Son iki yüzyılda bilimsel aklın muazzam gelişimi dahi bazı toplumlardaki inatçı bilmeme istencini çoğu noktada geriletebilmiş değildir. Bu toplumların ilerlemesini sağlayacak olan bilme istencine karşı âdeta kör bir direniş örgütlenir; sistematik gafletler, hıyanetler, benzeri az görülür saflıklar, görmeyi-duymayı reddeden bir anlayışla birlikte toplumu tevatür ve vesveseyle dolu bir cehalet cangılına mahkûm eder. Toplumları geri bırakan bu süreçler belli güçler tarafından sistemli olarak yürütülür, desteklenir. Bu bilmeyi reddetme girişimi tam da söylenmesi, bilinmesi ve dışavurulması gerekene karşı geliştiği için toplum tek yönlü, kasıtlı bir dezenformasyonla zihnî bir felce uğratılır. Ayrıca bilmezlikten gelme veya bilmeme istenci gerçeklikle kaçınılmaz bir ilişki dairesinde var olabildiği için gerçeği saptırmak, savuşturmak, görünürlüğünü değiştirmek, gelişimini, yayılımını engellemek gibi çeşitli yöntemlerle bilimin/bilmenin geriye doğru bir hareketle engellenmesi/devre dışı bırakılması sonucunu yaratır. Bildiği halde gerçeği kabullenmemek de bu amaca hizmet eden bir harekettir. Toplumun ve birer birer insanların gözlerini hakikatlere kapatması onların bilinçli/kasıtlı eylemi olmaz çoğu kez. Bu durum, daha çok, belirli güçlerin belli amaçlar doğrultusunda onları “hakikat üretme” araçlarına maruz bırakmalarıyla ortaya çıkan bir sonuçtur. Toplumu ilgilendiren hakikatlerin hayati derecede önemli ve gerekli olması aynı zamanda bu hakikatlerin dev hakikat üretme mekanizmasının da hedefi haline gelmesine yol açar. Günümüzde, daha çok bizim de içinde yer aldığımız İslâm toplumlarında ve en çok da siyasi ve politik alanda hakikat üretme araçlarının en işlevsel olanlarından biri de “itiraf” fiilidir.
Bir hakikat üretme aracı olarak itiraf geleneği geçmişi çok eskiye dayanan ve farklı boyutlarda, içeriklerde ve işlevlerde gelişimini sürdüren bir yöntem olagelmiştir. Başlangıçta belki daha çok Batı toplumlarına ait sivil ve dinî bir gelenek olarak da düşünülebilir. Michel Foucault, Cinselliğin Tarihi eserinde bu durumu şöyle anlatır:
En azından Ortaçağdan itibaren, Batı toplumları itirafı hakikat üretmesi beklenen ana ritüellerin arasında konumlandırmıştır. Tövbe geleneğinin 1215’te Latran Konsili tarafından düzenlenmesi, bunu izleyen günah çıkarma yöntemlerinin gelişimi, yargı çerçevesinde suçlayıcı yöntemlerin gerilemesi, suçluluk kanıtlarının yok olması ve sorguya çekmeyle soruşturma yöntemlerinin gelişmesi, özel uzlaşma yöntemlerinin azalıp suçların kovuşturulmasında idarenin daha geniş bir biçimde yer alması, engizisyon mahkemelerinin kurulması; bütün bunlar itirafa sivil ve dinsel iktidarların düzeni içinde merkezi bir rol verilmesine katkıda bulundu. “İtiraf” sözcüğünün ve işaret ettiği hukuksal işlevin gelişmesi bile başlı başına anlamlıdır. Bir statü, kimlik ve birisine diğerlerinin verdiği değerin güvencesi olan “itiraf”tan, birisinin kendi eylem ve düşüncelerini resmen kabul etmesi olan “itiraf”a geçilmiştir. (…) Birey, kendisine ilişkin olarak benimseyebildiği ya da benimsemek zorunda kaldığı hakikat söylemiyle tanımlanmıştır. Hakikatin itirafı, iktidar tarafından bireyleştirme yöntemlerinin merkezine yerleştirilmiştir (s. 47).
Bu sözlerden itirafın gerek dinî gerek sivil alanda olsun bir gerçeği ortaya çıkarmaktan çok, o gerçeği ortaya çıkar çıkmaz tahrif etmek, suretini değiştirmek, tersine çevirmek veya bütünüyle yeni bir gerçeklik yaratmak için kullanıldığını anlıyoruz. Ayrıca dinî ve sosyal olaylarda itirafa hukukilik ve meşruluk kazandırıldığını, bireyin ve toplumun itiraf söyleminin yarattığı algı sınırları içinde tanımlanmaya başladığını da anlıyoruz. İslâm toplumlarında her ne kadar bir dinî otoriteye perde ardından günahlarını itiraf edip o günahlardan kurtulmak geleneği yoksa da Tanrı’ya dua edip günah çıkarmak yoluyla itiraf ve devlete karşı işlenen suçlarda bir hukuki statü kazanmak amacıyla itirafta bulunma fiili yaygındır. Bu çeşit dinî itiraf fiilinde ilk bakışta dünyevi olmayan bir çıkar ve yararlılık ölçütü mevcut olduğundan bu itiraf hali daha çok ruhta yarattığı yansımaları üzerinden değer kazanır. Bu itiraf biçimi, itiraf bilgisinin inanma pratiğini içeriden (manevi alandan) itmesi, etkisini arttırması, desteklemesi beklentisiyle yapılır. Yine de itiraf, İslâm toplumlarında Batı toplumlarındaki gibi günahı, suçu, kusuru açıkça itiraf etme biçiminde gerçekleşmez. İtirafın faili, itiraf fiilini içeren mevcut tüm bilgilerin kendisine karşı itirafta bulunulan güçlü varlıkta mevcut olduğuna inandığı için, burada gizli bir bilgiden söz edilmez, sadece mevcut ve muhtemel suçlarının bağışlanması dileğinde bulunur. Batı toplumlarındaki gibi itiraf gerçek dünyada mevcut bir dinî otorite muhatap alınıp yapılmadığı için itiraf fiilinin fail için muhtemel sonuçları bilinmez ve ancak itirafa mahsus günah veya suç, mutlaka bağışlanacağı inancıyla inanmanın boşluk alanına bırakılır. Bu da itiraf failinde öze dair gerçek bir dönüşüm etkisini en baştan zayıflatır. Ayrıca suçun, günahın açıkça ilan edilmeyişi geleneği içinde yer aldığımız İslâm toplumlarının devlet olma pratiğinde devletlere ait büyük suçların, günahların, kusurların, hak ihlallerinin itiraf edilmeyişine de yol açmıştır denebilir. Bu anlamda bir çeşit ketumluk, ağzı sıkılık ve inkâr hem birey hem toplum hem de devlet ve kurumlar düzeyinde söz konusudur. Bu çeşit büyük itirafların edilmeyişi, kurumsallaşmaların ve kurucu paradigmaların bizzat itiraf fiillerinin içerdiği anlamsal zemin üzerine inşa edilmeleriyle ilgilidir. Oysa Batı toplumları devlet geleneğinde bu tür büyük, kitlesel tarihî suçlarda ve bireysel suçlarda, günahlarda itiraf yoluyla yüzleşme edimine çok rastlanır. Bu anlamda belki uzun süreler İslâm toplumlarında itiraf daha çok sistemin bekası amacıyla belirli durumlar için kullanılmıştır. Ancak İslâm toplumlarının tarihi ve güncel suçlarıyla, günahlarıyla itiraf yoluyla yüzleşmemelerini sadece bir çeşit itiraf geleneği biçimine bağlamak hem yanıltıcı olur hem de meramımızı doğru yönde sürdürmemek olur. Çünkü bunun Aydınlanma, çağdaşlaşma ve demokrasi mücadelesi süreçlerinin sonuçlarıyla ilgili olduğunu düşünmek daha doğru olacaktır. Tekrar konumuza dönecek olursak Foucault’un deyişiyle itiraf geçmişte Batı’da hakiki olanı üretmek için en üst düzeyde değer taşıyan tekniklerden biri haline gelse de günümüz İslâm toplumlarında da bu teknikten farklı amaçlarla çokça yararlanıldığını görüyoruz. En üst yönetici elitten en alt görevliye devlet içinde veya sivil alanda belli fiillerden sonra hem fiilin yarattığı sorumluluktan kurtulmak hem de mevcut gerçekliği kitlenin gözünden kaçırmak, onu bozmak ve değiştirmek için itiraf yöntemine başvurulduğuna şahit olunur. Mevcut gerçekliğin itiraf yöntemiyle bozuma uğratılması, tahrif edilmesi ve yenilenmiş biçimiyle belli çıkarların sürdürülmesi için işlevsel hale getirilmesi oldukça yaygın ve kullanışlı bir yöntemdir. İtirafın kamu önünde veya özel alanlarda edilmesi, itirafa iliştirilen duygusal jestler, gözyaşları da itiraf yönteminin kitle üzerindeki dönüştürücü, perdeleyici etkisinin gücünü arttırmıştır. Bu yöntemin itiraf öznesini gerek hukuksal gerek vicdani sorumluluklardan, yükümlülüklerden ve yaptırımlardan kurtardığının icadı ve keşfi de yöntemin parlamasına ve kullanımının yaygınlaşmasına yol açmıştır. Öyle ki itiraf fiilinin öznesinin güvenirliğinin, itiraf edilen suç fiilinin yakınından uzağından geçmeyen diğer öznelere göre daha yüksek hale geldiğine şahit olunmuştur. Çünkü günümüz itiraf pratiğinde itiraf faili ile itiraf merciinin itiraf fiilinin işlenişindeki iç içeliği bu sonucu doğurur. Bu anlamda itiraf tüm merciler arasında araçsallaştırılmış ve işlevsel kılınmıştır. Diğer taraftan itirafın bir kazanca dönüşmesinin toplumun örfi, hukuki, ahlâki değerlerini tahrif eden, çürüten yönleri de ortaya çıkmıştır. Çoğu yerde itiraf ile iftira yan yana ve iç içe kullanılarak kişisel ve grupsal düşmanlıkların, siyasi hesaplaşmaların, hasmını yerle bir etmenin aracına da dönüşmüş ve ihbar mekanizmasına eklenerek kullanılmıştır.
Devletlerin kendince, yasalarınca suç saydığı eylemleri gerçekleştiren failler üzerinde gerek zorla, cebirle ya da gönüllü olarak itiraf yöntemini kullandığı ve bu yöntemi daha çok kriminal olaylar üzerinden yürüttüğü bilinirdi. Fakat itiraf fiilinin failleri gönüllü veya zorla itiraf etmiş olsalar da her şekilde toplum içinde kişisel itibarlarını yitirir ve bir çeşit tecride mahkûm edilirlerdi. Ancak güncel itiraf tecrübelerinde bunun gerçekleşmediğini görüyoruz. Çünkü itiraf üzerinden geçeklik inşa etmenin ve itirafı kriminal olaylarda, siyasi ve ekonomik karşılaşmalarda bir mücadele yöntemi olarak kullanmanın sistematik biçimde bir işlerlik kazandığı, bunun bizzat teşvik edildiği, itibarlı kimselerce de bu yola başvurulduğu, bu yöntemin genel olarak sistemin işine yaradığı sürece kazançlı olduğu yönündeki algı ve uygulamalar, itiraf failine hem meşruluk hem de güç kazandırmıştır. İtiraf, belli bir siyasi misyonun aracı haline dönüşmüş ve rakip siyasi, ideolojik ve toplumsal grupların elimine edilmesinin, güçten düşürülmesinin yöntemlerinden biri olmuştur. Bütün bu amaçlar için itiraf mekanizması bir çeşit işlevsel hakikatler üretme aracına dönüşmüştür. En kötücül suçların, eylemlerin, ifadelerin kişilerin ruhundan itiraf yoluyla söküp çıkarılması, bedenden uzaklaştırılması itiraf failini büyük yükünden kurtardığı gibi, fail eylemine gönül rahatlığıyla devam etmekten de geri durmamış, suç ve günahlarıyla yüzleşmemiş, gerekli dersleri çıkarmamıştır. İtirafı gerektiren fiillerin güçlü mekanizmalarca mistik ve epik bir retorik eşliğinde sunumu da itirafın ulaşılmaz olarak yansıttığı gerçekliği ve ona dair suçu buharlaştırmış ve yalnızca itiraf fiilinin kendisini önemli hale getirmiştir. İtirafın yalnızca failinde unutulmuş veya saklı bilgisinin ortaya çıkmış olması itirafçı için itibara dönüştürülmüş ve fiilin kıymetini arttırmıştır. Günümüzde itiraf eylemi farklı düzlemlerde, mekânlarda ve noktalarda o kadar yaygınlık kazanmıştır ki kişi ve toplum kendisini itirafa zorlayanın belli bir iktidar olma biçimi olduğunu unutmuş veya gözden kaçırmıştır. Tam tersine itiraf edilen hakikat, ortaya çıkmak için yoğun bir talepte bulunuyormuş, aşikâr olmaktan başka bir amacı yokmuş gibi algılanmış ve itirafçı mevki, mevzi ve güç kazanmıştır. Bu da itiraf yoluyla ortaya çıkabilecek olanın aslında bizzat itiraf faili ve onun içinde olduğu iktidar mekaniği tarafından belli bir zorlamayla, şiddetle saklı tutulduğu gerçeğini unutturmuştur. Bütün bunlar da itirafçının itiraf öncesi ve sonrası bir çeşit iktidar mekanizması içinde rolünün devam etmesine yaramıştır. İtirafın sonuçlarından yararlanması gereken toplum bu itiraftan hiçbir çıkar elde edememiştir. Ancak diğer taraftan itirafçı da iktidar mekanizmasının sonsuz buyruğu altında uyruklaşmıştır. İtirafçı iradi bir özne olduğu yanılsaması içinde üretilen hakikate eklemlenerek kendisi de hakikiliğini yitirmiştir. Foucault bu durum için de şunu betimlemiş: “İnsanın sansüre, yani söyleme ve düşünmenin yasaklanmasına temel bir rol yüklemesi için, kendisinin itirafın bu içedönük kurnazlığının iyice tuzağına düşmüş olması gerekir” (s. 48). Tabii, güncel itirafçılık tecrübelerimizde alıntıda imlendiği şekliyle itirafçılarımızın yalnızca itirafın içe dönük kurnazlığın tuzağına düştüklerini düşünmüyoruz. Bir taraftan da bu tuzağın kurucuları, işleticileri olduklarını düşünmek için çok sayıda bilgiye sahibiz.
Özellikle güncel örneklerde fark ettiğimiz bir diğer şey de itirafın, itirafı yapan failin, ifade ettiklerinin öznesi ile çakıştığı bir anlatı olarak yerleştiğidir. Bu durum, itirafı sistematik olarak kullanan ve bundan yararlanan bir iktidar mekaniğinin fotoğrafını görmemize de imkân verir. İtiraf eden özne, itiraf edilenin öznesi ve itirafa icbar eden özne aynı zincirin halkaları olarak iktidar mekaniği içinde yer alır. İtirafçı için itirafı gerekli ve zorunlu kılan, dayatan ahlâki, yasal ve hukuki bir muhatabın olmayışı, bunun daha çok beklenmedik bir ifşa durumunun, kontrolsüzce ortaya dökülme, alenileşme halinin icbar ettiği bir itiraf olması, itirafın belli güç odaklarınca bir keyfiyet içinde belirli çıkarlar için gerçekleştirilmesine yol açmıştır. Bu anlamda itiraf etme hali, ortaya çıkan gerçeğin etkisiyle bir direnişe, bir infiale yol açmadığı; hukuksal, ahlâki bir sorgulamaya dönüşmediği için itiraf edende itiraf edilenin yaratacağı dışsal sonuçlardan bağımsız olarak esasa ve öze ilişkin bir değişim yaratmamıştır. Ancak yarattığı algı üzerinden onu aklamış, rahatlatmış, hatta bağışlatmıştır. İtiraf ahlâkı, iktidara içkin olanın doğasında bulunmaktan dolayı esasta iktidarın iradesini yansıtmış ve onun belirlediği çerçeveyle sınırlı kalmıştır. Bu anlamda itiraf söylemi kasıtlı unutkanlıkların, temkinlerin, çarpıtmaların, yönlendirmelerin işareti doğrultusunda ilerlemiştir. Yine de onun hikmeti, ifşa edilenin, yani sırrın yüksek değerinde ve bundan yararlanacak büyük çoğunluğun çıkarlarında değil, onun bir gizem içinden doğuşundadır. Ayrıca itiraf yoluyla ifşa edilenler ile bunu yapanlar arasındaki bağın çözülme olasılığının yarattığı heyecanlı beklentidedir. İtiraf bir çeşit zorlanma sonucu doğacağı için ilk anda itiraf edenin çıkarlarının zedeleneceği beklentisi oluşsa da itiraf edenin söylem ve ifşa ettiği hakikatler üzerindeki etkisi, gücü ve yeni hakikatlerin üretilmesindeki gizli-açık rolünden dolayı, bu beklenti kısa sürede suya düşer. İtiraf yoluyla elde edildiği düşünülen hakikatler ve ona dair söylem, itirafı yüklenen kişi üzerinde değil, söylemin hedefi olan özne üzerinde bir fırtınaya yol açabilmiştir.
Sonuçta itiraf yönteminin hayatın her alanında işlevsel bir yöntem olarak kullanıldığını, kullanılabileceğini biliyor ve görüyoruz. Evde, okulda, askerde, örgütsel işleyişlerde, kriminal durumlarda, dinî hayatta, çalışma hayatında ve düşünce hayatında itiraf bir araç olabilir. Ancak söz konusu ettiğimiz şey, itirafın belirli güçler tarafından sistemli ve yaygın bir biçimde bir hakikat üretme aracı olarak tarihsel, toplumsal, sosyolojik, ideolojik gerçeklikleri büsbütün tahrif eden, bu yolla iktidar kurmaya ve sürdürmeye dönük bir araca ve genel bir ahlâka dönüşmesidir. Durmadan itiraf eden bir toplumun durmadan suç ve günah işlediğini düşünmek yanlış olmaz. İtiraf ahlâkının yarattığı hakikatlerle ilerleyen bir toplumun geriye dönüp baktığında suç ve günahlarından başka gösterebileceği bir hakikati kalmamış olacaktır.