Türkiye’de medya henüz bu kadar tek elden kontrol edilmiyorken derin devletle ilgili itiraflar ana akım medyada “bomba gibi”, “şok edici”, “Türkiye’yi sarsacak” gibi sıfatlarla başlığa taşınırdı. Tabii kısa zamanda bu bombaların hiç patlamadığını, bu itirafların ülkeyi hiç sarsmadığını ve öyle çok şok da etmediğini görürdük. Sedat Peker’in ifşaatlarının yarattığı momentumun ardından suskunluğa bürünmesi de o duvarların neden bir türlü yıkılamadığı sorusunu tekrar gündeme getirdi. Türkiye’de her defasında yeri yerinden oynatacağı umudunu yaratan bu tür ifşaat ve itirafların neden hep hüsranla sonuçlandığını anlamak için bu tür performanslardaki retorik söylemlerin ve kültürel kodların eleştirel bir analizinin oldukça önemli olduğunu düşünüyorum. Bu, bizi, aynı zamanda bu tür açıklamaların yarattığı momentumu nasıl ele geçirebiliriz üzerine düşünmeye de sevk edebilir.
Hakikati söylemek bir performans olduğu kadar performatif bir eylemdir de. Burada objektif bir hakikatten ziyade söylediğinin hakikat olduğunu iddia eden birinin söz söyleme eyleminden bahsediyorum. İtiraf ya da ifşaat gibi bir performansın başarılı olması, yani hakikat anlatısının hitap edildiği kitle tarafından hakikat olarak alımlanması otomatik bir süreç değil. Kişinin kim olduğundan anlatısının zamanlamasına, hitabetinden kullandığı platforma kadar bunu etkileyen birçok etken var. Bunlar arasında en önemlisi kişinin anlattığı olayla arasındaki nedensel bağ. Fail ya da mağdur olarak olayı birebir yaşamış ya da olaya tanık olmuş bir kişinin anlatısı Ortaçağ’dan bu yana en büyük delil olarak görülegeldi. Her ne kadar modern hukukta itirafın delil statüsü artık eskisi kadar mutlak olmasa da olayın birinci elden tanığının ifadesi hakikate en yakın anlatı olarak düşünülür. Aranan bir suçlu ve anlattığı o kirli dünyanın içinden gelen bir mafya lideri olması nedeniyle Peker’in sözüne güven olmayacağını söyleyenlere karşı, “imam mı bilecek, tabii ben bileceğim” diyerek kendisi de tam da bunu ifade ediyordu.
Ancak kişinin olayla doğrudan ve nedensel bağının olması da onun ifadesini otomatik olarak güvenilir kılmıyor. Bu sözü söyleyenin kim olduğuna, bir toplumda epistemik otoritenin nasıl dağıtıldığına ya da kimin sözüne itibar edildiğine bağlı. Türkiye’de özellikle ağır hak ihlalleri söz konusu olduğunda hakikati mağdur anlatılarından ziyade fail anlatıları belirliyor. Failler de kendi itiraf ya da ifşaat gibi anlatılarını inandırıcı kılmak, hitap ettikleri kitleyi istedikleri yönde etkilemek için çeşitli retorik stratejilere başvurmak durumundalar. Performans ya da retorik stratejiler kavramlarını kullanırken kişinin kendisini kamusal alanda sunma biçimlerinin hesaplanmış stratejik hamleler olduğunu söylemiyorum. Bu böyle de olabilir ancak kişinin gündelik hayatında ya da itiraf gibi performanslarında kullandığı retorik söylem kültürel kodlarla içselleştirilmiştir çoğu zaman.
Peker’in hakikat anlatısı, her ne kadar henüz dönüştürücü bir etkiye yol açmış olmasa da, söylediklerinin hakikat olarak alımlanması açısından oldukça etkili oldu. Sadece izlenme oranları değil, yapılan kamuoyu araştırmaları da kısmen bunu gösteriyor. Bunun böyle olmasını sağlayan bu yazıya sığmayacak kadar çok etken var, yukarıda belirttiğim gibi, Peker’in hitabet gücünden açıklamalarının zamanlamasına kadar. Bu aynı zamanda, Peker’in anlatısını kurarken kullandığı kültürel kodların ve söylemlerin toplumda bir karşılığı olduğu anlamına da geliyor.
Peker’in anlatısını güçlü ve inandırıcı kılan söylemlerinden biri mağduriyet iddiasıydı. Sadece haksızlığa ve ihanete uğramış olmasından dolayı değil, eşi ve çocuklarının uğradığı kötü muameleden kaynaklı bir mağduriyet. Kendisinin ifadesiyle “aklını tatile çıkaran” ya da “böyle bir şey yapmam ama yaptıysam da bilin ki kızlarıma silah doğrultulmuştur” dedirten bir tür mağduriyet. Aileye, kadına ve çocuğa verilen söylemsel değer kültürel olarak oldukça güçlü ve etkili bir kod ve Peker’in haklılık devşirmesinde de haliyle önemli bir etken oldu. Nihayetinde “anneme küfretti” mazeretinin neredeyse cinayet aklayabildiği bir ülke Türkiye. Bir diğer önemli konu bu söyleme içkin erkeklik vurgusu. Erkeklik sadece savunmasız kadını ve çocuğu korumak şeklinde vücut bulmuyor. Buna karşı gelmek için “gemileri yakmanın” ve hakikati söylemenin kendisi de bir erkeklik performansı olarak kuruluyor. Bu tabii ağırlıklı olarak hakikati söyleme ile cesaret, cesaret ile erkeklik arasında kurulan ilişkiden ileri geliyor. Kadının sözünün değeri olmayan bir coğrafyada ancak “adam gibi”, “erkekçe” çıkıp anlatılabiliyor hakikat.
İtiraf performanslarında ya da Peker’inki gibi ifşaat ve itirafın iç içe geçtiği anlatılarda en sık rastlanan retorik söylemlerden biri de bir kırılma sonucu değişmiş, dönüşmüş olma ve gerçekleri artık daha net olarak görme anlatısıdır. Bu kırılma ânı ve kişisel dönüşüm anlatılanın etkisini artırmada oldukça etkili. “Evet geçmişte ben de suç işledim, ama ben artık o eski ben değilim” tarzında ifadelere Peker’inki gibi anlatılarda çok sık rastlanır. Peker’in Kürtler ve Aleviler ve onlara yönelik ağır hak ihlallerinden bahsetmesi ve Kutlu Adalı cinayeti gibi siyasi cinayetlerde vatanseverliklerinden ötürü kullanılmış ve kandırılmış oldukları iddiaları tam da böyle bir kırılmaya işaret ediyor. Tüm bu referanslar Peker’in kendisini artık değişmiş ve dönüşmüş biri olarak sunmasında oldukça önemli. Her ne kadar kendisinin de ifade ettiği gibi bu açıklamaları vicdani bir dönüşüm sonucu yapmaya başlamış olmasa da bu süreç içinde yaşadığı dönüşümün birebir tanığı yapıyor bizi Peker. Çıktığı yolculukta “yoldaş” yapıyor izleyicilerini.
Peker’in ve benzeri ifşaatlarda bulunmuş başka faillerin başvurduğu en yaygın vurgulardan biri de kutsal devlet anlatısıdır. En tepeden, en sistematik, en yaygın işlenen bir suç bile devletten bağımsız tutulur hep. Kişi kendini vatansever, ifşaatını ya da itirafını vatan için yapılmak zorunda kalınan bir eylem olarak kurar. Peker, devletin yararına işlenmiş suçlarla devlet görevlilerinin kendi çıkarları için işledikleri suçları açıkça birbirinden ayırıyor. Bize sunduğu o soyut devlet fikri, üst bir değere olan inanç üzerinden kendisine daha fazla güvenilirlik devşirmesini sağlıyor. Bu üst değer çoğunlukla ya aile ya devlet oluyor.
Peker’in açıklamalarında baskın olan bu noktalar üzerinden düşünürsek, bu tür ifşaat performanslarına vereceğimiz tepkide bu tür söylemleri tersyüz etmenin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Ve bence yapılacakların en başında Türkiye’de mağdur yakınlarının, insan hakları örgütlerinin ya da muhalif gazeteci veya siyasetçilerin usanmadan yıllardır dile getirdiği suçların bir failin kamusal onayına ihtiyaç duyulmadan soruşturulmasını sağlamak geliyor. Bu Peker’in ya da benzer ifşaatlarda bulunan kişilerin anlattıklarını kulak ardı etmemiz anlamına gelmiyor tabii. Bir itirafın doğruluğuna ya da itiraf edenin niyetine şüpheyle yaklaşacak olsak bile ağızdan çıktıktan sonra söyleyeni de aşan bir gücü var sözün. Haliyle, anlattıklarını daha eleştirel bir gözle dinlemek ve kendi hikâyemize eklemlemek gerektiğini düşünüyorum. Peker kişilere yönelik ağır hak ihlallerine doğrudan ve detaylı girmemiş olsa da anlattığı yolsuzluklar, uyuşturucu ve kara para trafiği ağı ile bunların doğrudan bir ilişkisi var. Haliyle faili meçhullerden yolsuzluklara, mali suçlardan uyuşturucu trafiğine kadar bu suçların mağdurlarına gitmek, bu suçların ülkeyi nasıl daha eşitsiz, daha adaletsiz, daha yoksul bir hale getirdiğini usanmadan belki yeni jenerasyona yönelik yeni yöntemlerle anlatmaya devam etmek gerektiğini düşünüyorum. Bu tür devlet suçları ile yüzleşmede genç neslin büyük önemi olduğu şüphesiz. Örneğin, İspanya iç savaşı sonrası unutma, sessizlik ve af üzerine kurulu sözleşmeyi delen iç savaşın torunları diye anılan genç nesil olmuştu.
Failin dönüşüm anlatısını onları kahramanlaştırmayarak, ifşaat ya da itiraflarının açıkladıkları fiilleri ve sorumluluklarını silikleştiremeyeceğini hatırlatarak ve yüzleşme denen şeyin bu tür performanslarla sıradanlaştırılmasına karşı durarak kırabiliriz. Faildense fiile ya da mağdura odaklanmak failin mağduriyetinin diğer mağduriyetlerin önüne geçmesine de engel olabilir. Peker’in eşine ve çocuklarına yapılanın bir ihlal olduğu ve kabul edilemez olduğu bir gerçek. Ancak o her “bir anne ve çocuğa bu yapılır mı” dediğinde bu ülkede anne ve çocuklara yaşatılan binlerce zulmü düşünmek ve göstermek gerekir diye düşünüyorum. Ben, Peker kimin evine böyle girilir dediğinde Mardin Dargeçit’te 1995 yılında gözaltına alınan, ağır işkencelerden geçirilen ve bir daha kendisinden haber alınmayan daha 13 yaşındaki Seyhan Doğan’ı, alındıktan kısa bir süre sonra serbest bırakılan 9 yaşındaki kardeşini, kayıp oğlunun akıbetini öğrenmek için hiç durmayan ve on bir gün gözaltında ağır işkencelerden geçirilen ve bırakıldıktan kısa bir süre sonra ölen Asiye Doğan’ı hatırlatmadan edemiyorum. Yolsuzluk, uyuşturucu ve kara para trafiğinde adı geçen, zenginleştikçe zenginleşmiş bu insanların tek suçlarının bunlar olmadığını durmaksızın hatırlatmak gerekiyor. Susurluk Skandalı sonrasında bile ülkenin asıl kilitlendiği nokta devlet-siyaset-mafya ilişkisi, yolsuzluklar ve mali suçlar olmuştu. Kürtlere yapılanlar da dillendirildi tabii ancak her zaman olduğu gibi hak ettiğince değil.
Bir diğer önemli nokta her türlü devlet suçunun üzerini örten vatansever erkeklik performansını durmaksızın sorgulanması gerektiği. Vatanseverliğin de, erkekliğin de ne olduğunu yeniden düşünmek ve bunu kamusal olarak yeniden tartışmaya açmak öncelikli hedeflerimizden olmalı bence. Peker, Kutlu Adalı cinayeti ile ilgili söylediklerinde “bize adamın Kıbrıs’ı satacağı söylenmişti” diyor. Vatanseverlik bu cinayetin ve benzeri cinayetlerin neresinde sorusunu kamusal olarak yine ve yeniden yükseltmek gerekiyor.
Bu söylediklerim tabii Peker’in açtığı momentumu yakalamada yeterli değil, ancak daha önceki ifşaat ve itiraflarda da benzer söylemlerin ve kültürel kodların olması mücadelenin bu anlatıların kurulma biçimleri ile de olması gerektiğini gösteriyor.
Bu momentumu yakalamanın önünde bir de şöyle bir engel var kanımca. Peker yayınladığı dokuz videoda, sıklıkla, verdiği bilgilerin daha bir başlangıç olduğunu ve çok daha fazlasını bildiğini ve anlatacağını söyledi. Biz daha birini sindiremeden başka bir ifşaatla geldi: “Bu söylediklerim daha ne ki!” Türkiye’de derin devletle ilgili ifşaat ve itiraflarda sık yapılan bir vurgu. Ancak bu ardı arkası kesilmeyen, her biri birbirinden ağır, her biri ortalığı ayağa kaldıracak olayların bilgisinin altında eziliyor insan çoğu zaman. Biz daha birini sindiremeden ötekinin gelmesi ve bunların hiçbirinin hakkınca üzerine gidilememesi anlatılanları sıradanlaştırıyor. Bu içine girilemez, bilinemez gibi görünen karmaşık ilişkiler ağı çaresiz bir izleyici yaratıyor. Bize her “siz daha durun, daha neler anlatacağım” dendiğinde hep daha ötesi, daha ötesi olduğunu hissettiren bir çaresizlik, güçsüzlük duygusu. Peker’in anlattığı olayların bazılarını araştıran gazetecilerin izahlarının açıklığındansa, karmaşık, kimin elinin kimin cebinde olduğu belirsiz suç dünyası daha çekici geliyor çoğu insana. Anlatılanı sorgulayıp üzerine gitmeyi gerektiren bir sarihlikten ziyade dedektif hikâyesi gibi bir hikâyenin karmaşıklığının detaylarında kaybolmanın, kendini daha da küçük hissettirecek güçlü adamların hesap sorulamaz hikâyelerini dinlemenin verdiği paradoksal bir rahatlama duygusu olabilir. “Biz zaten ne yapabiliriz ki” dedirten. Bu tür ağır suçların böyle belirsizleştirilmesinin, karmaşıklaştırılmasının insanları sorumluluktan azade kıldığını ve giderek daha pasif ve daha sinik bir insan ürettiğini düşünüyorum. İşte bu nedenle bence öncelikli olarak bu anlatılanları nasıl sarih bir hale getiririz ama en önemlisi nasıl kendi hikâyemize eklemleyebiliriz diye sormalıyız.