Sigaranın Edebiyatı, Edebiyatın Sigarası: Başlangıç Notları (II)

Anlatılacak bir şey, sigara içilirken daha iyi anlatılacağı için bir sigara sarıp yakıyor. Cebi tütün deposu sanki.

Kafka, 11 Eylül 1911.[1]

 

Türkçede içki de içilir, tütün de. Almanca (rauchen) veya İngilizce (smoke) gibi değildir; hoş, bu dillerde de 17. yüzyıla tarihlenir bu ayrımlama.[2] Tüttürmek ve tellendirmek bâki elbette. Bu tür inceliklere, konuyla ilişkili yüklem çeşitliliğine bakılırsa, Tomris Uyar enikonu mesai hasretmişe benziyor. Bir de şu titizliğinden ötürü:

“Gülmece” nasıl “mizah”ı karşılamıyorsa, “bağımlılık” da “tiryakilik”i karşılamıyor. Her iki durumda da kavramların özel ayrımcılıkları siliniyor. Sözgelimi karşısına çıkan her komiğin sululuklarına gülmeyi görev bilen ya da duyduğu her sıradan laz fıkrasına kahkahalar atan bir gülmece-bağımlısının, mizah tiryakiliğiyle ne ilgisi var?[3]

Gerçekten de, bir içki ve sigara tiryakisi olduğunu söylemekten geri durmaz Tomris Uyar, göğsünü gere gere. Harlı tutkusuyla, “ilk tiryakiliği[nin] aşk uğruna başladığı”nı söyleyen Pınar Kür’le[4] yan yanadır. Orada Uyar, nasıl başladığını da kaydeder, hangi markadan hoşlandığını da. Fiyatlarından dem vurmayı da ihmal etmez; tıpkı sigaraya harcanan parayla kitaba harcanan arasında bir kıyasa giden Orwell metni (1946) gibi:

Şimdiki fiyatlarla, tütün için harcadığım para kitaba harcadığımdan çok daha fazla. [...] Tabii, artık kitap fiyatları da dâhil bütün fiyatlar enflasyonla arttı; ancak okumanın maliyeti, kitapları ödünç almak yerine satın alsanız ve çok sayıda dergiye abone olsanız bile tütün ve içki içmenin toplam maliyetini aşmaz.[5]

Burada Orwell, “eğlencenin maliyeti” üzerine uzun uzadıya muhakeme yürütür. Alttan alta, kitapların fiyatı ile insanın onlardan elde ettiği değer arasında herhangi bir ilişki kurmanın mahcubiyetini taşıyor gibiyse de, sigara içmenin veya alkol almanın görece yoğun bir tonda “heyecan verici bir meşgâle” olduğunu da saklayamaz. Nitekim Uyar da, bağımlılıktan ziyade “bağımsız tiryakiliği” yeğler; bu tercihin referansını ise “keyif verici olmaklık” oluşturur. Ardında belli bir estetik kaygı da yatar, nasıl ki “konuk gittiği evde içkiye yakışan kadehin olmadığı durumlar dışında, çay bardağında rakı, viski bardağında konyak içmek” hoşuna gitmiyorsa. İhtar geçerek ekler: “Bütün bunları gençleri kötü alışkanlıklara sevk etmek için sayıp dökmüyorum.” Kent yaşamında “yıpratıcı, katı sağlık titizlenmeleri” dediği şeye isyan ederken, “bağımsız ve ölçülü tiryakilikler”den yana olduğunu açık eder: “Fatura nasıl olsa ödenecek sonunda, bari değsin.”

Değsin tabii: Arkadaşı Fliess, günde ortalama yirmi puro içen Freud için nikotin zehirlenmesi düşünmüş, sigarayı bırakmasını salık vermiştir. Nikotinin etkisiyle gelişen kronik miyokardit tanısı almıştır nitekim. Hususî hekimi Max Schur’a göre, kalp şikâyetlerini anlatan ilk mektubu, 17 Mayıs 1893 tarihini taşır. Freud, orada, Fliess’in sigarayı kesme önerisini “acılı” bulmuş ve onun “nikotin yasağına uymayacağına” dair sert bir yanıt kaleme almıştır. Nihaî tavrını ise, 17 Kasım 1893 tarihinde, yeniden, “Senin sigara yasağına uymuyorum; mutluluk içinde bir yıl yaşamak, sefalet içinde uzun yaşamaktan daha büyük mutluluk değil midir?” sorusu eşliğinde ortaya koyacaktır.[6] Aynı Freud’un purosu haklı olarak oral fiksasyon ile gündeme geldiğinde, analiz edilmeyi kesinkes geri çevirmesine ilişkin ünlü anekdotu hatırlayabiliriz: “Bazen bir sigara, gerçekten bir sigaradır.” René Magritte ile Marcel Duchamp üşüşüyor tabii: Bu bir pipodur, yahut değildir. Ne gam: Reseptörler oradadır. Oradadır ve yanıp sönmekte, çağıldamaktadır.

***

Nihayet, Tomris Uyar, geniş ufuklu bir perspektifi aralar:

Tiryakisi olduğunuz kentte her şeyi tüketmeye hazır tüketim-bağımlısı bir kalabalık çıkıyor karşınıza. Her türlü estetik kaygıyı “züppelik” ya da “biçimcilik” sayanlar. İçkiyi, dağıtmak ya da bıçağa sarılmak, sigarayı efkâr dağıtmak özrüyle içenler. Burada barışıklıktan söz etmenin sırası. Acaba aklımızla, mantığımızla sürekli denetim altında tutabildiğimizi sandığımız bedenimizle barışık mıyız? Dünyayla barışık olabilme yolunun bedenle barışıklıktan geçtiği kanısındayım.[7]

Barışık olmamak, şu hayreti haklı kılacaktır: Ekim 1978’de, bir başka günlüğünde, New York’tan bildirir: “Sigara içen birini öpmek, kül tablası yalamak gibidir” yazılıdır duvar ilanlarında.[8]

Barışık olmak ise, şöylesi bir menzile tekabül etmez mi: Gilles Deleuze, hastalığın veya kırılgan sağlığın, kişinin kudret eksikliğine (impuissance) gönderme yapan bir şey olduğu için oldukça karmaşık bir mefhum olduğunu söylüyordu. Düşünür, bu durumun ne amaçla kullanıldığını bilmenin bir sorumluluğu olduğunu, böylece onun aracılığıyla, küçük bir kudret kıvılcımının yeniden kazanılabileceğini savunuyordu bunu söylerken.[9] Hastalığın sadece bizzat yaşam ilişkin olarak değil, yaşama dair “hissiyat” tedarik edecek bir şey için kullanılması gerektiğinden emindir o. Bu anlamda hastalık bir hasım değildir, ölüm hissini veren bir şey de değildir; fakat daha ziyade, “Ben hâlâ yaşamak istiyorum, ve bir kez şifa bulduğumda, yaşamaya başlayacağım,” anlamında olmasa bile, yaşama dair kuvvetli bir hissiyat duyumsatır. Bu bağlamda filozof, insanların “ehl-i keyf” veya “güzel hayat süren” (bon vivant) dediği şeyler kadar itici bir şey bilmiyordur. Aksine ona göre, bu yakıştırmayla anılan kişiler enikonu sağlık zafiyeti içinde olan kişilerdir. O halde Deleuze için mesele açıktır: Hastalık, bir tür yaşam görüşünü veya yaşam(a) duyumunu keskinleştirir. Onun yaşam görüşü ile kastettiği ise, “yaşamı görmek” karşılığındadır; yaşamı keskinleştiren, yaşama bir görüş ufku temin eden şeyleri görebilmek, kısacası hastalığı bütün olanaklı güzellikleri ve olanca kudretiyle görebilmektir bu. Hastalıktan bir fayda devşirebilmek, aslında, kişinin sıradan yaşamında bağışık olamayacağı şeylerden kurtulabilmesiyle mümkündür. Deleuze’ün bu kavrayışının tıpkısı, E. M. Cioran’ın 1937’de kaleme aldığı şu satırlarda yankılanır:

Hasta olma hâli organik aksin krizidir. Dokular kendilerinin farkına varır, her bir organ bilinç kazanır ve bedenin geri kalanından ayrılır. Sadece hastalık zamanlarında kendi üzerimizdeki hâkimiyetimizin ne denli az olduğunu fark ederiz. Hastalık, uzuvlarımızı bağımsız kılar ve sonuna kadar onların kölesi hâline geliriz. Hastalık bilinçliliğin organik hâli[nin] ve ruhun bedende kaybolmasıdır.[10]

***

Tomris Uyar’ın edebî uğrağına dönelim: Richard Klein’dan Sigaranın Saltanatı diye bir kitap da aktarmıştı Türkçeye (İletişim, 1995). Orada sigara düşmanlığının bunca yaygınlaşmasının ardındaki saikleri irdeleyen yazar, “Şiir nasıl şairinin aynasıysa, sigara da içeninin aynasıdır, sözcüsüdür,” diye kaydediyordu, Mallarmé’nin sigaraya adanmış bir şiirinin imdadıyla. Nitekim Enis Batur da, tütünün, “uyarıcı niteliğini koruması[nın], gövdemizde bir narkotik denge oluşmasını” sağladığından söz ederken, şöyle yuvarlıyordu: “Bu, mahmurluğu, şapşallaşmayı, gereksiz heyecanı önler; yaratıcı gücümüze kıvam getirir.”[11] Bir alt-kültürün varlığından da söz edilemez mi: Cemal Süreya’nın “İçkiye gelince, sigaraya ve içkiye çok geç başladım, 33 yaşında. İkisine birden başladım. Arkadaşlar alay ediyorlardı,” cümlesini sarf ettiği Ali Koçman, onu şöyle yanıtlamıştı hani: “Yani hem şairsin, hem de içki içmiyorsun diye.”[12] “Bitkin akşamlar nikotin”dir Necatigil’de de (Hüthüt, 1975). Sanki en çok ona yakışır, şayet “ince dudaklarından eksilmez sigarasıyla” Reşat Nuri değilse. Öyle ki, Necatigil’in sigaraya bağlı ölümü, Salâh Birsel’i de bıraktırmaya sevk edecektir. Gelgelelim Attilâ İlhan, edebiyatçının çelik iradesini gıcırdatarak alkol ve sigarayı bir şair için “zaaf” saymıştır.

1980’de bırakır Birsel, 1989’da ise şunları nakleder günlüğüne:

Cigaraya “İyi geceler” demeseydim altmış birime zor girerdim. Çünkü günde dört Birinci’ye bana mısın demiyordum. Behçet Necatigil de benim gibiydi. O da cigarayı cigaraya eklerdi. Benim cigarayı bırakmamdan beş gün sonra da, daha altmış birindeyken, yaşanılan zamanın ötesini yaşamaya gitti. Daha önce de bir süre hastanede yattı. Doğrusu, benim cigarayı bırakmayı akıl etmem onun hastaneye düşmesinden sonra olmuştur. Korku sorunu.

Cigara, ne kakule heriftir. İçeceksin, içeceksin. Dur durak dinlemeden. Soluklanmadan.[13]

Bırakır, yetmez; ara ara nükseden o “karşı konulmaz istekler” peşindedir. 1993’te şöyle devam eder:

Şimdiye dek hiç cigara düşmedi akıl tasıma. 13 yıl ona hep gereksiz bir nesne, tavı kalmamış, culuzu düşmüş bir boğaz ığrığı gözüyle baktım. Ne ki, yılbaşından beri zaman zaman, özellikle de yemeklerden sora onu arıyorum. Yine de canım başıma sıçramıyor. Eskiden olsaydı, sabahları aç karnına dört Birinci çekmeden kendime gelemezdim. Belli bir zehiri, belli bir nikotini kanıma karıştırmadan kafam işlemezdi. Evet şimdilerde sadece bir cigara diyorum. Ama yine de yanımda cigara içilmesine evetlik gösteremiyorum. Tiryakilerin yanından fellek fellek kaçıyorum. Eve gelen cigaracıları şıpınişi sepetlemeye bakıyorum.[14]

***

Sigara düşmanlığı, dendi az evvel. Murat Belge, “sigaraya serenad” yapmıştı.[15] Ateşli bir savunucuydu; o kadar ki savunusunu endüstriyel kapitalizm çağında aydın problemini eşelemeye kadar vardıracaktı. Tutkusu ise “sigara değil, Gitanes”tir. Şu saptaması yerindedir:

“Olağanüstü bir nötralitesi var sigaranın: Tüketenin her türlü özelliğine izin veren ve uyum gösteren bir bükülgenliği var. Kil gibi, istediğiniz an, istediğiniz biçimi verebilirsiniz ona. Bu nedenle kızınca da, gevşeyince de, üzülünce de, sevinince de elimiz sigara paketine gider.”

Neden sonra babamın girişte söylediğim illetine benzer bir talihsizlik, onun da yakasına yapışmış, yazısından beş yıl sonra, anımsayabildiğim kadarıyla larinks (gırtlak) kanseri teşhisi almış, bu kez “serenada epilog”u kaleme almıştı. Hatta, ölümünün ardından (Dr. Mehmet Ömür’le birlikte müdavi hekimi olan) Dr. Orhan Ulutin’i andığını da hatırlıyorum, Taraf’taki köşesinde. Ne olursa olsun, sonradan izini sürdüğüm serenadlar ve polemikler gırla gidiyordu. O aralar Brochier’nin “Sigara İçiyorum, Ne Olmuş Yani?”si aktarılmıştı Türkçeye (AFA, 1993). Fol dergisi, Belge’nin söz konusu yazısıyla birlikte başka değiniler de içeren ilk sayısında (Mayıs 1995) bu meseleyi dosyalaştırmıştı. Doğan Hızlan da, “Sigara içenlerin azınlık haklarını savunmak bana düştü. [...] İçmeyenlerin içenlere zulüm yapmalarını bir türlü anlamıyorum,” diye yazmıştı.[16] Murat Belge’den çağrışıyor: Mîna Urgan’ın kapak fotoğrafında tellendirerek okurunu dingince süzdüğü kitabında aktardığı anılarında, kâh uçakla Atlantik’i geçtiği sırada, kâh belli protokol adabı gerektiren uzamlarda icra ettiği bütün o “yaramazlık” anıları toplumsal bir isyana, hak arayışına iliklenmiyor muydu: “Bir rezalet yaparak, sigara yasağını gene deldim.”[17]

***

Sonsuzca erteleme, mazeretlerin sonsuzluğundan ileri gelir bir bakıma. Bırakmak istedikçe kovalanmanın, kaçtıkça topuklarından ezilmenin zeminidir. Zeno’nun Bilinci (1923) bunu pek güzel yakalamaz mı? Ki, Enis Batur da selamlayacaktır onu, otobiyografik rûşeymler barındıran bir metninde:

Sigaranın tutsağı olmaktan kurtulamadım bunca yıldır. Önceki kış, sigara yasağı yaygınlaştığı sırada hemşeriniz Svevo’ya yeniden uğramış, tütün bağımlılığını dile getirdiği sayfalarına dönerek onu selâmlamıştım.[18]

Slavoj Žižek de, yine Ljubljana ekolünden gelen Zupančič’in mezkûr Svevo romanı üzerine yaptığı parlak bir yorumdan esinlenir ve sigara içme saplantısı üzerinden “sahte seçim özgürlüğü” motifini örnekler. Öznenin tabi olduğu bir buyruk, sistematik bir matris çerçevesinde hükmünü icra etmektedir:

[D]ilediğim an sigarayı bırakabileceğime dair farkındalığım, sigarayı asla bırakmamamı garantiler – gerçek değişimi engelleyen, sigarayı bırakma olasılığıdır; vicdan azabı duymadan, kesintisizce sigara içmeyi kabullenmemi sağlar. Dolayısıyla sigara içmenin sonu, bizzat sürdürülmesinin kaynağı olarak daima mevcuttur. […] Sigara içmeye karar verir ve bunun hayatımın son sigarası olduğunu duyururum, böylece onu son sigaram olduğu farkındalığıyla gelen özel bir artı-keyifle içerim… Ve bunu tekrar tekrar yapar, son sigarayı, yani sonu sonsuzca yinelerim.[19]

Hilmi Yavuz da, ta 1980’de bıraktığı sigarasının açtığı krateri, “içer gibi” yaparak ikâme etmiştir –veya edebilmiş midir? Dudağında -henüz- tutuşmamış bir sigara asılıdır sürekli: Sonsuzca ertelemenin, dipsiz müzakerenin Faustvâri fiziği. Budalalığın Keşfi (2002/2012) kitabında yer alan “Enfiye Üzerine” başlıklı denemesinde “Sigara bırakılabilir, ama asıl sorun, onun yerine neyin konulacağı[dır]” diye düşünüyordu, sesli.

Ülkü Tamer’in “Sigaranın bir büyüsü var ki içiyorum ama o büyünün ne olduğunu bilemiyorum,” diye bocalayarak yakınlaştığı söz konusu krateri en iyi tasvir edenlerden biri, kuşkusuz Orhan Pamuk’tur. Öküz dergisine yazdığı bir fragmanda (1996) yapar dökümünü.[20] Kimyasal bir çekimin kuvvetiyle yalpalamaktan ziyade, varoluşsal bir boşlukta salınmakta gibidir, müzmin bir çekişmenin (agony) muharebe sahnesidir geriye kalan… Yoksunluğun sersemliğinden öte bir duygudurum halidir bu:

Bu eski kimliği hatırladığımda sorun, bir an önce sigara içmek değil. […] Çok sevgili bir arkadaşı, bir yüzü özler gibi, eski halimi özlüyorum, eski kişiliğime dönmek istiyorum. Sanki bana istemediğim elbiseleri zorla giydirmişler, zorla başka bir adam yapmışlar beni. Sigara içersem eski kimliğimin ve gecelerin şiddetine geri döneceğim. […] Eski kimliğime geri dönmek isterken o zamanlar ölümsüz olduğumu da hayal meyal hatırlıyorum. O zamanlar, zaman da akmazdı: Sigara içtiğim zaman, o kadar mutlu olurdum ki bazen, ya da mutsuzluğum o kadar kesif olurdu ki, her şey hep aynı kalacak sanırdım.

Görünüşe bakılırsa sahiden de obur, oburluğuyla saygıdeğer bir tiryakidir Pamuk. Söyleşisinden aktarımla:

Günde iki paket sigara içiyordum. Tutkulu bir şekilde içiyordum. 1986’ydı galiba. Bir sebepten dolayı o sıralarda birkaç kez Aziz Nesin’le karşılaştık. O benim ne kadar çok içtiğimi biliyordu. Beni seviyordu da. Kendisi de bırakmıştı o sırada. “Ben bıraktım, çünkü biraz içemiyorum, tamamen teslim oluyorum,” dedi. O sıralarda bırakmayı deniyordum, ama tamamen başarısız oluyordum, üç gün sonra ağlayarak içmeye başlıyordum. Üçüncü gün “bir tane içeyim bari” dedikten sonra 35 tane içmeye gene başlıyordum. Bunu anlatıp günde altı tane içen insanlara çok gıpta ettiğimi, onlar gibi olmak istediğimi söyledim. Aziz Nesin bana “Bırakın Orhan Bey, onlar tutkusuz insanlar,” dedi. [...] Sigara güzel bir alışkanlık ama bence. Depremde ölürsem, son saniyede düşüneceğim şey, “bari şu sigaraları içseydim” olacak. Çok bozulacağım bırakmış olduğuma.[21]

“Deprem”den kazaya: Ne ilginçtir ki, 1948’de Norveç’te düşen bir uçakta, sigara içilmeyen bölümde oturan tüm yolcular yaşamını yitirirken, sigara tiryakisi olan Bertrand Russell kurtulacaktır. Demişken, o şoke edici detayı, uyuyakaldığı yatağında sigarası yüzünden kazara yanarak ölen Ingeborg Bachmann’ı da anmalı.

***

Adalet Ağaoğlu’nun -bu kez- günlüklerine sokulduğumuzda ise, sigaranın tedirginlik edici boyutları çarpar yüzümüze. Daha ziyade geçerken uğruyor gibidir. O her zamanki tarzıyla kendisiyle söyleşirken, Damla Damla Günler’inde, pasif birer figüran olarak şavkır. Nesne olarak yerini alır, dosdoğru açımlanmaz. Küller, tablalar, yanıklar eşliğinde ve en önemlisi de, bitmek bilmeyen bırakma çabasıyla gündeme gelir. İçten içe lümpence bir şey gibidir bu onun için. Tiryakilik analojisine bir malzeme oluşturmasıyla yetinilir. 1985 yılının Nisan ayında şu satırlara tesadüf ederiz:

Elimden düşmeyen sigarayı bırakma kararındaydım; dünü tek sigarayla atlattım; bugün püfür püfür; eski hamam eski tas. “Öteki ben”, Fatma İnayet: Çünkü sigarayı bırakma kararın sahici bir karar değildi!!![22]

Anlaşılır şekilde, iyi ve sağlıklı yaşam imgesinin bir parçasıdır sigaradan kurtulabilmek. Besbelli ki Orhan Pamuk da sigarayı o nedenle bırakmıştır: “Sonra bir ölüm korkusuna kapıldım. Sigara içen o adam birdenbire ölebilirdi, gazeteler inandırıcı bir şekilde böyle diyordu.”[23] Söyleşisinde de açıkça ikrar eder hani: “Sigarayı tamamen ölümden korktuğum için bıraktım.”[24] Paralel şekilde Murat Belge de “Kanser olmasaydım belki de bırakmayacaktım. [...] Yaşamaktan yana karar verdiğinde sigarayı bırakıyorsun,” demişti.[25]

Tolstoy’un o kendine has teolojisi de, 19. yüzyılın son çeyreğinde büründüğü “tezli” yönelimler eşliğinde benzer bir sakınmacı surete bürünmüyor muydu? Buradan -elbette ki belli bir “tenzih” ayıklamasıyla- sürdürülebilirlik, ekolojik endişe ve ekoturizm, organik ve lokal gıda, New Age kültü, “doğallık” safsatası, holistik tıbbî ekoller ile giden LOHAS (Sağlık ile Sürdürülebilirliğin Yaşam Tarzları) meselesine, bunun sınıfsal içerimlerine (scruppie veya bo-bo gibi)[26] varılabilir pekâlâ.

***

Bir hekim veya sağlık emekçisi olarak, sigaranın faydalarına dair girişilecek her “realist” söylev, ta baştan, budalaca bir komediyle malûl olacaktır.[27] Olsa olsa Georges Perec’in gustosuna yaraşacak şekilde patafizik bir parodi çalıştırılabilir bu dağarda. Velev ki “Daha sağlıklı bir nefes için doktorunuz Camel sigarası öneriyor” reklamlarından başlayarak, halihazırda biyomedikal bilimlere ilişkin akademik çalışmaları yedekleyen veri havuzlarından başlıcası olan PubMed’de, bugüne bugün, sigaranın yararlarına ilişkin konvansiyonel etütlere rastlamak gayet olası olsun ve bu, tam da bilimsel küreden çıkan verimlerin, Althusser’in çabasına öykünen felsefî bir prizmadan, demarkasyon hudutlarından geçirilmesi gerektiğinin zorunlu birer göstergesi olsun… Terekemiz şudur: Haz ilkesi, bağımlılığın -hele ki neoliberal risk öznelliği ve ontolojik güvensizlik ahvâlinde- utanç verici olmayan bir içlemi, carî sağlık ideolojisinin (healthism) sultasından firar etmiş bir bedensel duyum, güçlü-zayıf ve bağımlı-bağımsız tasarımlarına dair atıfların gözden geçirildiği bir sıradanlık ve yaralanabilirlik ufku.[28] Sigara içen bir primatın kaydedildiği video, bu bakımdan hayli göstergeseldir. Hiç unutmuyorum, Cezayir’deki bir şantiyeye şef olarak çalışmaya giden bir mühendis arkadaşım, “maymunların çaldığı” sigara paketlerinden yakınıyordu, kikirdemiştik. Rıfat Ilgaz’ın Bacaksız’ının sigara kaçakçısı olarak portresini hatırlayıverdim şimdi.

Değil mi ki, sigara tutuştukça özne de tutuşmakta, hatta işlevsel manyetik rezonans görüntülemede (fMRI) bağımlılık merkezi nucleus accumbens sinyal vermekte, şişinip durmaktadır: “Bir daha!”


[1] Günlükler, çev. K. Şipal, İstanbul: Cem, 2013, s. 695.

[2] Şu çok açıktır. 17. ve 18. yüzyılda en yaygın tütün gereci pipodur. 19. yüzyılın başında puro, 19. yüzyılın ikinci yarısında da -tütün piyasasına bugün hâlen egemen olan- sigara ortaya çıkar. Peki: “Nasıl oluyor da tütün daha önceleri pipoyla, sonraki dönemde sigara ve puro olarak içilirken, 18. yüzyılda genellikle enfiye biçiminde burna çekiliyordu?” Bu metnin iştigâl etmediği bu türden heveskâr sorular için doğru evrensel adres, muhtemelen Schivelbusch’tur: Keyif Verici Maddelerin Tarihi: Cennet, Tat ve Mantık, çev. Z. A. Yılmazer, Ankara: Genesis Kitap, 2012, s. 117-152.

[3] Tanışma Günleri/Anları, İstanbul: Can, 1995, s. 182.

[4] HaberTürk, 25 Mayıs 2008.

[5] Kitaplar ve Sigaralar, çev. L. Konca, İstanbul: Sel, 2013, s. 7-12.

[6] Şuradan: S. Teber, Bilimsel Bir Peri Masalı: Freud’un Aile ve Tarihsel Romanı, İstanbul: Okuyan Us, 2013, s. 123-124.

[7] Tanışma Günleri/Anları, s. 183-184.

[8] Gündökümü: Bir Uyumsuzun Notları, İstanbul: Can, 1990, s. 258.

[9] Kaynak şu: 1988-1989 yıllarında, Claire Parnet ile yürüttüğü, toplamda sekiz saate varan televizyon müzakerelerinin deşifre edilmiş hali olan belgesel yapımı Deleuze’ün Alfabesi (L’Abécédaire de Gilles Deleuze, 1996).

[10] Gözyaşları ve Azizler, çev. İ. Yerguz, İstanbul: Jaguar Kitap, 2015, s. 107.

[11] Bu Kalem Bukalemun, 1997.

[12] Vizon, Kasım 1988. Şuradan: Selçuk Altun, Kitap İçin (III), İstanbul: Sel, 2010, s. 253. S. Altun, 2005 yazından itibaren Cumhuriyet Kitap’ta, “Kitap için” başlığıyla kırk hafta boyu yayımlanan ve üç ayrı ciltte derlenen “kaleydoskop” yazılarında, yer yer zincirleme tüttürme (chain-smoking) davranışına ileniyor, tedricî intihara sürüklenenler olarak zikrediyor, her fırsatta zemmediyordu.

[13] Bay Sessizlik (Günlük, 1989), İstanbul: Ada, 1990, s. 62-63.

[14] Papağanname (Günlük: 1993-1994), İstanbul: Adam, 1995, s. 11. Yine 1994’te, bir ekim gününe gelindiğinde ise, aynı deftere şunu kaydeder, medikal bir rapor gibi: “Şairlerin çoğunu cigara ya da tütün kuşbaşı etmiştir. Necatigil tütünden gitti. Cansever, Uyar, Eloğlu da içkiden” (s. 121).

[15] “Sigaraya Serenad”, Tarih Boyunca Yemek Kültürü içinde, İstanbul: İletişim, 2016, s. 303-310.

[16] Hürriyet, 15 Şubat 1998.

[17] Bir Dinozorun Gezileri, İstanbul: YKY, 1999, s. 124, 233, vd.

[18] Rakım Sıfır: İmgelem Alıştırmaları, İstanbul: Kırmızı Kedi, 2012, s. 69.

[19] Umutsuz Olma Cesareti: Tehlikeli Hareketlerle Geçen Bir Yılın Güncesi, çev. I. Yıldız, İstanbul: Eksik Parça, 2020, s. 7-8.

[20] Şurada: “Sigarayı Bırakalı”, Öteki Renkler: Seçme Yazılar ve Bir Hikâye içinde, İstanbul: YKY, 2020, s. 57-58.

[21] “Orhan Pamukla Şarkılı Söyleşi: Aşureyi Severim”, Roll, 38. sayı, Ocak 2000. Söyleşi, dijital ortama geçtiğimiz günlerde yüklendi: Bir + Bir (birartibir.org), 26 Mart 2021.

[22] Damla Damla Günler (III), İstanbul: Türkiye İş Bankası, 2012, s. 176.

[23] “Sigarayı Bırakalı”, 2020.

[24] Bir + Bir (birartibir.org), 26 Mart 2021.

[25] Milliyet, 9 Ocak 2005.

[26] Krş. Y. Çabuklu, Postmodern Toplumdan Kesitler, İstanbul: Paloma, 2010, s. 124-130.

[27] Sigaraya bağlı kronik hastalıkların küresel hastalık/ölüm yükündeki (burden) çarpan etkisi bellidir. Evet, budalalıktır; üstelik de ekibiyle birlikte tıp tarihinin en nitelikli araştırmalarından birini yürütmüş olan Sir Richard Doll’un, ta 1950’lerde, sigarayla akciğer kanseri arasında dolaysız ilintiyi kanıtlamasından ve bu ispatın daha saçaklı izdüşümlerinin 1970’lerden itibaren yaygınlık kazanmasından sonra. Not edelim ki Doll ile ekibinin artık “alea iacta est” dedirten netlikteki bulgularının öncesinde, Britanyalı yetişkinler arasında sigara içenlerin oranı yüzde 80 iken, bu oran elli yıl kadar sonra yüzde 25’lere gerilemişti.

[28] Bkz. R. Sennett, Karakter Aşınması: Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri, çev. B. Yıldırım, İstanbul: Ayrıntı, 2008, s. 146-150.