“En uzak sahil”, insanlarda nasıl çağrışımlar yapar? Elimizde kâğıt kalem, caddeler boyunca şehir şehir, ülke ülke dolaşıp, rastgelinene tam da orada sormalı “en uzak sahil”lerini. Kimine göre hatırlanamayan bir çocukluk, kimine göre dönülemeyen bir ev, kimine göreyse kaçılacak bir ütopya mahallidir orası. Bir olay yeridir, meta düzlemdir. Bazı şeylere yeniden başlayabilmek ve her neyse geçiştirmeden, olanca yavaşlığında duyumsayabilmek için varılan, hayallerdeki uğrak yerdir. Bir nevi ölümsüzlük, sonsuzluk hissi, mutlak güvenlik vaat eder. Kötü büyücünün ortadan kaldırılması gereken mekândır orası aynı zamanda; özlem duyulanı uzaklaştıran her şeyi içinde barındırır, her şeyin müsebbibidir. Gökkuşağının şaşasına inat, şeytan yumurtası orada toprağın altında gizlidir. Bunca vaat, ele geçirilecek olanı kaybetmeye dair şiddetli bir korku doğuracak ve içimizdeki şeytan, arzuladığımız her şeyin suretine bürünecektir. Ursula K. Le Guin, Yerdeniz anlatılarından olan En Uzak Sahil’i de böyle kurgulamamış mıdır? Bu en uzak sahil, hem yaşamın dengesini bozup insanları savaşlara, yağmalara, sömürücü tacirlere ve yöneticilere, azılı güçlere karşı savunmasız bırakan, insanlara korku salan, hem de sonsuz bir zenginlik, ölümsüzlük ve güç vaat eden bir hayal mekândır. Arzuları hırsa dönüştürür bu sahili hayal etmek; bu hırsa bürünmek insanlara kendilerini unutturur, onları eylemsiz kılar ve sadece “büyük güce” itaat ettirir. Herkesten daha korkak olan bu “büyük güç”, insanları yaşamaktan alıkoyar, yaşama sevinçlerini derdest eder. “Büyük Güç”ün bilgeliği değil, korkusu takip edilir. İnsanların bizatihi satılığa çıkarttıkları, kendi kişilikleridir.
Editörlüğünü Ali Yalçın Göymen’in üstlendiği ve beğeni ile okuduğum, En Uzak Sahilin Kıyısında Yeni Bir Yaşam Kurabilir Miyiz? başlıklı kitap, Le Guin’in “en uzak sahil” metaforundan hareketle, “büyük gücü”, bu gücün yapıp ettiklerini, korkularımızı, korkularımızdan ve felaketimizden kurtulabileceğimiz yolları arıyor. Kitapta; büyük gücün neoliberal kapitalizm, bu gücü dayatanların “yalnızca kendi güçlerini ve ayrıcalıklarının devamını önemseyen bir toplumsal sınıf”, kulluk edenlerin de hepimiz olduğunu, bu kulluğa direnenlerin/direneceklerin yine bizler olduğumuzu anlatıyor. Kitabın yazarları, insanlara korku salan bu sahili besleyen ırmakları; sağ popülizm, kapitalist devlet, makineleşme, kamusal finans, ekososyalizm gibi başlıklarda irdeliyorlar. Hayli önemli bir çalışma. Henüz içeriğini inceleme fırsatı bulmamışken kitabın başlığına rastgeldiğimde zihnimde canlanan, kaçılacak bir ütopya mahalli arayan “varlıklı” insanların varoluşsal çözümlemeleriydi.
Beni bu düşünceye sevk eden, şu sıralar pandeminin de katkılarıyla hayli revaçta olan, benim ise izlemeyi pek enteresan bulduğum, şehirden mümkün mertebe en uzak “nezih” yerlere kaçıp kendilerine “yeni bir dünya” inşa edenlerin yahut şehrin yine en “nezih” yerlerinde şehirden kaçmışçasına, “korunaklı”, “güvenli”, “kişilikli”, “yaşayan/sahici/zamansız mekânlar”, “doğa dostu” ve “hem tarihi hem güncel mekânlar” yaratanların sosyal medyalarda paylaştıkları videolardı. Toplumdan kendilerini olabildiğince yalıtmaya, hem sadece sosyal tabakasına ait kişilerle gösteriş olsun diye “toplaşıp”, hem de kendi tahtlarını korumak uğruna bu kişilerden düşman yaratmaya teşne insanların, güç ve ölümsüzlük istekleriyle “takip edilmeye aç” bir şekilde topluma sergilenmeleri bana hayli enteresan geliyor. Bu “mutlu mesut” sergilenmelerin başarısızlıkları anksiyeteler, panik atak ve histeriler ile sonuçlanıyor ki bu da ayrı bir inceleme konusu. Ama olsun, kapitalizmin her derde çaresi vardır sonuçta; Zen odaları, bolluk bereket yağları, taşlar, mumlar… Aman ha kırık aynaya, bozuk saate falan dikkat!
Bu enteresan vaziyetin sosyolojik, politik, ekonomik çözümlemelerini yapmak elbette çok değerli. Fakat nedense, “keşke bu arkadaşların varoluşsal sıkıntıları şimdilerde bir romana, denemeye konu olsa” diye düşündüğüm de çok oluyor -hele ki bu videoların binlerce, milyonlarca insan tarafından izlediğini düşünürsek. Nasıl olmasın? Her bir videoda, burjuva ahlâkına göre yeniden tanımlanan birörnek yaşanmışlıklar, hayaller, âdeta pek moda koltukların, masaların üzerlerine seriliyor, “vintage” kitaplıklardaki “pek çok satan” kitapların, “kitaplık kitaplarının” cümleleri içerisine serpiştiriliyor. “Evin mimarisine uygun” ve “dengeli bir şekilde” yerleştirilen yağlı boya tabloların –“ulaşılabilir” sanat eserlerinin- da sohbete dahil oldukları kakafoni arasından sesini duyurmak isteyen ‘’anarşist’’ hayaller, olsa olsa nadide orta sehpaların altın tutamaçlı çekmecelerine kaldırılıyorlar. O çekmecelerden çıkıp, evin “sakinine” kafa tutan ve zapturapt altına alınamayan bu anarşistlere karşı, aromaterapi, Feng Şui gibi etkili yok edici yöntemler uygulanıyor… Genellikle defne yaprağı, adaçayı gibi gayet spritüal malzemeleri hercümerç ederek tutuşturmak, kimi “homm”lar “hömm”ler eşliğinde dumanlarını oramıza buramıza gezdirmek, anarşistlere “oksijen ya sahip!” dedirtmek suretiyle, evde ve de kendimizde negatif enerji bırakmamak; böylelikle kendilerini kapı kolunda yahut pencere pervazında buluveren anarşistleri def-i bela etmek tavsiye ediliyor. Burjuva ahlâkının yarattığı felaketleri, dışarıda bir fiil deneyimleyenler, olsa olsa bu laneti hak etmiş olanlar… Çalışın sizin de olsun! Bu burjuva evlerinin bende yarattığı imgelemi, Gaston Bachelard’ın Mekânın Poetikası’nda tariflediğini fark ettim. Şöyle yazmış Bachelard:
Ev, evrende yaşanan dramların da farkında değildir artık. Bazen rüzgâr, çatıdaki kiremitlerden birini kırar ve yoldan geçen birinin ölümüne yol açar. Çatının işlediği bu suç, evine geç kalmış olanları hedef alır bir tek. Çakan şimşek, pencere camlarını bir an için alevlendirir. Ne var ki gök gürültüsünün indirdiği darbelerde sarsılmaz ev. Bizimle birlikte ve bizim yüzümüzden titremez… (s. 59)
Pek güzel olmaz mıydı Türkiye’den böyle “sahipleri” kaleme alan varoluşsal metinleri okumak?
Böyle “sahip”lerin psikolojik tahlillerini düşündüğümde, aklıma Gustave Flaubert’in küçük burjuvaların hayatlarını anlattığı Bilirbilmezler’i geliyor (Georges Perec’in Şeyler’i de es geçilmemeli; mirasa konup uzak kırlara taşınmaya hevesli küçük burjuvaların hikâyesi). Romanda, hayatlarının belirli kesimlerine tanıklık ettiğimiz iki arkadaş Pecuchet ve Bouvard, ofis hayatlarını, Bouvard’a miras kalmasıyla birlikte sonlandırırlar. Mirasın gelmesi ile tüm o “sıradan iğrenç insanlardan” uzağa, kırlara gitme hayallerine dalarlar ve nihayet uzaklarda bir çiftliğe denk gelip, onu satın alırlar. Önceleri Pecuchet ve Bouvard, topraklarını işleyip zenginleştirmeye karar verirler, lakin başarısız olurlar. O vakit bahçelerini yapma süslerle donatıp, kasabanın sakini diğer burjuvalara sergilerler. Pek beğenilerini toplayamayan Pecuchet ve Bouvard, farklı uğraşlara girişirler. Sıkıntıdan kimya öğrenip deneyler yaparlar, tıbba merak salıp birbirlerini tahlil ederler, astronomi ile uğraşırlar, olmadı arkeolog olup evi âdeta bir müzeye dönüştürürler, koleksiyonculuğa girişirler. Tüm konularda her şeyi en iyi bilen kendileridir. Hiçbir kitap, kendi yazacakları dışında başarılı değildir. Paris’in siyasi çalkantılarının kasabaya yansıması, onların milletvekili olma tutkularını ateşler; ama sözde kalan cesaretlerini eyleme dökemezler. Her şeyden tiksinmeye başlarlar. Dünyanın taa öbür ucuna, belki de vahşiler arasına gitmeyi kararlaştırırlar. Ama ataletten olacak, ellerinin altındakiler ile yeni deneylere girişirler. Aşk maceraları, spor, hidroterapi, spiritizmacılık… Doğa ötesi kafalarını karıştırır, onlar da filozof olmaya karar verirler. Arada aforizmalar dillendirseler de bundan da sıkılıp, kısa süre önce atıp tuttukları dine yönelirler. Ölüm korkusu sarmıştır zira içlerini; kendi ölümlerini düşünüp içlenirler. Her maceralarında evlerini nasıl ki eşyalarla donatıyorlarsa, dinî yolculuklarında da “mantar bir katedral”, balmumundan Jean-Baptiste, piskopos portreleri, Meryem Ana heykelcikleri taşırlar odalarına. İsa üzerine ne düşüneceklerini karar veremediklerinden, Budist olmayı seçerler. Bu macera da kısa sürer, sıra çocuk eğitme faslına gelir. Kendilerine öğrenci edinip onların ruhlarını yüceltme, kişiliklerine egemen olma, yüreklerini soylulaştırma misyonunu güderler. Fakat öğrencilerde iş yoktur! Yetişkinlere kurs açmayı da beceremezler. Hemşerilerinin gözlerini kamaştıracak bir kasaba tasarlamak; evlerin dörtte üçünü yıkıp, bucağın ortasına anıtsal bir meydan dikip kilise inşa etme fikirleri de parasızlıktan mümkün olmaz… En sonunda hiçbir şey düşünmemek için, bir yazı masası alıp “kopya etmeğe” karar verirler. Ütopya mahalli en uzak sahillerinin küçük burjuva bilirbilmezlerini ne güzel anlatır Flaubert…
Siz nasıl tanımlarsınız en uzak sahillerinizi? Belki de En Uzak Sahiller Sözlüğü oluşturmalı hep birlikte…
Kaynakça
Ursula K. Le Guin (2020), En Uzak Sahil, 10. baskı, çev. Çiğdem Erkal Yeşilbademli. Metis.
Gustave Flaubert (2019), Bilirbilmezler, 5. baskı, çev. Tahsin Yücel, Can Yayınları.
Gaston Bachelard (2020), Mekânın Poetikası, 6. baskı, çev. Alp Tümertekin, İthaki Yayınları.
Ali Yalçın Göymen (ed.) (2021) En Uzak Sahilin Kıyısında Yeni Bir Yaşam Kurabilir Miyiz?, Habitus Yayınları.