Kıymetli daydreamer, tutkulu tiryaki Erkal Tülek’e…
Kendisi de mesleğinde kırk dört yılı devirmiş bir hekim olan babamın yakınlarda elime geçen otobiyografisinde, titizlikle kayıt altına alınma çalışkanlığına da şapka çıkardığım yıllanmış maddî detayların arasında önümü görmeye çalışırken, kısacası zorlayıcı koşulların, kesif yoksulluğun, “horlanıp itilme”lerin ve nice örseleyici badirelerin arasında bir yerde, sigaraya 1968 yılında başladığı kaydedilmiş. “Sigara içmeye nasıl alıştım, tam hatırlamıyorum ama kendimi birden sigara içen biri olarak buldum,” deyiveriyor. Altı yıl sonra, ciddi bir sağlık problemi baş gösteriyor ve serüvenin sonunu mühürleyen bu talihsiz hadiseyle birlikte, ilişkisini şöyle özetliyor:
Sigarayı bırakmak zorunda kaldığım 1974 yılına kadar birilerinin ikram ettiğinden gayrı hiç filtreli sigara içmedim, satın almadım. İçtiğim sigaralar Birinci, İkinci, Bafra, Bitlis, Asker ve kıyılmış Adıyaman tütününden ibaretti.
Çoğu, sahaflardaki efemera koleksiyonlarında rastgeldiğim, bugünden bakılınca âdeta birer Pop-Art imgesi gibi nesneler. Filtreliler ve “lümpenlik”, dahası, “sağcılar” ile özdeşleştirilmiş Sipahi ve Maltepe, öte tarafta ise “solcular”ın ağzına layık görülen Barış ve Samsun… Marlboro kovboyunun, sığır çobanının o maşist imajı, derken pazar araştırmaları ve dişileştirilmiş slim sigaralar…[1] Bitimsiz kültür savaşları. Girer girmez dağıtmayayım: Sözü geçen sağlık sorunu, babamın sigarayı geçilmemesi gereken kırmızı çizgi ilan etmesine yol açacaktı. Heyhat ki ben de bırakamadım. Başka pek çoğu gibi, Yeşilçam’a öykünen dolambaçlı bir “kaçgöç” labirentinde, kırmızı çizgiden sakınarak içerdim. Neden sonra bir arkadaşıma ilettiği benimle ilgili şu nüktedan cümleler, meğerse çoktan farkına vardığının habercisi olacaktı: “Otururken ansızın ‘İşim çıktı, hemen geliyorum’ diyor, çok geçmeden gittiği yerden dumanlar yükseliyor.” Gülüşmüştük. Dumanla haberleşmek bir yana, kamuflajımın yırtılmasına sevinmiştim.
***
Enis Batur, “Tütün İçmenin Yararları”yla[2] birlikte, pek çok yerde, muhtelif fırsatlarla uğradı[3] bu izleğe. Geçenlerde rastladığım bir tanesi de, MTV’nin Hannah Arendt belgeseli üzerine izlenimlerini yazarken düştüğü not oldu.[4] Orada, filozofun “tüttürmesine” güttüğü hayranlığı saklayamaz. Belli ki “harman” kalmış, gıdıklanmıştır. Vesile kılarak şunu söyler:
Yazılmadıysa, bir gün tüttürü tarihi yazılacaktır, yazılmalı da: Yarım yüzyılı aşkın bir süre, erkek kadın, aydın çevrelerde de ölçüsüz oranda yaygın oldu tütün bağımlılığı – çoğunun, çoğumuzun ömrünü bir hayli kısalttığı tartışılmaz. Bugün, alan kısıtlamalarıyla atbaşı, sağlık sonuçlarının uyarıcı boyutu dâhil, görece bir hafifleme söz konusu, tütün tüketiminde. Çok değil, yirmi yıl önce sigaradan vazgeçmekten dem vurulmazdı pek, şimdiyse bu konu vazgeçilmez oldu!
Sanılanın aksine, yalnızca aydın çevrelerde değil, sağlık camiasında da epey yaygın oldu. Bu minvalde sayısız malzemeyi devşirebileceğimiz Bulgakov’un Dr. Yaşvin’i nakletmez mi, ilk elde:
Bavula bir gömlek tıktım, derken geri çıkardım; lanet şey bavula sığmıyordu. Bavul dediğim, küçük bir el çantasıydı aslında, iç çamaşırlarım, çamaşırlardan önce çantama koyduğum yüzlerce sigara ve köşeden dışarı fırlamış stetoskopum ağzına kadar doldurmuştu onu.[5]
Sahiden de vizit atarken, hasta muayene ederken, ve dahi ameliyathanelerde içildiği anlatılır. Halen de yaygındır. Yoğun tempodan, angaryadan, iş yükünden firar etmenin en meşru yöntemi olagelmiştir bir kere. Göze alma hali olduğu muhakkak: Hastane bahçesinde beyaz önlüklerimizle, bazen tören binişlerimiz ve bazen de yeşil formalarımızla (scrubs) tellendirirken, hasta veya yakınlarının “tabuta bir çivi daha” yollu tasallutuyla cebelleşmeyi içerir bu. Ne gam, meşru yöntem çalışmaktadır. Kışla atmosferinde de öyle değil midir? Stratosfer delinmiştir hani. Psikiyatri kliniklerinde de -belli kapalı alanlarda- serbesttir. Başka ivedi problemler, öncelikli patolojik gündemler kendini dayattığında, sigara başını uzatır hani paketten yahut tabakadan. Will Self’in Şemsiye’sindeki (2012) Doktor Zachary Busner’ın çağrışmaması mümkün mü: Onulmaz tiryakilik ve otlanma detayları, psikiyatri kliniği özelinde, “personelin aslî baskı yöntemlerinden biri [olarak] hastaları kendi sigaralarından mahrum bırakmak” tekniği… Ne olursa olsun, Goffmancı total kurumlarda sessizce onaylanmış kolektif “mola”nın adı olarak nefeslenme, biraz da buraya ilişiyor demektir. Ne ki hekim, “bilirbilmez” (Flaubert) jestlerle evrensel bir yasağı seslendirdiğinde, Günce’sinin bir yerinde, 1953 yılının Eylül ayında, Ataç’ın hekimlere sataşması da haklılık kesbedecektir:
Hekimleri dinlemeyiniz demiyorum, ben de dinlerim onların söylediklerini. Her dediklerini değil, ama çoğunu tutarım öğütlerinin. Hepsi de önce tütünü yasak ederler. Kendileri içmiyorlarmış gibi! Tütünün dokunduğuna gerçekten inansalar, kendileri içmezlerdi. Hayır. Kendileri içecek, karşılarındakilere yasak edecekler... Sadece emir vermek zevki![6]
***
Bu tenkit, tevekkeli değildir. Hekim, tam da somatik gövdesinden yola çıkarak terapötik uzamın etselliğini inşa eder. İnşa etmelidir, demek gerekiyor. Bu gerekliliği teneffüs edebileceğimiz Georges Canguilhem’in yaşam bilgisi (la connaissance de la vie) kavramsallaştırması, hekimlik pratiğinde insanın, kültürel aktiviteleri ile biyolojik-organizmatik varlığının ontolojik hercümercini ifade etmez mi tam da? Biyolojik disiplinleri sadece “bir öznenin deneyimini erteleyerek” uygulanabilir bir şey olarak kavrayarak onu imtiyazlı kılan kavrayışları duruşmaya çıkarmaz mı? Ustalıkla, “biyoloji yapmak için [...] bazen kendimizi canavarlar gibi hissetmemiz gerektiğini” açıklıkla serimlemez mi o? Öyleyse bilme pratikleri, organizmanın varlığına içkindir. Diyebiliriz ki Canguilhem’in biyolojik bilimler hakkında yaptığı muhasebe, canlı varlığın “bilgi etkinliği” olarak nitelendirildiğini gösterir bize. Biyoloğun yaşamı araştırma ediminde tezahür eden şey, “yaşayan/canlı varlığın doğası”dır. Bir diğer deyişle biyolog, tam olarak bilgi imal etme görevini sürdürürken bir canlı varlıktır ve buna bağlı olarak, bilimsel araştırma, biyoloğun veya hekimin yaşayan varlığının oluşturduğu biyolojik bir aktivitedir.[7] Ötesi de şudur. Hatırı sayılır derecede “yüklü”dür tütün meselesi, eleştirel nosyonu kuşanan her hekim bu gerçeği ayırt etmeli: Ayıplanan bir şey olarak göçmenlerle ilişkilendirilmekten kurbanlaştırmaya, milliyetçilik sembolü olarak parıldatılmasından ekonomik vazgeçilmezliğine, anti-komünizm sularından kanser tartışmalarına, “Amerikan rüyâsı” tılsımından erkekliğe, dış politikadan Kulturkampf’a… “Risk tıbbı”nı saymıyorum bile: Joe Jackson’ın kimi içgörüleri dikkate alınmalı. Haklı bulunmasa bile hak verilmeli.[8] Şu güzergâhta ısrar etmeli: Her yıl özellikle 9 Şubat’ta belli mecralarda enflasyona varan “pişmanlık” ve bırakma öyküleri ile motivasyon konuşmalarından tutalım da, Thank You for Smoking (2005) filmindeki Nick Naylor karakterinin çağrıştırdığı muhtelif lobicilik faaliyeti öyküleri ve kartelleşme dinamiği üzerinden güdülenen komplo teorisyenliği temrinlerine, sigara içerken görüntü vermesinin “kötü örnek” olduğunu alışkanlıkla dillendiren İsmail Cem gibi popüler sosyal sorumluluk tavırlarına varıncaya dek, bir dizi örüntü ve malzemedense, Joe Jackson gibi isimlerin içli vuruşlarına zar atılmalı: “Hazzın insan hayatı için aslî ve korkudan çok daha sağlıklı bir unsur olduğunu anlamak neden bu kadar zor?” Yeryüzünün görüp görebileceği en kayda değer bağımlılık ajanından söz edildiği de ıskalanmamalı: Legal oluşu, görece uygun maliyeti, cemaate içkin psişik kudreti, sımsıkı tutunduğu moleküler ağı… Denebilir ki Amerikan yerlilerinin tarihsel rövanşı (Montezuma’nın intikamı) olarak tütüne dair her biyomedikal muhasebe, asgari radikal-politik rezervin taşıyıcısı olan her hekimin yakasından çekiştirir. İronikçe söylenirse: Unutmayalım ki akciğer cerrahisi kararmış, sert ve tanecikli akciğer dokusunun panayıra dönüştürüldüğü plastinasyon sergileri aracılığıyla değil, tam da sigara sayesinde geliştirilmiştir. Nitekim ilk başarılı pnömektomiyi uygulayan operatör Evarts A. Graham da sigara tiryakisiydi ve akciğer kanserine yenik düşecekti.[9] Dahası da şudur: Folklorik “zehir zıkkım”dan pulmoner amfizem ve kronik bronşite, koroner arter hastalığından enfarktüse, inmeden kanserlere… Zararlı ve zehirli olduğu zaten bilinen bir kimyasal ajanın, bu kez pasif içicilik veya “edilgen maruziyet” üzerinden yanında içilen özneye de birtakım partiküllerle zarar verdiği varsayımının popülerlik kazanması zemininde temellenen gürültülü protestolar, dışsallıklar ve başkalık üzerinden yükselen modern antropolojinin prototipidir bir bakıma; onun neoliberal suretlerde yeniden üretilmesidir. Bu açıdan Türkiye’de 2007-2009 arasında peyderpey genişletilen yasa çerçevesinde patlak veren “kapalı mekân yasağı” ve “duman/gaz odası” tartışmalarının özünü oluşturan unsur, Birleşik Devletler’den devralınan bir mevzilenmedir esasında. Fazlası şudur: Bizde rejim, tütünle mücadeleyi savaş metaforlarını yedekleyerek “terör”le mücadeleye eklemlemekten geri durmaz elbette.
Vites atalım: Ana-akım tıbbî disiplinin rasyonel-fizikalist çekirdeği aşındırılmalı ve bu, “bağımlı” irrasyonel özneyi yahut öznellik repertuarına kayıtlı muhtelif irrasyonel, limbik ve karşı-kültürel vasıfları da, örnekse haz ilkesinin boyunduruğunu da denkleme dahil edecek şekilde esnetilmeli... İşte, düşünmeye davet açısından sarsıcı olabilecek bir anekdot: Anımsanırsa Michel Foucault da, AIDS’e bağlı nörolojik komplikasyonlar nedeniyle yaşamını yitirmişti. Arkadaşı Edmund White, 1981 yılında Foucault’yu HIV/AIDS konusunda uyarmıştı. Aldığı yanıt ise, White’ın naklettiğine göre şu olmuştu: “Ah, aman ne güzel, Edmund: Siz Amerikan püritenleri, her zaman hastalık icat ediyorsunuz. Siyahları, uyuşturucu kullananları ve de eşcinselleri tefrik etmeye, seçerek ayırmaya yarıyor bu; ne kadar mükemmel!”[10] İlave edelim ki, Hervé Guibert’in, AIDS’in neden olduğu psişik ve somatik acının açık bir tasvirini sunduğu Hayatımı Kurtarmayan Arkadaşa (À l’ami qui ne m’a pas sauvé la vie, 1990) başlıklı kurgusal kitabında, kitabın esas kahramanının sözünü ettiği “Muzil” ismiyle temsil edilen kişi M. Foucault’dur. Orada, dolaylı olarak, ilk defa AIDS’ten bahsedildiğini duyan Foucault’nun nasıl da kahkaha attığına yer verilir: “Yalnızca eşcinselleri etkileyen bir kanser, gerçek olmak için fazla güzel olurdu bu, ölesiye gülünecek bir şey.”
***
Tanpınar da, “zamanın yükü altında hafif kamburlaşmış bedeni ve dudaklarından hiç eksik etmediği o meşhur sigarası” ile betimlenir. Amfizem olmuştur. Cerrahpaşa’da tedavi görmüş, fakat hastalık sinsice ilerlemiştir. 31 Mart 1959’da Hasan Âli Yücel’e yazdığı mektupta, “cigarasız” yaşamanın güçlüğünden, “belki iki milyonuncu defadır” yinelenen terk etme girişiminden, içmeyeli “tam yirmi üç gün” olduğundan bahseder[11] ve duyumunu derinleştirir:
[H]ep bir perdenin çok ince, şeffaf fakat aşılması güç bir şeyin arasında yaşıyorum. Eşyayla, dostlarımla, kendi düşüncemle aramda bu acayip, yokluğu ile mevcut engel var. Bakalım ne kadar sabredeceğim, can korkusu meğerse neymiş! Hastanede hep karşımdaki denizi, adaları seyrederken bütün manzarayı büyük ve marifetli bir tiryakinin eseri gibi tahayyül ederdim; bulutla güneşin kendisi, mavi gökyüzü hepsi bana gümüş savatlı bir tabaka, yasemin çubuk ve tabaka tabaka dumanı yığılan bir cigara gibi gelirdi. Fakat bu kadar çok sevdiğimiz ve muhtaç olduğumuz şeyi neden bu kadar kötü kullandık. […] Halbuki günde on, on iki cigara ile mesut olma imkânı vardı. Keratanın yokluğu da güzel. Âli, tadı dudaklarımı ve dilimi ısırıyor. Kokusu burnumu, yüzümü, gözlerimin içini ısırıyor.
İki dizelik şiir kupüründe “Eskiden birinci işimdi sigara içmek / Şimdiyse içmemek birinci işim,” diye sayıklayan Cemal Süreya gibi tıpkı.[12]
***
Breakfast at Tiffany’s filmindeki (1961) Audrey Hepburn, ışıldayan saçları arkaya taranmış, şık bir siyah elbise giyen bir “bohem kadın” ikonası inşa etmişti ve bunu biraz da, zarif sigara ağızlığına borçluydu. Capote’un özgün metnine müracaatla, onun “Picayunes adlı pek bilinmeyen bir sigara” içtiğini öğreniriz. Güçlü bir tiryakidir. O kadar ki bir yerde, bir adamı ne kadar çok sevdiğinin kıstası olup çıkar, “sigara içme dese bırak[acak]” olması. Bir başkasında, sevgilisinden sigara yakmasını ister. Oradaki birinin hamle yapacak olması üzerine çıkışır: “Sen değil. […] Sen öyle aptalsın ki! Sigarayı zenciler gibi dudaklarına yapıştırıp emiyorsun.”[13]
Benzer bir seksapel, Alman oyuncu ve şarkıcı Marlene Dietrich için de geçerli değil midir? Anlatılır: Lili Marleen gibi popüler şarkılarıyla ama en çok da, uzun bacakları ve elinde sigarasıyla, tutkulu bakışlar fırlattığı fotoğraflarla, II. Büyük Savaş’ta cephedeki askerlerin içine ılık sıvılar zerk etmişti. O sigaralar zamanla güzel, uzun bacaklarının atardamarlarını tıkamış ve Dietrich bir kalp-damar cerrahı tarafından ameliyat edilmişti.
Tanpınar, aynı yerde, bir boşluğu betimleyerek sürdürür:
Hiçbir Hint veya Japon orospusu hatırımda bu kadar canlı yaşamaz. Hiçbir zaman ve hiçbir şeyde kendimi bu kadar dul, bu kadar eşinden ayrılmış hissetmedim.
Sigara, kurlaşma pratiğinin ve “şuh” ethosunun bir parçasıdır (ki acilen cinsiyetsizleştirmekte fayda var). Jenerik ifadesini ise bir Anglosakson neolojisinde, yani “smirting” ediminde bulur. Sinema verimlerinde bir anti-kahraman jesti olarak sigara içme de aynı yere ilişir: “Kadın düşkünü”, müptelâ kahramanın sarmalandığı kötü alışkanlık kurgusu, içki âlemleri, haz dünyası ve yasağın cazibesiyle kol kola gider. Romans rapsodisidir bir bakıma. Aktör ve aktrisler, objektiflere bilhassa sigaralı frapan pozlar verir. İzleyicinin nikotinik iştahını kabartan, Mad Men (2007-2015) dizisinde Jon Hamm’in canlandırdığı Don Draper karakterinin şunca müşevvik tüttürmesi oradadır.[14] O halde kösnül kafileye erkekler de eklenmeli kuşkusuz: Yves Montand, James Dean, Mickey Rourke, Jack Nicholson…
Hep öyledir. Now, Voyager (Irving Rapper, 1942) geliyor aklıma: Evli bir adamla aşk yaşayan kadının, aşklarını çoğu kere perdeye yansımayan ama cinselliği resmeden hayli ekspresyonist sigara içimi eşliğinde duyumsayışları. Adalet Ağaoğlu’nun o bambaşka erotizması ile Ruh Üşümesi’nde (1991), keza:
Genç kadınsa, o kadar çok sevişmeden söz açtıktan sonra erkeğini istiyor hâle geldiğini gizlemek durumunda. Nasıl mı? Hemen bir sigara yakmış, dili, hiç istemediği hâlde, sigaranın kaygan filtre ucunda ıslak ıslak dönmeye başlamış; utanıp hemen önündeki tablaya bastırmış sigarasını.[15]
Bastırıyor ve akabinde Cemal Süreya’nın “Üzerinden Sevişmek”i çınlıyor.[16] O arada şu da çağrışıyor, nasıl çağrışmasın: Simone de Beauvoir ile Nelson Algren arasındaki mektuplaşmalarda, ara ara, birbirlerine kitap ve sigara gönderme motifinin dolaştığı yer etmiş aklımda. Sartre’ın da, hatta, artık Fransız sigarası içemediğini, gönderdiklerinden ötürü bir yerde Algren’e müteşekkir olduğunu anımsıyorum. İkram ve jest. Cinsellik ve ölüm. Ki, Akhisârî’nin (veya ulemâdan başkalarının) tütün karşıtı Arapça risalesinde[17] açığa vurduğu tedirginlikler tam da bu tehlikeli aralıklara, bu “muzır” izdüşüm havzasına oturmaz mı? Diyemez miyiz ki tütün, “keş”liğe gönderme yapmasıyla, egemenin manzumesinde “toplumsal cerahat”tır bir yanıyla. Tütün ürünlerine karşı dünya genelindeki ilk kampanyayı Naziler başlatmamış mıydı? Dumanın helezonik yayılımı, birer fiziksel zindelik endişesi olarak olimpik halkalara dönüşmez mi o dağarda? Yeşilay ideolojisi ile bıçkın sağcılığın kesişimleri, mukaddesatçılık ile ahlâkçı püritenizmin akrabalığından farklı sayılmaz. Alerji objesi müskirat ve mükeyyifattır. Haksız da sayılmaz diğer yandan, o ki eşlikçiler oradadır: İşret meclisi peyzajının muhabbet kompozisyonu incesaz, peymâne ve rakı buğusu dışında, biraz da sigara dumanına bağlı değil midir? Tercihan, Tanju Okan veya Asu Maralman eşliğinde? Neyse.
***
Evladiyelik kibriti ve elli yıllık kurşunkalemi ile bildiğimiz tek gözlü Anadolu tanrısı Yaşar Kemal’in, Denizler Kurudu’sundaki bir röportajında, Şükrü Ağa isimli birinin, gecekondusunu yıkanlara bizzat sigara ikram ettiğini hatırlıyorum. İmasız ve tarizsiz, salt ikram amaçlıydı hatta. Vurucuydu. “Bozkırın tezenesi”nin müellifinden şuraya sekmek olasıdır: Kendisinin de alkol ve sigara kullanımına bağlı olarak 1978’de parmak felci geçirdiği söylenen Neşet Ertaş, 2009 yılında, bir televizyon programının canlı yayınında “zengin-fukara” ayrımı üzerinden, tam da Erdoğan’ın karşısında “garibanın cuvarası” adına söz almıştı. Yine şimdilerde, olanca sempatisiyle ve sipsivri içten çıkışlarıyla, belki o çok özlediğimiz sol popülizmi ile Azadî Kaya, geçenlerde rastladığım bir videosunda, hemen yanında dikelmekte olan bir yurttaşı işaret ederek, “Adam tütün içiyor, kardeşim bu sigara nedir, hani bu sağlığa zararlıydı, o zaman kardeşim, işte sen de bana bir gelecek vaat et,” diye muktedire, markalaşmış deyimiyle “hard kapitalizm” şürekâsına çıkışıyordu… Sağlığa zararlı olan bir tüketim unsurunu, “daha az rezil olma”, “daha az kötülüklere tanık olma” kipi üzerinden sahiplenen “Nerede durak, orada bırak” mottosu, garip gurebanın diline pelesenktir daima. Yakışmaz mı: “Pis koku, sararmış dişler, canlılığını yitirmiş buruşuk cilt, avam, varoş, ikinci sınıf” şeklinde giden silsiledeki sinik saldırıya başkaldırı: Meşrebine göre derbeder, müptezel, paçoz, bohem… “Fosur fosur”a karşı “pofur pofur” gibi. Korkarım kıymetli Ulus Baker’i ağırlamanın sırasıdır: Pejmürde bohemliği, radikal çelebiliği, kılık-kıyafet ve “hijyen” kayıtsızlığı, sökük hırkasından tutalım da kırık gözlüğüne, çolak kolundan çürük dişine varıncaya dek, hatta pantolonu ve ipten kemeri ile vodkası ve emzirir gibi tükettiği Samsun 216’sına kadar.
Nasıl ıska geçerim, halihazırda memleketimiz Adıyaman’da ikamet eden babamın, 1990’lardan beri öncü yayın kadrosunda yer aldığı taşra gazetesi sayfalarında, “tütün kolcuları”na lanet okuduğu titrek satırları: Şehrin ekonomisinin can damarı olarak tütün piyasası, mâaile çalışılan tarlalar, Tekel İdaresi, eksperler, Alevi köylüler, tabakalar, kâğıtlar, “kaçak” olma hali, baskınlar ve cezaî müeyyideler… İçin için Bekir Yıldız’ın 1970’lerdeki verimlerini üşüştüren değinilerdi onlar.
Tütün bir yandan (tıpkı pamuk gibi) çoktan metalaştırılmış bir satış mahsulü (cash-crop) iken, sigara endüstrisinin ve lobicilik faaliyetinin de zorunlu bir parçasına dönüşür. Yoksullukla irtibatında ise, daima bir girdi kalemi olarak tedavüldedir. Çetin Altan, zam yapması talebinde bulunduğu pinti gazete patronunu yazmamış mıydı:
- Sen sigara içiyor musun?
- İçiyorum.
- Kaç paket içiyorsun günde?
- İki...
- Hım... Paketi kırk kuruştan günde seksen kuruş. Ayda yirmi dört lira. Hemen kes sigarayı. Ayda yirmi dört lira zam işte sana...
- Olur mu efendim?
- Olur ya... Neden olmasın, hem sağlığını kazanmış olursun, hem de para...[18]
[1] Gezinirken, oldukça leziz bir akademik çalışmaya rastladım, yeri gelmişken zikredeyim: B. Gürsel, ‘‘Kararı Kendiniz Verin!’ – Erken Yirminci Yüzyıl Amerikan Tütün Reklamcılığında Doğulu Kadının ve Erkeğin Tasviri’, Kebikeç, 48. sayı, 2019, s. 321-336.
[2] Bu Kalem Bukalemun, İstanbul: YKY, 1997, s. 155-156.
[3] “Birden anımsıyorum: İlk sigaramı dokuz yaşındayken, evin arka balkonunda yakışımı – belleğimde kaybolmamış bir sahne.” Söz konusu sahneden başlayarak Batur’un işlediği en bol malzeme, öyle zannediyorum ki Mürekkep Zaman’dadır (İstanbul: Kırmızı Kedi, 2014, s. 72-125).
[4] Fetret Notları: Çengelli İğneyle İliştirilmiş İçbükeyler, İstanbul: Kırmızı Kedi, 2017, s. 229-230.
[5] Bir Köy Doktorundan Öyküler, çev. H. Erdemol, İstanbul: Notos Kitap, 2011, s. 59. Tercümeyle oynadım (Ö. B. Demir).
[6] N. Ataç, Günce (I), İstanbul: Can, 1998, s. 103.
[7] Bkz. Biyopolitika ve Queer: AIDS Krizi, Bağışıklık ve Ötesi, Ankara: Nika, 2019, s. 643-644.
[8] “Sevgili Tiryaki”, çev. E. Zat, Express, 96. sayı, Temmuz 2009. Yine şurada: Bir + Bir (birartibir.org), 31 Mayıs 2019.
[9] Bakılabilir: Arnold van de Laar, Bıçak Altında: 28 Ameliyatta Cerrahi Tarihi, çev. E. Gürer, İstanbul: Koç Üniversitesi, 2016, s. 203-211.
[10] “Edmund White recalls a night at the opera with Michel Foucault in 1981”, The Telegraph (telegraph.co.uk), 28 Şubat 2014.
[11] E. Işın, A’dan Z’ye Ahmet Hamdi Tanpınar, İstanbul: Kitap-lık/YKY, 2003, s. 44-45.
[12] Sevda Sözleri, İstanbul: YKY, 2013, s. 213.
[13] T. Capote, Tiffany’de Kahvaltı, çev. M. Alakuş, İstanbul: Sel, 2014, s. 20, 41 ve 95.
[14] Murathan Mungan, beyaz ekranda veya Hollywood’da sigaranın mozaiklenmesi üzerinden, bir dönem Stanislavski ile de çalışmış olan Stella Adler’ın sözünü ettiği “sigara oyunculuğu”ndan söz açıyordu: “Sahne üzerinde başı sıkıştı mı, elini kolunu koyacak yer bulamadı mı, hemen bir sigara yakmaya başvuran; yaratıcılıktan yoksun, hayal gücü kıt, malzemesi sınırlı oyuncular”dan yola çıkarak türetilmiş bir kavramsallaştırma. – 189 Sayfa, İstanbul: Metis, 2014, s. 116-118.
[15] Ruh Üşümesi: Oda Romanı, İstanbul: YKY, 2001, s. 42.
[16] Sevda Sözleri, 2013, s. 151.
[17] Tütün İçmek Haram mıdır?, çev. A. Anadol ve M. Yavuz, İstanbul: Kitap Yayınevi, 2015.
[18] Bir Yumak İnsan, İstanbul: İnkılâp, 1998, s. 52-57, s. 53.