2023’te Ay’a gidilecekmiş, uzaya bir Türk vatandaşını göndermek hedefleniyormuş, zira ‘’yeryüzünde adaleti tesis etmenin yolu, gökyüzünde güçlü bir şekilde var olmaktan geçer”miş. Dünya meseleleri ile aklım fazla karışmış olsa gerek, bilimkurgu romanından süzülen birkaç cümle sandım bu ifadeleri ilkin; kahramanların kendilerini uzayın fethine adadıkları türden olay örgüleri ile bezeli. Öyle Stanisław Lem’in Solaris’i gibi karakterlerin vicdanları ile yüzleştikleri uzay istasyonu gibi bir şey değildi gözümde canlanan. Bastığım topraklarda halihazırda adalet mücadelesi veriliyor oluşu, uzaya çıkmak meselesine karşı yabancılaşmama neden oldu belki de. Oturup bu mevzu üzerine düşünürken, aklıma Kutluğ Ataman’ın Aya Seyahat’i geldi. Hani 1957 yılında Erzincan’da yoksul köy halkından oy koparmaya gelen bir milletvekili adayının “Bakın Ruslar uzaya uydu bile gönderiyorlar, siz hâlâ burada oturuyorsunuz,” demesi üzerine, tembel yaftasını kendisine yediremeyen ahalinin cami minaresinden uzay mekiği yapmaya çalışmasının hikâyesi.
Ardından gözümün önünde, 12 Nisan 1961 yılında Yuri Gagarin’in, Sovyetler’in ilk defa uzaya gönderdikleri insan sıfatıyla yerel basınımızda meşgul ettiği sayfalar belirdi. Halbuki basınımızda koca puntolarla günlerce haberi yapılan bu mevzu tartışılırken, hem Türkiye’de hem de diğer ülkelerde karmaşa, şiddetli çatışma ortamı hakimdi. Kimi siyasiler ve aydınlar gözlerini gökyüzüne çeviredursunlar, Türkiye’de 30 Mart 1961’den beri Temsilciler Meclisi’nde Anayasa Tasarısı görüşülüyordu. Siyasi ortamda yoğun bir gerginlik hakimdi. Yüksek Adalet Divanı’nın Yassıada duruşmaları sürüyordu, Anayasa tartışmalarında laiklik, azınlık hakları, basın sansürü gibi kimi mevzular hararetli tartışmalar doğuruyordu. Halk, kendi kaderini tayin hakkından fersah fersah uzaktı. Yurt meseleleri hakkında görüş ayrılıklarına ve kimi siyasi mücadelelerle iç savaşa vesile olan demokrasi sistemi, siyasi partilerin iktidarda ve muhalefette yan yana yaşamalarını sağlayacak nispi temsil gibi kimi vasıtalarla yeniden kurgulanmaya çalışılıyordu. Diğer ülkelerde de durum iç açıcı değildi. Bu süreçte basında, Angola’da katliam yaşandığı ve yerlilerin Portekizlilerden kaçarak Kongo’ya sığındıkları; Cezayir, Fransa ve Küba’da patlamalar olduğu; Güney ve Kuzey Kore’de çatışmalar yaşandığı; İtalya’da artan vergilerden dolayı halkın isyan ettiği; Yahudilerin katliamından sorumlu tutulan Eichmann’ın duruşmasının başladığı haberleri yer alıyordu.
Yuri Gagarin’in kahraman ilan edildiği Sovyet Rusya’sında da siyasi koşullar iç karartıcıydı. Sovyet Başbakanı Kruşçev’in sözde siyasi baskıları ve sansürü azalttığı -daha barışçıl politikalar izlendiği Kruşçev çözülmesi adını da alan- bu dönemde entelektüeller ve inanç üzerinde kurulan hakimiyet, siyasi muhaliflerin idamı, gıda krizi gibi mevzular vardı. Halkın kafası epey karışıktı ve tahmin edilebilir ki, kendi iç meselelerinde, refaha ulaştıracak bir çıkış yolu aramakla meşguldüler. Bu koşullarda bile hem Sovyet basınında hem de ülkemizde, Yuri Gagarin’in uzayı “fethedişi”nin, Sovyet halkında uyandırdığı gurura dair haberlere rastlanıyordu. Bu elbette Kruşçev’in fikriydi. Anlaşılan ne kadar çok iç kargaşa varsa, bu kargaşadan sorumlu siyasilerin yüzlerini gökyüzüne çevirmelerine o kadar sık rastlanıyor. Benzer bir durum Amerika Birleşik Devletleri’nin uzay maceraları ve bunların üzerinden kurulan siyasi retorikte de görülür. Yerel basınımızda, uzayda hukuki sistemin nasıl olması gerektiğini tartışan yazılar belirse de, kargaşaya ve kaçışa dair kurgunun diyalektik ilişkisini bir nebze de olsa köşe yazısına taşıyan isim, Ulus gazetesinde yazan Bülent Ecevit’ti. Ecevit’in başı o sıralar epey kalabalıktı; Anayasa Tasarısı Ecevit'in gündemini epey meşgul ediyordu. 13 Nisan 1961 yılında Ulus gazetesinin ilk sayfasında şöyle yazar Ecevit:
Bir komşu ülkede bir üstten bir roket fırladı göğe… Bizde, Temsilciler Meclisi’nde, laiklik nedir, din nedir diye, Anayasa Tasarısı’nın 19. Maddesi görüşülüyordu. Göğe atılan insan, ilk olarak dünya sınırlarını aştı, uzaya ulaştı… Bizde, Temsilciler Meclisi’nde laikliğin sınırları tartışılıyordu. İlk olarak uzaya çıkan insan, dünyayı döndü dolaştı. O, uzayda gördüklerini, duyduklarını anlatırken bizde, Temsilciler Meclisi’nde, sanki Ortaçağ’dan kalma bazı seslerin sahte hikmetleri dinleniyor, ister istemez bunlara cevap yetiştiriliyordu.
Bir de, uzaya hangi vatandaşımızın gönderileceği mevzusu var tabii. Bu mesele de bana, Mehmet Baydur’un “Vladimir Komarov” adlı öyküsünü hatırlattı. Uzaya gidecek kişi, dünyadan, hele ki yaşadığı topraklardan bir süreliğine de olsa el etek çekeceği için huzura mı kavuşacaktır acaba? Yahut belki de dünyada yapıp ettikleri ile yüzleşecektir, kimbilir… Baydur’un Komarov karakteri, bu ikincisine denk düşer. Gerçek bir olaya dayanır bu öykü; 1967 yılında Rusya’dan uzaya gönderilen astronot Komarov’un içinde bulunduğu uzay aracı arıza yapar ve Sovyet vatandaşı Komarov hayatını kaybeder. Baydur’un Komarov’u halihazırda öleceğinin farkında olan, âdeta atsız arabasıyla dünyadan ve resmî ideolojiden uzaklaşarak Korkusuzluğun Koridorlarında şaha kalkan bir karakterdir. Dayanışmanın yavaş yavaş eridiği, yaşadığı toprakların resmî ideolojisinin kendisini boğduğu bir dünyadan uzaklaşmanın mutluluğudur onunkisi. “Bilim ne işe yarar, savaşçılara yeni silahlar sunmaktan, pazu gücümüzü göstermekten başka?” der Komarov. Uzaya çıkmasının halkı için anlamı nedir ki? “Atalarımızın bilmediği bir köprüyü, atalarımızın geçmediği bir büyük nehre atmak için buradayım diye düşünür. Yolculuğunda kendi hayaleti ile karşılaşır âdeta. Sevdiği bir sürü insanı daha iyi, çok daha iyi anlar. Mayakovski’yi, Eisenstein’i ve Einstein’i, Charlie Parker’ı, Gogol’u, Nazım Hikmet’i ve onları seven insanları… Gökyüzünü, üzerinde uçulacak bir şey olarak görenlere inat, kendi Solaris’inde geçmişi ve şimdisi, birkaç saniyelik de olsa geleceği ile yüzleşir. Bizim de uzaya çıkacak vatandaşlarımız karşılaşacak mıdır dersiniz kendi hayaletleriyle? Böyle olacağını bilsek, gökyüzü daha yaşanası olur yeryüzünden. Uzay, her ne kadar siyasiler tarafından bir manipülasyon vasıtası olarak mevzulara konu oluyor, bir güç göstergesi olarak kendilerince fethediliyor olsa da, insan nefes aldığı sürece, ister yeryüzünde ister uzayda olsun, kendisi ile yüzleşmekten kaçamayacaktır. Demirtaş’ın ‘’İyi misiniz?’’ yazısında dediği gibi aslında: “Sakinleşin ve gözlerinizi kapatıp kâinatın sesine kulak verin. Derinden gelen bir uğultu duyacaksınız. Nedir o biliyor musunuz? Devran dönüyor. Uzayda bile.”