Kıbrıs’ın kuzeyinde herhangi bir istikrar döneminden bahsetmek “genellikle” olanaksızdır, eşyanın tabiatına aykırıdır. Bunu açacak olursak KKTC’de ortalama senede bir kez hükümet değişikliğine gidilir; bu işin mizahi boyutu. Tuhaflıkların en üst düzeyde olduğu çağımızda KKTC bu tuhaflıkların normalleştiği, hatta kanıksandığı bir yer olarak ciddiyetin nerdeyse olmadığı, ufak kulislerle yönetildiği bir “ülke” olarak geçmişin afyonundan çıkamaz.
Kıbrıs’ın mevcut gündemine tarih sahnesinde biraz geriye giderek bakabiliriz. 1974 sonrası ganimet sorunsalının temellerinin giderek daha iyi atıldığı bir dönem olarak karşımıza çıkar. Konuyu çok uzatmadan bir örnek vererek açıklamak mümkün. “Tutulmuştur”, bu kelime, 1974 sonrası birçok evin duvarlarını süslüyordu. Kıbrıslı Rumların güneye göç etmesiyle boşalan mülklerin üzerinde birçok Kıbrıslı Türk bu yazı ile karşılaşıyordu. O dönemleri yaşayanların pek de anlam veremediği “tutulmuştur” kelimesi yıllar sonra daha da anlamlı olacaktı. Ganimet paylaşımının gizli saklı yapılmadığı, ayan beyan her şeyin ortada oluşu, adalet bakımından birçok sorunu da beraberinde getirdi. Bu sorunların temelinde siyasi rant ve çıkarların olmadığını düşünmek, konuya sadece bürokratik bir sorun gibi yaklaşmak çocukça bir saflığa eşdeğerdir. Tutulmuştur’un ardından 1980’li yıllarda Özal dönemi ve Özal’ın Kıbrıs’a yönelik “sanayi üretimi yapmayın” vurgusu Kıbrıslı Türkleri bir hayli etkiledi. Çok detaya girmeden bu dönemin ardından ortaya “memurculuk” çıktı. Memurculuğun da en etkili faktörü “Tutulmuştur”da olduğu gibi siyasaldı. Görünürde ideolojik ama özünde rant ve benzeri çıkarların olduğu bu dönemi erken emeklilik furyası takip etti. Giderek çürümeye başlayan bu yapıda bu nedenle mütemadiyen hükümet değişikliğine ve memur “alımlarına” gidildi.
Bu nedenle KKTC’nin siyasal çürümüşlüğünde sorumlulardan biri de Kıbrıslı Türk siyasiler ve olanları sorgulamaktan kaçan ve kaçınan Kıbrıslı Türklerin büyük çoğunluğudur. Yurt vurgusunun dillerden düşmediği bir toplumda acaba yurdu yurt yapmak için çabalar harcanmış mıdır? Büyük bir muamma. Üretimden kopuk bir anlayışla yurt inşa etmeye çalışmak ve sayısız hükümet krizleri… Kısaca, istikrarsızlığın istikrarı. Böyle bir rejim üzerine kurulmuş bir yapının beraberinde nasıl sorunları ortaya çıkaracağı hiç düşünülmemiş midir? Büyük bir ihtimalle düşünülmüştür fakat bu konu hakkında herhangi bir irade sergileyenler ya da bu çürümüşlüğü tamir etme cesaretine kapılanlar da şu ya da bu nedenle başarısız oldular.
Günümüze dönecek olursak, KKTC’de bu nedenle yeni bir eşiğe falan girilmedi; tüm yaşanan kötülükler giderek kanıksandı. Toplumsal anlamda rantın ve çıkar uğruna savaşımların artık sıradanlaştığı bir ortamda, yani 13 Ekim’de istifa eden hükümetin ardından Kalkınma Bankası’nın üst mevkiler için 14 Ekim günü sınav duyurusu yapması pek de şaşırtıcı gelmiyor. Sistemin kendisi bizatihi bunun üzerine kurulmuş. Keza Kooperatif’te de aynı sorunsallar mevcut; istihdam savaşımı son sürat başlamış durumda. Peynir ekmek gibi dağıtılmak istenen vatandaşlıklar da cabası. Her ne kadar muhalefet bu sorunsallara hukuken geçersizdir vurgusu yapsa da muhalefetin de iktidarda olduğu dönemleri unutmamak lazım! Mevcut siyasal kurumların radikal bir “çözüm” politikası üreteceği de gülünç; neredeyse imkânsız. Çözüm denilince akla sadece Kıbrıs sorunun gelmesi de sorumluluk bilincinin tam olarak yerleşememesi ile açıklanabilir. Statükoculuktan rahatsız olanlar veya mevcut durumundan şikâyet edenlerin eğitim, sağlık ve ekonomi gibi önemli alanlarda sorunların düzelmesi için radikal tedbirler ya da fikirler üretmemesi ise bahanelerin arkasına saklanılmasının en büyük ispatı.
Başka bir deyişle hükümetin x ya da z olacağı pek bir şey ifade etmiyor aslında. Konuya reel politik bağlamında değil de biraz daha sosyolojik bakış açısıyla bakmayı denersek vasatlığın ve ucuzluğun durumunu daha net görürüz. “Tutulmuştur”, “Memurculuk”, “İstihdamlar” vs… tüm bunların temelinde yatan sorumsuzluk, iradesizlik ve çıkarların savaşımını düşünsel bağlama taşımak konunun ehemmiyeti açısından önemlidir.
Amerikalı sosyolog Wright Mills’in tanımıyla politikanın her çeşidi iktidar elde etmek ya da artırmak için yapılan bir mücadeledir (Mills, 2017, s. 323). Bu bağlamda siyasal arenadaki kozlar iktidarı ele geçirmek için paylaşılır. İktidarın veya iktidarı ele geçirip onu paylaşmak isteyenlerin toplumsal hayata doğrudan etki etmeleri beraberinde toplumun bireylerini oldukça etkiler. Konuyu biraz daha düşünsel bağlama taşırsak, siyasal alan her alanda etkinliğini bu denli kötü, yıkıcı bir şekilde artırırken ortaya elle tutulur ya da somut olumlu şeylerin olmadığı bir ortam ortaya çıkar. Bu ortam ise derin melankoli ve umutsuzluk havasını oldukça bol miktarda barındırır. Toplumsal bağlamda şu ya da bu şekilde hayatlarımıza sızan bu kötü hava sınıf farkı gözetmeksizin umutsuzluğun yükselmesinde oldukça etkili bir rol oynar. Bu nedenle “Bu memleket düzelmez, Hangisi bir şeyi başardı?” gibi sorular toplumsal bellekte kendine bolca yer edinir ve edindi.
Geçmişin, yani tarihin sıkıntısıdır aslında bu, geçmişin başarısızlığı geleceği bırakmaz… Tarihin ardından gelenler yurt arayışı ve hayatta kalmanın getirdiği bu garip melankolik hava toplumu alabildiğince etkiler, keza etkiliyor. Markette alıveriş yaparken, güzel bir yemek yerken ya da tavla oynarken bu kötü havanın getirdiklerine rastlamak mümkündür. Kötümserlik ve karamsarlığın tavan yaptığı bu küçücük adada her muhabbetin sonunun “Çözüm Olmaz”a varması statükoculuğun ve beraberinde getirdiklerinin kolektif bilince en kötü armağanıdır. Kurtuluşun salt çözüm ile gösterilmesi ya da vurgulanması iki şeye sebebiyet verdi: birincisi zihinsel anlamda tutsaklık, ikincisi ise bireyselliğin yanlış anlaşılması. Bunu açacak olursak bireyselliğin son derece yanlış anlaşıldığı bir ortamı yaratmaktan ileri gidemeyen “siyasal kurumlar”, özellikle Kıbrıslı Türkler üzerinde “üretmemeliyim” vurgusunu daha da sık lanse ediyor. Gemisini kurtaran kaptan misali.
Memur olma zihniyetinin bir güvence haline getirilmesi ve bunun toplumsal açıdan değerlendirilmesi ise ortaya gülünç ve acınası bir tabloyu çıkarır. Özellikle Kıbrıs gibi tembelliğin ve “düzensizliğin” düzenin yapıtaşı olduğu bir yerde kimse “bazı sorunların” ortadan kalkmasını ya da bu sorunların azalmasını istemez. Ki memuriyet politikası bunu gerektirir. Hamaset bakımından siyasal ve toplumsal hayatta bu sorunların ortadan kalkmasını söyleyen, vurgulayan “samimiyetsiz” kişiler elbette boldur (her yerde olduğu gibi).
Artık bir gelenek haline gelen seçim dönemindeki istihdam bolluğu, Kıbrıslı Türklerin hayatlarını olumsuz yönde etkiledi demek de yanlış olmaz. İstihdamın, özellikle liyakate dayalı olmayan istihdamın seçim vaadi olarak sunulması Kıbrıs’ın kuzeyinde bir gelenek haline geldi (yakın tarihte olduğu gibi); bunu inkâr edecek insan sayısı bir elin beş parmağını geçmez. Elbette bu duruma karşı çıkacak olanlar mutlak olacaktır. Geleceğin hiçe sayılması da tam da bu noktada karşımıza çıkar. Sorun siyasal mekanizmaların iradesiz ve “gereğinden fazla” heyecanlı oluşlarından ibarettir. Hamasetin Kıbrıs Türk siyasetindeki görevi neredeyse tüm siyasi mekanizmaları etkisi altına almasıdır. Düzenin çarpıklığına ve şimdinin tarihsel anlamda kötülüğün egemenliği altına girmesiyle alakalıdır. KKTC’de vurgulanan ya da vurgulanmak istenen, ucuz çıkarlar peşinde koşan siyasal örgütler ve memuriyetin getirdiği acı “üretimsizlikle” yitik bir kitle ya da toplum yaratılmaya çalışılıyor. Yitik kitle, Albert Caraco’nun Kaos’un Kutsal Kitabı’nda şöyle geçer:
Yitik kitlenin bilinci yoktur ve asla da olmayacaktır, bilincin özü varlıkları tek başına bırakmaktır ve insanlar kendi bilinçlerinden kaçmak için bir araya gelirler, yitik kitle onların kaçış yoludur, başarısız yalnızlıkların kavşağıdır, her zaman suçludur, onun laneti daima düzenin içinde olacaktır, kendisini oluşturan değersiz ve başarısız yığını kendi yitimi içine katar. (Caraco, 2016, s. 66)
Caraco’dan aldığımız destekle şöyle söyleyebiliriz; bu yitik kitleler, özü kaybeden, toplumsal içerisinde yitip giden bireyler olarak algılanabilir. Yitik kitle genelde soru sormaz, sorgulamaz ya da sorduğu sorularda keskin hatlar bulunmaz. Yitik kitleden olanların sorduğu sorulara örnek verecek olursak, ay sonu gelen kabarık faturalardır fakat sorulan soru faturaların neden yüksek geldiği değil, faturaların nasıl ödeneceğidir. Yitik kitle içerisinde yitip gidenler “mütemadiyen olumlama” sorunsalı ile karşı karşıyadırlar. Her ne kadar bunu kabul etmeseler de olayların yüzeysel yorumu onları olumlama sorunsalı ile baş başa bırakır. Bu nedenle gerek siyasal gerek toplumsal alanda cereyan eden olaylar karşısında “analitik” düşünme becerisinden mahrum, kökene inme konusundan da yoksundurlar. Dünyadaki tüm kurumlar bu kitleyi yaratabilmek için kurgulanmıştır. Yitik kitlenin oluşumunda modernleşmenin bir ürünü olarak akışkanlığın payı azımsanmayacak kadar büyüktür. Post-modern safsatalarının da hedefi yitik kitleyi oluşturabilen “anlamlı görünen anlamsız metinlerdir”.
Popülist ve günübirlik siyasetin arkasında saklı olan bu safsatalar arasındaki yegâne kurtuluş yolunun felsefe olduğu kanaatindeyim. Felsefeyi bir yarışa benzetecek olursak eğer, Wittgenstein’dan atıfla “felsefe yarışını en yavaş koşabilen kazanır. Ya da menzile en son ulaşan” (Wittgenstein, 2017, s. 161). Buradaki amaç sonuca hemen varmak değildir, bilakis emin adımlarla “anlayarak” ya da “anlamlandırarak” ilerlemek, ciddi olmadan fakat ciddiyetle felsefe ile uğraşanların işidir. Anlamlandırma ve anlamanın “seyrekliği” meselesini sadece çağdaş bir mesele olarak görmek de aynı zamanda abestir.
Kıbrıs’ın kuzeyindeki kötülüklerin temelinde de bu sorgulayamama yatar. Sorumluluk sahibi bireyler genelde bazı “şeyleri” anlamlandırmak ve başarmak için sorgularlar. Sorumluluğun pek de değer görmediği siyasal ve kamusal alanda sorgulamak pek bir değer ifade etmez. Zygmunt Bauman’nın dediği gibi:
Sorumluluk almak, iyiliğin zorunlu bir koşuludur fakat maalesef yeterli bir koşulu değildir. Sorumluluğun icrası, kesinliğin ya da emredici doğrulamanın yardımı olmadan ve iyi ile kötü arasında nihai, kesin ve tartışmasız bir yol bulma ümidi olmaksızın, sonsuza dek iyi ile kötü arasında bir yol izlemek demektir. Eğer sorumluluğun reddi günah dolu bir hayata yol açıyorsa, sorumluluğun kabulü de bizi endişe ve kendi kendisini beğenmemekten oluşan bir hayata götürüyor. İşte bundan dolayı, aktörlük ve yazarlığın yükü karşısında ümitsizliğe düşen benliği ayartmak için kötülüğün sunabileceği en çekici ayartma iyilik yapmaktan kaçmak değil sorumluluk ahlakından kaçmaktır (iyiliğin değil ahlakın dışında kalmayı seçmektir) (Bauman, 2018).
Bu nedenle yitik kitle sorumluluk almaktan kaçınır. Kötülüğü doğrudan yapmasa da onun yükselmesine aracı olur. Cioran’ın “Tüm alacakaranlıklar ayakta tutar beni,” sözündeki gibi, belirsizlik içerisinde her zaman umut barındırır. Sorumluluktan kaçmak neyin nasıl gerçekleşeceğini görememek ve ahlâka kayıtsız kalmak sorumsuzca ve bilinçsizce bir kötülük gübrelemesi haline gelir. Kıbrıslı Türklerin hayatlarındaki en önemli noktalardan biri de budur; sorumluluk alamadan sorgulamak. Burada aydınlara düşen vazife Kıbrıslı Türklerin neyi nasıl sorguladıklarını sorgulamaktır. Toplumsala ait sorunlara bakış açılarını “ideolojik çerçeveden” uzak bir şekilde değerlendirmektir.
Kısaca Kıbrıslı Türklerin hayatlarında ciddi manada geleceğe yönelik bir belirsizlik var ise bu belirsizliklerin nedenleri ve sonuçları incelenmelidir. Siyasal alanı paylaşan gerek muhalefet gerek iktidar kurumlarının sorumluluk almaları ve yapıcı çözümler üretmeleri bilinçsizlik buhranında kötülüğün flulaşmasına neden olabilir fakat onu yok etmez. Katı bir biçimde yer alan bürokratik ve ekonomik sorunlar, toplumsal bağlamda belli bir izlek belirlenip çözülmediği müddetçe geçmişte yaşananlar sadece kötü birer anı ve saplantılı haller olarak varlıklarını devam ettirir. Bu saplantılı halleri çözebilmenin de tek yolu “çözüm” odaklı çözüm değildir. Demem o ki kendi odasını düzenleyemeyen dünyayı değiştiremez.
Bauman, Z. (2018). Parçalanmış Hayat: Postmodern Ahlak Denemeleri, çev. İ. Türkmen, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Caraco, A. (2016). Kaos'un Kutsal Kitabı, çev. I. Ergüden, İstanbul: Sel Yayıncılık.
Mills, C. W. (2017). İktidar Seçkinleri, çev. Ü. Oskay, İstanbul: İnkilap Yayınları.
Wittgenstein, L. (2017). Kesinlik Üstüne + Kültür ve Değer, çev. D. Şahiner, İstanbul: Metis Yayınları.