Tahsin Yücel’in “Gökdelen” Ufkunda Neler Vardı?

Kiminin ütopyası, bir diğerinin distopyasına dönüşebilir. Kendisi için mutlu ve müreffeh bir gelecek tasavvurunda bulunan birileri, başkalarının kâbusuna dönüşen ve dolayısıyla bir distopiye yol açan bir ütopyaya sahip olabilir. Yazarlar, bu çeşit çağdaş iktidar pratiklerini/ideolojilerini romanlarda işleyerek okurlarını, toplumu bu pratiklerin olası zararlarına karşı uyarmayı amaçlayabilirler. Bu anlamda ütopya ve distopya arasında gerçekleşen farkın, yazarın tutumundan, meseleye bakışından kaynaklandığını, içerikle çok ilgili olmayabileceğini de biliriz.  Okurlar, distopyayı genellikle belirli, verili/somut bir siyasi ve ideolojik sistemin eleştirisi gibi algılasa da distopik romanlara bakıldığında genelinin bu kadraja girmediği de görülür. Örneğin Jack London Demir Ökçe’de kapitalist oligarşinin sınıf karşıtlığını ve işçi sınıfını ezişini verili bir durumdan çıkarmaktan çok, Bolşevik Devrimi’nden de önce distopik bir gelecek okuması yaparak kurguyu oluşturur. Eugene Zamiatin’in Biz romanında da verili bir sistem eleştirisinden çok geleceğin isabetli bir apocalyptic okuması vardır. Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sında ise her şeyin katı, duygusuz bir rasyonelliğe kurban edildiği bilimkurgusal bir ütopya söz konusudur. Bu bilim kurgusal ütopyanın bir distopyaya tercüme edilerek okunması yazarın ve okurların tutumuyla ilgilidir. Ancak distopik romanlarda 20. yüzyılın en etkili romanı şüphesiz George Orwell‘in 1984 adlı bilimkurgusal romanıdır. Romanın bu etkiyi yaratmasında Orwell’in günümüz dünyasının birey ve toplum özgürlüğünü ihlal eden, yok eden; düşünme fiilinin bizatihi kendisini kriminalize ederek fail ve fiilini takibe alan, düşünmeyi ve ifadeyi cezai müeyyidelerle karşılayan; toplumu bölerek, korkutarak, ona şiddet uygulayarak baskılayan post-modern totaliterliğin pratik fiillerini çok iyi tahmin etmesi ve betimlemesinin rolü olmalıdır: “İnsanların zihinleriyle oynanarak kıyaslama ölçüleri ellerinden alınır ... içtenlikle, inanarak, bile bile yalan söylemek, artık uygun görülmeyen her türlü gerçeği unutmak, sonra yeniden ve gerekli olduğu kadarını hatırlamak, nesnel gerçekliğin varlığını yadsımak ve bütün bunları yaparken yadsıdığın gerçeği  göz önünde bulundurmak ... (s. 234)” “... akıllılık çoğunlukla ölçülmez ... ... şiddetin amacı şiddet, kötülüğün amacı kötülük, iktidarın amacı iktidar olmak ...” (s. 237) Üstteki alıntılarda da görüleceği üzere bu distopinin aktüel dünyamızın somut pratiğiyle paralelliği de dehşet duygusu yaratır. Bu tür kasvetli gelecek tasavvurlarıyla dolu roman örneklerini çoğaltmak mümkün elbette... 

Bir tür olumsuzlamayı/anomali veya hatayı belirten distopya, Yunanca "dis" ön ekinden ve "yer" anlamına gelen "topos" kökünden oluşur. Dolayısıyla etimolojik olarak, distopya ürkütücü dünyalara/kötülükle dolu, korkunç yerlere karşılık gelir. Barış, huzur, adalet, refah ve eşit bir ideal dünya/gelecek tasarısının (ütopya) tam tersidir, dis-topya.  Bu tür eserler, her zaman belirli, somut sistem/ideolojik düzen fiillerinin eleştirileri üzerine kurgulanmasa da yine de verili bir “şimdi”den yola çıkarak kötü bir geleceğe dair derin endişelerin yer aldığı sezgi ve öngörülerini dile getirir, önbildirici olurlar. Sonuç olarak denebilir ki bu tür eserler, totaliter devlet idarelerince yaratılan sosyal çöküntüler, politik baskılar, çevresel felaketler, kitlesel kısırlık (infertilization), insansızlaştırma, nükleer kirlilik gibi olumsuz fiilleri apokaliptik veya anlatı zamanıyla özdeş bir dönem içinde verirler. Distopik bir anlatıdan beklenen de bu anlamda diğer eserlerden beklenenlerle aynı olmaz. Başarıya dair beklenti, eserin üstün/yetkin bir estetik niteliğe sahip olmasından çok; söz konusu ettiği ideolojilerin/müstakbel sistemlerin/bilimkurgusal projelerin tehlikelerini başarılı, isabetli ve çarpıcı bir biçimde tasvir edip etmediği üzerinden şekillenir. Genel olarak insanlığı veya özel olarak o toplumu, ulusu tehlikelere karşı başarılı bir biçimde uyarıp uyaramadığıdır, asıl olan. Tam da burada sözü bu yazının da konusu olan Tahsin Yücel’in Gökdelen romanına getirmek gerekir.

Roman geleneğimiz içinde gerek bilimkurgu ve gerek distopik romanlar olsun, bunlara çok yer vermediğimizi; yazarlarımızın bu türlere çok fazla teveccüh etmediğini biliriz. Bu durum, türe yabancı kalışımızla, bilimsel tahayyülümüzün güdüklüğüyle veya “şimdi”lerimizin distopyalara ihtiyaç bırakmayacak denli acıtıcı, korkunç fiillerle dolu oluşuyla ilgili olabilir. Tartışmaya açık bir konu, şüphesiz. Fakat istisnai olarak çok başarılı örneklerin de olabileceğini gösteren bir romandan bahsedeceksek bu kanımca Tahsin Yücel’in Gökdelen romanı olmalıdır.

Anlatı, roman kahramanı Avukat Can Tezcan’ın birden fazla “Smerdiakof” tarafından işkence gördüğü dehşet sahneleriyle başlar: “Aynı anda, nasıl ve ne zaman yaklaştığını hiç mi hiç ayrımsayamadığı bir sarkık bıyıklı yumruğu göğsüne indiriverdi. Can Tezcan tutunacak bir yer aradı…” (s. 11). Fakat Yücel bu sahneleri, okurunu bir sonraki sahneye hazırlamak için kurmuştur, çünkü işkencede ısrarla sorulan soru hangi yıl ve ayda olduklarıdır. Can Tezcan’ın bir türlü hatırlayamadığı tarih, okur için ilk muammaya dönüşerek ilgiyi çeker. Yücel’in amacı da budur. Sonunda bu sahnenin bir rüyada geçtiğini, içinde olunan zamanın da 17 Şubat 2073 olduğunu öğreniriz. Yücel anlatısında birçok simgesel işaret bırakarak ilerlemek ister ki bu işaretlerden biri de Karamazov Kardeşler romanının bir kahramanı olan Smerdiakof isminin işkencecileri temsilen kullanılmasıdır. Smerdiakof'a yakıştırılan “hem sıkı bir salak hem dört dörtlük bir üç kağıtçı” sıfatı, bu anlatıda da hem 2070’li yılların başbakanı Mevlüt Doğan’ı hem de dönem rejiminin tüm adamlarını ima eder. Çünkü ülkeyi içine soktukları durum, ancak sıkı bir salaklıkla ve bencilce hırslarla dolu düşkün bir üçkâğıtçılıkla açıklanabilir. Zira ülke ve toplum gotik bir dünyanın korkunç, tekinsiz, karanlık atmosferi içinde kalmış gibidir. Roman yer yer bilimkurgusal özellikler (örneğin zenginlerin evlerine mekiklerle gidip gelmesi), yer yer distopik özellikler (yılkı adamlar), yer yer de yayımlandığı 2006 yılı için bir çeşit ironi özelliği taşır. Bu yıllar, özelleştirmelerin kutsandığı, tüm kamu varlıklarının satıldığı bir dönemi temsil eder. Ve elbette 2073’te bütün bunları yapan iktidar erki de İslâmi/dinî duyarlılıkları yüksek bir elitten oluşmaktadır ki bu noktada Yücel’in hem bir ironide bulunduğunu hem de ilerisi için kötümser bir gelecek projeksiyonuna sahip olduğunu söyleyebiliriz.

Yazımızın başlığı içinde geçen soruya gelirsek; soru şudur: Tahsin Yücel, 2000’li yılların başında yazdığı söz konusu romanında, gerçekte bilgisine sahip olamayacağımız 2070’li yıllar için bir düzen hayal etse de bunlar, 2023’ün eşiğinde olduğumuz bugünler için ne anlam taşır, bugünün hangi gerçekliklerine isabet eder? Bu yönüyle Gökdelen isabetli, başarılı öngörüler sunan bir distopik roman mı, yoksa dikkatli ve ayrıntılı realist gözlemlerle günceli iyi analiz etmiş bir roman mıdır? Yücel’in 2073 vizyonu içinde öngördüğü distopik tahayyül öğelerinden bahsederek bunların hangisinin günümüz gerçekliğiyle örtüştüğü, hangisinin kötü bir gelecek tasarısı olduğu konusunda yorumlar yapabiliriz. Yücel, hikâye mekânı olarak İstanbul’u seçmiştir. Kanımca bu seçim, ilk isabet noktasıdır. Zira günümüz Türkiye’sinde İstanbul’un tek başına mevcut rejimin hem ideolojik hem toplumsal/sosyal, hem ekonomik, hem de inşaata dayalı rantçı ekonomik işleyişinin ruhunu temsil ettiğini biliyoruz. Bu noktada daha iyi bir mekân seçimi olamazdı. Bir başka isabet noktası da İstanbul’u baştan sona betona boğup büyük gökdelenlerle doldurmak isteyen, onu bir New York yapmak için çırpınan müteahhit Temel Diker şahsında, bir çeşit Karadenizlilerin baskın olduğu bir iktidarın kurulmuş olmasıdır. Bu öyle bir gökdelen dikme hırsıdır ki Temel Diker hikâye boyunca bütün çabasını sahibi (Emekli Hikmet baba) tarafından bir türlü satılmak istenmeyen bahçeli bir gecekonduyu ele geçirmeye ayırır. Tahsin Yücel, müteahhit Temel Diker ve avukatı Can Tezcan’ın bu evi ele geçirme hırsını işlerken faillerin hukukla, kanunlarla ilişkisindeki çarpıklığı da bugünün realizmine uygun bir şeklide verir ki bu da bir isabet noktasıdır. Nitekim kanun ve hukuk yoluyla halledilemeyen işlerin şimdilerde pek çoğumuza tanıdık gelen yol ve yöntemlerle halledildiğine de tanık oluruz: “Ancak, tüm İstanbul yeni biçimini ve yeni kimliğini üstlenmek için Hikmet babanın öldürülüp evinin yerle bir edilmesini bekliyormuş gibi, en gözdeleri başta olmak üzere, hiçbir semt, hiçbir cadde, hiçbir sokak, hiçbir yapı Niyorklu’nun dört bir yana yayılarak ortalığı toza ve gürültüye boğan dev makineleri karşısında direnemez oldu…” (s. 242, 243) Şehrin yapısı ve sosyal düzeni işlenirken Yücel, güncele ait realist gözlemlerle desteklenen distopik öğelere de başvurmuş görünüyor. Yazarın mekân olarak seçtiği İstanbul, korkunç bir ekonomik eşitsizliğin olduğu, tam anlamıyla yönetsel keyfiliğin sürdüğü, yüksek güvenlikli gökdelenlerine mekiklerle gidip gelen -neredeyse yere ayak basmayan- ultra zengin elitlerin yaşadığı, yeşil alanların yok edildiği, alabildiğine betonlaşmış, sokaklarına yoksul insanların giremediği ve yılkı adamları olarak kırsala kovalandıkları bir kenttir.

Tahsin Yücel’in alışıldık distopyalardan farklı olarak anlatısını, okuru için daha bilindik/tanıdık öğelerle kurması, hikâyenin gerçeklik algısını/hakikatle ilişkisini güçlendiren bir özellik katıyor. Öyle ki adını andığımız birçok distopik romanda baskı failleri/iktidar ve rejim güçleri hep bir gizem içinde, bir çeşit simgesel varlık olarak karanlık, dumanlı, kaotik bir atmosfer içinde betimlenirdi. Bu durum söz konusu romanlar için sonu gelmez analizlerin konusu da olur ve iktidar gücünün neyi/kimi temsil ettiği konusu spekülatif alana taşınırdı. Oysa Yücel, bu faillerin adını ve kimliğini, net olarak bildirir. Hikâyede, 2073’te İslâmcı bir partinin iktidarında, ekonomik sistemi Karadenizli müteahhitlerin kontrolünde yapılanmış son derece güvenlikçi bir sistemdir söz konusu olan. Bu noktada bir muamma yoktur. Gökdelen romanı bu yönüyle klasik distopyalardan ayrılır ve belki bildiğimiz anlamda distopya da sayılmayabilir ancak yazıldığı dönemin fotoğrafından çok, 2073’ü bilemesek de yirmi yıl sonrasının fotoğrafını yansıtan ögeler taşıması distopik yönünü güçlendirir. Dönemin başbakanı (bu arada 2073’te başbakanlık makamı ve parlamenter sistem vardır) Mevlüt Doğan ve iktidar eliti, bir taraftan söylem düzeyinde İslâmi’dir, dinî vecibelere uygun yaşarlar ancak diğer taraftan tam bir katı, sekmez anamalcı iktidar pratiği uygularlar. Maddi güç dışında başka bir değer yok gibidir. Bu uğurda yapılamayacak şey, aşılamayacak eşik de yok gibidir. Zira ne toplumsal, etik değerler/teamüller ne hukuk, ne de evrensel değer ölçüleri geçerlidir. Yücel, Gökdelen’de 2073 Türkiye’si için kaotik, otokratik, acımasız bir oligark düzen öngörmüş olmalı ki bunu da güncelin bazı sembolik işaretleri üzerinden yapılandırmış görünüyor. Bu düzenin temeli, araçsallaştırılmış/şahsileşmiş keyfî bir hukuksal/yargısal yapı; G. Orwell’in 1984 romanındakine benzer tekçi, dayatmacı bir düşünsel ortam; belli bir gruba (Karadenizli müteahhitler) bağlı gözü kara, rantçı bir ekonomik işleyiş; çok az ultra zengine karşı büyük çoğunluğun (yılkı adamlar) insan olmaklığını askıya alan, onları insani yaşam alanlarından dışlayan bir sosyal ve ekonomik durumdan oluşmaktadır. Tahsin Yücel’in bu karamsar tahayyül öğelerini 2000’li yılların hemen başında kurduğuna bakıldığında, bunlar ilerisi için distopik bir kurguya denk düşer, demek yanlış olmasa gerek. Ancak distopik tahayyül ürünleri ile günümüz şartları karşılaştırıldığında, Gökdelen’de klasik distopyaların zamansal olarak daha uzakları işaret eden irrasyonel, gizemli yapısıyla karşılaşmayız. Bu yüzden Gökdelen’de roman olayları, birçok okur için, dış gerçeklikte tam da bunların çoğu olurken ele alınmış duygusu verecektir.

Gökdelen romanında Yücel’in distopik öngörüsünün en çarpıcı izleklerinden biri de 2073 Türkiye’sinin hukuki/yargısal düzenidir. Hikâyenin başlarında başkarakter Can Tezcan’ın avukatlığını yaptığı tutuklu bir arkadaşı (Varol Korkmaz) için üzüntü ve serzenişlerini okuruz. Orada resmedilen durumun, yakın zamanın pratikleriyle uyumlu olup olmadığı da değerlendirme konusu olacaktır. Nitekim Can Tezcan durumu şöyle tarif eder: “… Ama o on iki yıldır içeride, biz özgürüz. Bizi bırak, bugün bu ülkenin en özgür insanları suçlular, hırsızlar, halk düşmanları…” (s. 16) Varol Korkmaz’ın onu içeri atanlarca da bilinen suçsuzluğu ama yine de içeride tutulması Can Tezcan için “suçsuzluk suçu” olarak tanımlanır. Bütün bu 2073 manzarasına, suçu ve suçluyu övmelerin, özendirmelerin; cezasızlık pratiklerinin, bir taraftan keyfî salıvermelerin, takipsizliklerin ve bir taraftan da muhalifler üzerinde yargı ve hukukun Demokles’in kılıcı gibi sallandırılmasının da eklendiğini okuduğumuzda, daha realist görüntülerle karşılaşırız. Tahsin Yücel’in kahramanına şu serimlemeyi yaptırması da oldukça dikkat çekicidir (ki Yücel’in bu serimlemeleri yaptığı dönemde Türkiye birçokları için, AB’ye girme iradesi gösteren, kadim toplumsal sorunlarla yüzleşen, hukuka ve yasalara bağlılığını teyit eden, bağımsız yargıyla adalet ve düzeltilmiş gelir dağılımıyla da refah vaat eden, gelişmiş demokrasiler arasına katılmak isteyen iyimser bir görünüm arz ediyordu).  Yine Can Tezcan konuşur: “Bu dava çıldırtacak beni… Böylesini ne gördüm ne duydum. Nasıl olsa, el koymuşlar adamların her şeyine, ne olduğu, nereden kaynaklandığı bilinmeyen bir açık gerekçesiyle banka, fabrika, ev, çiftlik, araba, her şeylerini almışlar ellerinden, arabalarına kendileri biniyor, köşklerinde kendileri oturuyor, şaraplarını kendileri içiyor, bankalarından da dostlarına bol bol kredi veriyorlar” (s. 20). Bu serimlemenin devamında Yücel, kahramanını konuşturarak kimisi için “cezasızlık”, kimileri için de peşin peşin “suçluluk” uygulamasının keyfiliğine; el konulan kurum ve kuruluşların başına devletçe görevlilerin (kayyum) atanmasına ve bu görevlilerin kurum ve kuruluşların maddi imkânlarını gönüllerince harcamalarına, yüksek maaşlarla görev yapmalarına değinir. Yanı sıra başkahramanı bütün bu uygulamalar için özel mahkemelerin icat edildiğine ve hukuka bağlılık duymayan özel yetkili hâkim ve savcıların görevlendirildiğine değinir. Bu betimlemelere, Can Tezcan ile hâkimler arasında gerçekleşen diyaloglarda ve mahkeme süreçlerinde rastlarız. Bu bölümlerde, Tahsin Yücel’in 2073 Türkiye’sinin distopik yapısıyla mı yoksa güncel gözlemlerle mi karşılaştığımız konusunda bir çeşit kafa karışıklığı yaşayacağımız bir durum ortaya çıkar.

Tahsin Yücel hikâyeyi 2073’te geçiyor gibi kurgulasa da bir taraftan da olgusal bir anakronizme başvuruyor izlenimi verir. Nitekim başkarakter Can Tezcan eski bir solcudur, eylemden eyleme, cepheden cepheye koşmuş, polislerle çatışmış türlü tehlikeler atlatmıştır. Ancak bu olaylar 2050’li yıllarda geçiyordur. Nitekim geldiği noktada o artık bütün bunlardan vazgeçmiş, çok zengin ve ünlü bir avukattır artık. Can Tezcan şahsında belli bir konfor uğruna ideallerinden vazgeçmiş, düzenle işbirliği içinde bir liberal aydın portresi çizmiş gibidir, Yücel. Can Tezcan, bazen solcu geçmişini anarak ve Marksist kurama ait kavramları tartışarak bir nostalji yaşasa da genel olarak o geçmişi ergen, saf, hayalci bularak küçümser bir tavır içindedir. Yine de 2073’ün neredeyse tek komünisti olarak mücadeleye devam eden eski dava arkadaşı Rıza Koç ile iyi geçinir, onu tehlikelere karşı uyarır (zira hep polislerce aranıyor, sık sık içeri girip işkence görüyordur), arada da devrimci mücadelesinde kullanması için ekonomik yardımda bulunur. Bu noktada Yücel’in başvurduğu anakronizmin, 2006 öncesi Türkiye panoramasına uygun gerçekleri, 2050’li yıllar Türkiye’si için kurgulaması olduğunu düşünüyorum. Zira devrimci mücadeleyi bırakmış, düzenle uyumlu, refah içinde yaşayan liberal aydın ve sayıları epey azalmış, kendini davasına korkusuzca adayan sol/devrimci tipi 2050’ye göre daha arkaik tipler olsa gerek. Ancak yine de Yücel’in Rıza Koç’a söylettiği şu sözler, geleceğe dair distopik öngörüsünün, çok zayıf bir ihtimal de olsa bir sol/devrimci ütopyaya da evrilebileceği türündeki bir iyimserliğe de işaret ediyor denebilir: “… dedim ya, 2070’lerde bile Türkiye’de Marksçıların bulunduğunu kanıtlıyorum millete” (s. 27). Fakat bu ütopyanın inandırıcılığı, tek başına bırakılmış bir komünist Rıza Koç ile geçersiz kılındığından, son yine distopiktir, denebilir. Yücel bu durumu, sol/protest geleneğin iyice zayıfladığı/ideallerinin söndüğü, yorulup, yılıp içlerine çekildiği bir ortamda idrak ettiğinden bir gelecek tasavvuru niteliği taşımadığını, bunun içerik olarak “ütopik veya distopik” olmadığını da söyleyebiliriz. Geçmiş’in ve şimdi’nin gerçekliği, bir çeşit anakronizm yoluyla geleceğe transfer edilmiş, demek daha doğru olur, sanırım.

Yücel’in Gökdelen’de distopik tahayyülün en çarpıcısını, hukuki yapının/işleyişin betimlenişinde yakaladığını belirtmiştik. Bu noktadaki en hayret verici buluşu da “yargının/mahkemelerin/hukuki düzenin” özelleştirilmesidir. Her ne kadar iktidar erki ve mevcut patronaj düzeni domine eden kapitalist elit, ülkede her istediğini yapabiliyor/yaptırabiliyor ise de yine de biçimsel anlamda ve görünüşte bir hukuk ve yargı sisteminin olması, işlerini yer yer yavaşlatıp yer yer engelleyebiliyor. Yücel her ne kadar bu durum için pek inandırıcı bir örnek geliştiremese de (örneğin, her yerin gökdelenlerle doldurulduğu İstanbul’un ortasında ne hikmetse bir gecekondu sahibi bir türlü ikna edilip gecekondusu elinden alınamadığı için, oraya bina dikilememektedir) somut durumu böyle kurgular. Karadenizli müteahhit Temel Diker ne kadar azmetse de binayı yıktıramamıştır. Çareyi ise avukatı eski solcu Can Tezcan bulur. Çare yargıyı özelleştirmektir. Şöyle der, Can Tezcan: “Her şeyin özelleştirilmiş olduğu bir ülkede devletin yargıyı hala kendi tekelinde tutmasının aykırılığından … Evet, aykırılığından! Biliyorsun, geçen yüzyılın sonlarından beri her şey özelleştirildi bu ülkede, özellikle yabancılara, yabancı alıcı çıkmayınca da yerli kodamanlara, yani onların taşeronlarına satıldı, dağlar, taşlar, ırmaklar, denizler, limanlar, havaalanları, gemiler, uçaklar, trenler, yollar, köprüler, fabrikalar, çöpler, okullar, üniversiteler, stadyumlar… Öyleyse her şey özel kurumların elindeyse, yargı neden özelleştirilmesin ki? Evet, neden özelleştirilmesin? Yargının neyi eksik?... gerekçem de düzenin tutarlılığı olacak!” (s. 52-53) Yargının özeleştirilmesi, düzenin tutarlılığı için gereklidir, ne demektir? Bunu biraz açarsak, birinci gerekçe stratejik kurumlar ve kuruluşlar dahil her şeyin özelleştirildiği bir düzende yargı neden özelleştirilmesin, ikincisi de bütün yönetsel kararların keyfilik, boşluk ve kişisel yarar üzerinden şekillendiği bir düzende yargı da neden bu düzenin tam bir parçası olmasın, üçüncüsü ise yeni Türkiye (2073) düzeninde yargı neden bir engel olarak düzenin işleyişini aksatsın’dır. Çünkü bu durum, düzenin tutarlılığıyla çelişmektedir. Can Tezcan bu öneriyi “Niyorklu” Temel Diker’in sorunlarını ve başkaca bu tür sorunları kolayca, hiçbir engelle karşılaşmadan çözebilmek için sunmuştur. Ancak Can Tezcan yargının bir patronu olacaksa, bu durumun ileride bir başka patronun işleri büsbütün karıştırmasının da önünü açacağından da korkar, ki nitekim de öyle olur, yargı özelleştiğinde de farklı güç gruplarının, yargıyı kendi kontrollerine almak için başvurdukları mafyatik mücadele başlar. Yücel’in bu betimlemesini güncel gerçekliğinin hukuksal pratikleriyle birlikte düşündüğümüzde, Gökdelen’in estetik kurgusunun uzak bir geleceğe ilişkin distopik bir tahayyülle mi, yoksa yakın gelecek için realist öngörülerle mi kurulduğu, tartışma konusu olacaktır. Bu realist gözlemlere, Can Tezcan’ın dilinden ifade edildiği gibi yargının güç odaklarınca birbirlerine karşı bir silah olarak kullanılma durumunu da eklediğimizde, bütün bunlara ister Yücel’in distopik tahayyülü diyelim, ister realist öngörüleri diyelim, sonuçta bunların günümüzün başat tartışma konuları olduğu gerçeği yadsınamaz. Gökdelen’de serimlenen bu örtüşmelere, siyasi elitin, devletin ve kapitalist güç odaklarının tümüyle güdümünde, onların istisnasız destekçisi bir medyayı, çıkarcı politikacıları, halktan tümüyle kopuk zengin zümreyi de kattığımızda, kötümser öngörü ya da distopik kurgu daha bir dikkat çekiyor, diyebiliriz.

Tahsin Yücel’in Gökdelen’de kurguladığı izleklerden biri de “yılkı adamları”dır. Artık ekonomik getirisi olmayan, doğaya salınarak başıboş bırakılan, doğada tümüyle vahşi bir yaşam süren at sürüleri için kullanılan yılkı sözcüğünü Yücel, 2073 Türkiye’sinde geniş bir halk kesimini tanımlamak için kullanmıştır. Düzenin bizzat üretiminde/işleyişinde hiçbir rol alamayacak olan insanların İstanbul dışına/ya da tüm mega kentlerin dışına hiçbir yaşamsal güvence olmadan salıverilip yaşamak zorunda bırakıldığı bir durumu anlatır “yılkı adamları”. Bunların insan ile hayvan arası bir kategoride değerlendirildiği, insan oluşlarının askıya alındığı, kentlerin bırakın konforundan yararlanmayı, sokaklarına dahi sokulmadığı, yer yer sürek avlarıyla avlandıkları, kovalandıkları türünde bir distopik tahayyüldür, söz konuş olan: “… Diyeceğim, söylediğim gerçek: insanlar gözlerden uzak yerlere, dağlara, tepelere çekilmek zorunda kalıyor nicedir, yaşlı, genç, kadın, erkek, çocuk, sürülerle, evet, sürülerle, yalınayak, yarı çıplak, pislik içinde, tarihöncesinden kalma hayaletler gibi dolaşıp duruyorlar öyle, solucan, kurbağa, sıçan, çekirge, ot, kabuk, yosun, daha ne bileyim, ne bulurlarsa yiyor, bir karga ölüsü için birbirlerine saldırıyorlar. Çiftliklere yaklaşmaları bile yasak, buraları insan azmanları ellerinde tüfeklerle bekliyor, öldürdükleri de ölüden sayılmıyor, tıpkı dirilerinin de dirilerden sayılmadığı gibi…” (s. 113) Yücel, bu izlekte doğrudan bir 2073 Türkiye’si öngörüsü sergilememiştir kanımca. Bu durum, daha genel, dünya post-kapitalizminin türlü despotik rejimler maharetiyle insanı gereksizleştirmesi, değersizleştirmesi, yer yer hukuki varlığını ortadan kaldırması, araçsallaştırması ve geniş yığınları en temel yaşamsal ihtiyaçlardan uzak bir ortamda yaşamaya mahkûm etmesi gerçekliğiyle ilgili bir simgeleştirme anlamı taşıyor gibidir. Yücel’in bu izlekte, günümüz dünyasında az sayıda dünya eliti ile geniş halk yığınları arasında hayal edilemeyecek denli büyük gelir uçurumunun, bilinçli şekilde çıkarılan bölgesel savaşlardan dolayı vatansızlaşmış, mültecileşmiş geniş toplulukların, bunların tüm insani, hukuki, yaşamsal haklardan mahrum bırakılışının gelecekte “yılkı adamları” gibi tümüyle dış doğaya salınmış, vahşileşmiş insan yığınları yaratacağını düşünüyor olduğu ortaya çıkıyor. Bu izleğin yakın zamanda çeşitli gerekçelerle işlerinden atılmış ve bütün yaşam olanakları elinden alınarak tarihdışılaştırılmaya çalışılan insanların durumunu da çağrıştırdığı, söylenebilir. Kısacası daha genel olarak Yücel’in “yılkı adamları” imgesini, hem dünya kapitalizminin insanı sürüklediği nihai durumu hem de bu sistemi en kontrolsüz, agresif, katı biçimde taklit eden Türkiye tipi kapitalizmlerin yaratacağı sonuçlar için işaret olarak kullandığı söylenebilir. Bu noktada Yücel “Önceden neyi göre/bildi?” diye sorulduğunda, romanın hem “şimdi” için hem de “gelecek” için önemli imalar taşıdığını söylemek mümkün.  

Sonuç olarak 2000’li yılların başında yazılan ve 2006’da Can Yayınları’ndan yayımlanan Gökdelen romanında Tahsin Yücel’in gerek Türkiye özelinde gerek dünya için distopik tahayyülünün birçok noktada günceli de yansıtan dikkat çekici, isabetli öngörülerle dolu olduğunu söyleyebiliriz. Yücel’in, bütün bunların gerçekleşeceğini tahayyül ettiği 2073 Türkiye’si için şimdiden kesin bir şey söylememiz elbette mümkün değildir. Yücel’in tam olarak öngördüğü gibi olmamasını, ufkunda belirenin tümüyle gerçekleşmemesini ummak dışında…


Kaynakça

George Orwell, 1984, çev. Celal Üster, Can Yayınları, İstanbul, 2016.

Tahsin Yücel, Gökdelen, Can Yayınları, İstanbul, 8. Baskı, 2015.