimsiz tartışmaların sebebidir. Böcek ile ifade edilen ve bu yüzden kurbağaya kıyasla onun ölümünü doğal kılan, böylece vicdanen rahat olmamızı sağlayan şeyin herkesçe kabul edilmiş bir ölçütü yoktur. Bu ölçüt kişiden kişiye değişmekle birlikte, insanların buluştuğu en kesin ortak gerçek, bunun dünyanın işleyişinin bir parçası olduğu gerçeğidir. Bu gerçeği oybirliği ile kabul eder, dünyanın kanunu bu, deriz.

Kurbağa olup yaşayan ve böcek olup ölenler arasındaki sınırı tayin eden şeye çoğu zaman “kader” demek, biz günahkâr kulların vicdanında ihtiyaç duyduğumuz rahatlamayı sağlar. Ancak burada Keret’in yazara atfettiği ve yazarı diğer insanlardan ayrı kılan “keskin farkındalık ve duyarlı dil” böcek öldürmek ve kurbağa öldürmek arasındaki sınıra dikkat çekmenin sorumluluğunu yazara yükler. Yazarın bu sorumluluğu layıkıyla yerine getirebilmesi için ihtiyaç duyduğu bir üçüncü şey daha vardır: “kavrayış”.

Çekirdekten yetişmiş keşiş Andronikos’un cümleleriyle: “Anlamaktan sonra gelen bir hal vardı: Kavramak. Anladığının bütün ağırlığını beyninde duymak, ellerinde, kollarında, damarlarında duymak.”[4]

Bu üçünü sağlayabilen yazar, ortaya çıkardığı eserlerle, okuru içine alarak kendi zamanının dışına çıkmasını sağlar.

The New Yorker dergisinde yer alan bir söyleşinde Keret şöyle der: “Bir hikâye yazdığımda, içindeki tüm karakterler benim. Kahramanın hamile karısını öldüren kiralık katil olsa bile, duygusal olarak özdeşleşmediğim bir karakter yazamam.”[5] Bu cümleden yola çıkarsak yazar, birçok günahkârla özdeşim kurmayı başardığı ölçüde, kurbağa ve böceği ayıran sınıra farklı bakış açılarıyla bakmayı bilir.

Keret’in bir başka kısa öyküsünde bebeklerini kaybeden bir karı koca yer alır. Bu kaybın ardından evlilikleri farklı bir noktaya gelen çift, bir süre sonra birbirlerine nasıl bu kadar yabancılaştıklarını anlayamazlar. Bir söyleşide bu öyküyle ilgili yazara sorulan “Onlara ne olmuştu?” sorusuna, “Bilmiyorum,” diye cevap verir Keret. “Maya'nın kocasına olan aşkını mı yitirdiğini, yoksa kocasının onu sevmeyi bırakmasından mı korktuğunu gerçekten bilmiyorum. Bunu bilmiyorum çünkü Maya'nın kendisi bilmiyor. Kendini ve duygularını bu kadar iyi bilseydi, sanırım yazmaktan daha pragmatik bir hobi seçerdi.” Bu cevapla Keret, bilmemenin gerçek insan pozisyonuna ne kadar yakın olduğunu, yazarın da aynı diğer insanlar gibi bilmeyenlerden biri olduğunu ifade etmiştir. Kurbağa ve böcek öldürmenin sınırının nerede başlayıp nerede bittiği üzerine düşünmeye devam etmenin önkoşulu “bilmediğini bilmek” ve ölünceye kadar aramaya devam etmektir.

Bir balıkçıya av olan orfinoz ve orfinoza av olan balıkçının anlatıldığı “Avından El Alan” öyküsündeki anlatıcı, oldukça keskin bir dille bilmenin imkânsızlığını ve bunun ancak ölümle mümkün olduğunu şöyle ifade eder: “Ölüler her şeyi bilir, öğrenmenin yolu da ölmektir.”[6]

Bu bilmeme durumunun farklı bir tezahürünü çok yakında deprem gerçeği ile yaşadık. Çaresizlik, yalnızlaşma, kimsesizlik, hasret, isyan gibi birçok duygu aynı anda yaşandı. Evlatlar öldü. Üstelik bu o kadar beklenmedik bir şekilde oldu ki bir gece uykuya yatıldı ve… Ve dahası yok. Orada yarım kaldı. Kesildi.

Yarım kalan bir şey ömür boyu tamamlanır mı? Bilmiyoruz. İzleyen olmak mı daha zor yaşayan olmak mı? Bilmiyoruz. Bu acıyı anlatmak istesek becerebilir miyiz? Acı anlatılır mı? Bilmiyoruz.

Kuşaktan kuşağa sürecek bir sarsıntı bu. Edebiyatla haşır neşir olan insanların depremin başında şahit olduğumuz acıyı anlatma isteğine baktığımızda, bu durum her şeyi isteyen insanın bunu da istiyorum dediği çocukça bir doyumsuzluğun tezahürü olabilir mi? Bunu da bilmiyoruz.

Depremin ilk günlerinde hafızalara yer etmiş bir görüntü var. Bir kısım halk çadırlara yerleşmiş, kayıplar çok taze ve bir gazeteci depremzedelere mikrofonu uzatıp ne yaşadıklarını soruyor. Yaşam alanı olarak kullanılan, aslında çadır bile denemeyecek naylon brandanın içinde geziniyor kamera. Halı niyetine toprağa serilmiş bir karton, üzerine konmuş bir iki yastıkla battaniye, bir yanda yumurta kartonu, diğer yanda kimi dolu kimi boş birkaç plastik su şişesi. Gazeteci kadına soruyor. Ne yapıyorsunuz? Nasıl yaşıyorsunuz burada? Kadının üzerinde inceden bir mont var. Ellerini karnının üzerinde kavuşturmuş, yazma gibi bir örtüyü boynunun arkasından geçirmiş, başı öne eğik. İsyan bile değil hali, daha ziyade kabulleniş, teslimiyet, merhamet ya da şefkat isteği. Sanki çocukluğuna dönmüş ve sığınacak bir anne kucağı arıyor. Torbasını yere bırakıp çökmüş sanki. Analık, karılık, işçilik, vatandaşlık... Toplumun ona yüklediği tüm roller ve görevler yerle bir. Ve kadın konuşuyor: Oğlumu, diyor enkazdan çıkaramadık, öldü, on bir yaşındaydı. Kızım diyor, iki bacağı kırık, hastanede. Kadın bunları öyle bir anlatıyor ki rüya anlatır gibi, sakin. Sesinde iniş çıkış yok, heyecan yok. Bir gece önce iyi geceler diyen ve sabahı göremeyen bir ailenin, o filmlerden alışık olduğumuz çığlık çığlığa bağırışı yok. Sanki hayat orada, o çamurda başlamış ve hep orada akıyor gibi bir dinginlikle konuşuyor. Acısının büyüklüğü kadını yarı ölü yapmış. Artık sokakta yatmak, çadırın bir köşesine serili naylonun üzerinde temizlenmeye çalışmak, salgın hastalığa yakalanmak, bunlar o kadın için anlamsız. Anlam yitmiş. Acının şiddeti böyle bir şey demek ki. Acının şiddeti sakin bir şekilde “oğlum öldü” demek belki de. Başka bir kelimeye, o kelimeyi başka bir biçimde söylemeye gerek yok demek ki.

Oğlum öldü. İki kelime. Özne, yüklem. Sonunda nokta.

Ve sonra haberci kamerayı oradan çevirip, yolun kenarındaki diğer çadırlara, brandalara, naylonlara doğrultuyor. Hepsi aynı durumda. Mesela içimizden biri çıkıyor, oğlum öldü diyor, sonra o birini teselliye gelen diğeri de oğlum öldü diyor. Artık hissini yitirmiş, acının kendisi olmuş iki insanız orada. Acıların bu şekilde ortak payda olarak geniş kitlelere yayılması bireyin acısını dindirmese de isyanının şiddetini mi azaltıyor? Bilmiyoruz.

Bildiğini zanneden bir canlı insan. Biliyorum vaadiyle ortaya çıkanlar da bildiğini zannedenler. Bu her şeyi bildiğini zannetme hali yüzünden kurbağa ve böcek öldürmenin sınırının nerede başlayıp nerede bittiği üzerine düşünmeyi bıraktık. En bilirkişi halimizle kürsülerimize çıkıp düşünmenin zor geldiği konulara hükmümüzü verdik: Kader!

Evet, hepimiz günahkârız ancak yazarlara atfedilen o üç niteliğe sahipsek: duyarlı bir dil, keskin farkındalık ve kavrayış; o zaman her fırsatta böcek ve kurbağa öldürmek arasındaki farka dikkat çekmesi gerekenler de bizleriz. Depremzedelerin yerleştirilmesi için üniversitelerin kapatılması, kayıp çocukların tarikat yurtlarına götürülmesi, Alevi köylerine geç giden yardımlar. Ya da etnik azınlıklar, LGBT bireyler, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmak suretiyle iyice müdafaasız kalan kadınlar. Kısaca yürütme erkini elinde bulunduranların böcek olarak gördükleri ve bu nedenle yok saydıkları ya da atacakları oy kadar var saydıkları veya öldüklerinde artık atacak bir oyları da olmayacağı için cesetlerinin yerde olmasının önemi olmayanlar...

Bütün bunlar için, “El insaf! Gel gözünü seveyim öldürme onu,” demenin sorumluluğu üzerimizdedir. Keret’in yazara atfettiği ancak kendini aydın olarak tanımlayan herkese yüklenen sorumluluğun gereği budur.

Keret “bilmiyorum” demekten çekinmeyen, günahkâr olduğunu kabul etmiş bir yazar. Bu yüzden de metinleri gerçek. Cümleleri “oğlum öldü” dercesine etkili ve yalın. Dünyanın kanunu böyle diyerek kabullendiğimiz gerçekler üzerine, “kader” demeden düşünmemiz için bizi yüreklendiriyor. Böcek ve kurbağa öldürmenin sınırının nerede başlayıp nerede bittiğini bilmese de yazar olma sorumluluğuyla, bizi bu soru üzerine düşünmeye davet ediyor. 


[1] Açık Dergi, Etgar Keret’le Söyleşi (9 Haziran 2022).

[2] Etgar Keret, “Bir Başka Günahkâr Sadece”, Yedi Güzel Yıl, Siren Yayınları, s. 93.

[3] Etgar Keret, “Bir Başka Günahkâr Sadece”, Yedi Güzel Yıl, Siren Yayınları, s. 94.

[4] Bilge Karasu, Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı, Metis Yayınları, s. 37.

[5] Etgar Keret kişisel web sitesinden alınmış söyleşiler  https://www.etgarkeret.com

[6] Bilge Karasu, Göçmüş Kediler Bahçesi, Metis Yayınları, s. 25.