Kıbrıs denilince akla bir dönemler adanın tarihi ve doğal güzellikleri gelirdi. Günümüzde ise sonu “hane” ile biten dışarıdan parlak ama içeriden alabildiğine karanlık mekânlar Kıbrıs’a dair ilk “şeyleri” çağrıştırıyor. Teorik tartışmalardan ziyade toplumsal gerçekliklere bakarak bunun nedeni anlaşılabilir. Para ve siyasal alanın “iradesizliği” nedeniyle Kıbrıs’ın kuzeyindeki sorunlar o kadar çoğaldı ki bunlara sorunlar silsilesi demek yanlış olmaz. Silsile kelime itibarıyla soy, sülale anlamına gelir. Kısaca Kıbrıs’taki sorunların birbirleri ile bağlantılı, kan bağı olan sorunlar olduklarını vurgulamak hiç de abes değildir.
Siyasal alanın giderek “çıkar”, daha doğrusu iktidar savaşı vermesi ortadaki gerçeklikleri halı altına süpürmelerine neden oldu. Siyasal alandaki ciddiyetsizlik -ki bana göre hoppalık!- KKTC’deki siyasal alanı işgal edenlerin, yani sözümona bürokratların, sözümona takdirname ve benzeri “şeyleri” alabilmeleri için KKTC’de birçok sorunun vuku bulmasına neden oldu ve oluyor. Siyasal alanın sözümona “sorunsuzluğu”, “sorumsuzlukla” birlikte aynı minvalde ilerliyor. Halkın hamasete yakın olduğu aşikâr fakat kolektif şuur açısından aynı şeyleri söylemek çok zor. Tarihsel bilginin derinlikleri toplumun çok küçük bir azınlığına iner, orada hayatını sürdürür. Toplumsal şuur veya bilinç bakımından derinlikli tarihsel bilginin varlığından pek söz edilmez, toplumsal şuur açısından sadece imgeler saklıdır (Halbwachs, 2018, s. 98).
Siyasal alan toplumsal şuurun zaaflarını, yani imgelerini iyi değerlendirirken popülist söylemleri dilden düşürmez fakat eylem bakımından bu söylemler gereksiz bir nitelik taşır. Sorunların toplumsal anlamda hiçe sayıldığı fakat her zaman dillendirdiği bir yapıda değişim mümkün müdür? Her şeyin söylem üzerine kurulu olduğu bir düzende toplumsal ilişkilerin gerek kamusal gerek siyasal bağlamda ilerlemesi mümkün müdür? Toplumsal anlamda bilinç giderek yerini “bencilliğe”, hatta nevrotik bir sorunlar silsilesine bırakmış halde. Siyasal olanın kamusal olana etkisi, biraz abartarak söyleyecek olursak siyasal nevrotik bozukluk. Kısaca güvensizliğin, plansızlığın ve müphemliğin yarattığı sosyal ve siyasal psikolojik sorunlar çetesi…
Toplumsal gerçekliklere değinmek, toplumsal gerçekliklerin ne olduğunu açığa çıkarmakla başlar. Kalıntılar üzerine kurulu olan bir siyasal mekanizmanın toplumsal gerçekliklerini değerlendirebilmek için geçmişe bakmak gereklidir. Hoş geçmişi salt “tahrifatçılık” bağlamında rahatsız edenler, tarihin bir noktada yapısökümüne neden olurken olacakları değerlendirebilmek bakımından tarihsel gerçekliklerin bozguna uğratılması kalıntılar ile sürdürülen yaşama, kalıntıların eser mefhumu üzerinden değerlendirilmesine neden oldu. Kalıntılar salt bir eserden kalan harabe durumu olarak algılanabilir fakat Kıbrıs’taki harabeler sadece Salamis Harabeleri, Vuni ve Soli ile sınırlı değildir. 1960’ta kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti öncesinde, yani modernite ile bağımsızlık hareketlerinin ortaklaşa hareket ettiği dönemlerde Kıbrıs’ta İngiliz Dönemi’nin getirdikleri hâlâ daha hissediliyor. Kültürel bağlamda bu farklılıklar adaya adım atar atmaz etkilerini gösterir. Örnek verecek olursak trafiğin sol şeritten akması, üçlü prizler, her sabah içilen “sütlü Nescafeler ve Twinings” çaylar adadaki gündelik hayatta İngilizlerin etkilerinin silinmediğinin en masum ispatları. En basitinden hukukçuların daha net cevap vereceği bir durum olan hukuk sisteminin bilindiği kadarı ile İngiliz döneminden ibareleri taşıması da Kıbrıs’ta, en azından kuzeyinde, İngilizlerin kültürel ve siyasal etkilerini daha net belli eder.
Kıbrıs’ta genelde bir söz vardır: Asılacaksan İngiliz’in ipi ile asıl. Sözlerin toplumsal hafızada bıraktığı izler bile Kıbrıs’ta sömürgecinin gücünü ve geçmişteki etkinliğini anlamlandırmak açısından yeterlidir. İngilizlerin ardında ortaya çıkan yapı ve yapılar genel anlamda bir harabenin kalıntılarından ibarettir bu nedenle. Yerine daha iyi bir yöntemin ya da kurumun gelmediğinin en bariz göstergesidir. Bugün Kıbrıslı Türkler arasında özellikle Koloni Yönetimi’ni yaşamış kişilere bu yönetim dönemini sorduğumuzda aldığımız yanıtlar hemen hemen benzer bir şekilde olacaktır. Hatta şimdi Kıbrıs’ın güneyinde kalan köylerinden birinden gelen İngiliz dönemini doğrudan yaşamış isimlerden biri şöyle bir yorumda bulunmuştu: “Ben Türklüğümü esas İngilizlerin zamanında yaşadım, herkese saygılıydılar, ayrım nedir o dönemde bilmezdik.” Günümüze dönecek olursak tüm dünyada etkili olan belirsizlik Kıbrıslı Türkler üzerinde normalin de üzerinde. Politik-ontolojik bir sorunsallar silsilesi Kıbrıslı Türkleri hayalet kıvamına getiriyor, bu nedenle genelleme yapacaksak eğer Kıbrıslı Türklerin geleceğe dair beklentileri neredeyse yok. Bu kabul edilebilir bir durum mu? Vicdan açısından değil ama reel politiğin gerekliliği, “olur canım böyle” gibi düşüncelere meyilli. Günümüz siyaseti günlük politik söylemlerle temelsiz fikirler ve emirlerle yönetiliyor. Günübirlik, geleceği hesaplamadan, irrasyonel düşüncelerle, hatta daha genel tabirle “laf olsun torba dolsun” anlayışı ile hareket ediliyor. KKTC’nin zaten dünya kamuoyundaki statüsü belli, bunu daha fazla irdelemeye gerek yok. Yoksa içinden çıkılamaz bir başka silsile ile karşılaşırız.
Bürokrasinin kendi içerisindeki yapısal sorunlar daha önce çok kez vurgulandığı gibi particilik ile aynı menzili paylaşıyor. İdeolojik çatışmaları ve doktrinleri bir kenara bırakıp biraz da Kıbrıs’taki toplumsal gerçekliklere eğilmek elzem. Bunun nedeni solun “dahi” kendi içerisinde ortak bir dil oluşturamaması, hatta kimi “solcuların” Kıbrıs milliyetçiliği ile solculuğu karıştırması. Hatta bazı Kıbrıs milliyetçisi sözümona solcuların hamasi olarak tanımadıkları KKTC’ye ait olan “Kalkınma Bankası’ndan” krediler çekip çeşitli yatırımlar yaptıkları da bilinen bir gerçek. Tanımadıkları yapının etinden, sütünden, hatta kimi zaman kemiklerinden dahi yararlananlar ülkedeki sorunların bitmek bilmediğini, bu sorunların temelinin “Türkiye Cumhuriyeti” olduğunu vurguluyor. Kimsenin sütten çıkmış ak kaşık olmadığını görmek gerek. Sorunu daha da çok büyüten solcu ama “rantçı” ve “hamasi” kesimlerin karşısında da yine aynı “taraflı faydacılık” ile ortak noktayı paylaşan sağcı ve ulusalcı kesim.
Her seçim dönemi veya sonrası yapılan atamalar sözümona sağcı ve solcuların kendi içlerinde güçlenmelerine neden oldu. Siyasal partiler bir cemaat misali sorgusuzca kabul edilen bir yapıya evrildiler. Sorumluluktan kaçmanın da anahtarı olarak egemen biz değiliz ya da büyük bir bağlılıkla “Anavatan” böyle buyurdu bahanelerine saklanmayı ve bunu her sorun sonrasında öne sürmekten çekinmediler. Ülke içerisindeki herhangi bir sorun karşısında dışarıdan müdahaleyi öne sürmek nevrotik bir sorun ile açıklanabilir ancak. Sorumluluk alamamak, kendine güvenememek. Bundan tam yirmi bir yıl önce Ercan Kumcu’nun 1 Ağustos 2000’de Hürriyet gazetesinde “Kıbrıslı Türklere Hep Balık Verdik” başlıklı bir yazısından bahsetmek istiyorum. Kumcu’nun yazısında “Gerçekler” adlı bir bölüm var, aktaracak olursak:
Kıbrıs'a para verdikçe sorunların çözüldüğünü düşündük. Kıbrıslılar da parayı aldıkça sorunlarının kalmadığını sandılar. Konu yine gündeme geldi. ‘‘Biz bir istikrar programı uyguluyoruz, siz de uygulayın’’ diye bastırıyoruz. Sonuç alınıp alınmayacağı ise biraz da bizim elimizde. Kıbrıs ekonomisi darmadağın olmuş vaziyettedir. Türkiye bu duruma kayıtsız kalamaz. Çünkü, günahıyla ve sevabıyla bugün Kuzey Kıbrıs'ın ekonomik durumunun sorumlularından biri de Türkiye'dir. Türkiye bu sorumluluktan kaçamaz. Durum bir Çin atasözünü hatırlatıyor. Biz, Kıbrıslı Türklere balık tutmayı öğretmedik, ihtiyaçları oldukça balık verdik. Bu gerçeği göz ardı edemeyiz (Kumcu, 2000).
Aradan yıllar geçmesine rağmen tüm dünya değişip gelişirken zaman sarkacında takılıp kalmış olan Kıbrıslı Türkler açısından ortada değişen herhangi bir durum yok. “Sanayi Holdingimiz vardı Batırdılar!”, “Cypfruvex vardı Durdurdular!” demekten ileri gidemeyen toplumsal olanı yutmuş olan bir toplum ile karşılaşırız. Toplumun bu konumda olmasının sorumlusu da elbette yılların birikimi olan siyasal lakaytlıktır (istisnaları tenzih ederim).
Bugün Kıbrıs’ta yatırımlar yapılıyor derken kastedilen nedir? Toplumsal dinamikleri göz ardı ederek ülkede salt sıcak para akışını dahi artıramamak bu yatırımların ne kadar yatırım olduklarının sorgulanmasının gerektiğinin en bariz kanıtıdır. Sağlık sistemindeki sorunlar, eğitimin giderek kalitesizleşmesi, kredi kartlarındaki patlamalar, önüne geçilemez enflasyon ve son olarak akaryakıt krizi. Benzin istasyonlarında en fazla 100 TL’lik yakıt kotası getirilirken, Yeşilçam filmlerindeki kurnazlar misali “zam gelecek” mottosu ile hareket edenlerin hüküm sürdüğü bir yapı var. Genel anlamda siyasal ve kamusal alanda nevrotik tavırları görmezden gelmek imkânsız.
Kıbrıs’ta seçim rüzgârları eserken tüm bu sorunların göz ardı edilmesi ve hamasi siyasetin giderek kendi ucuzluğunu gözler önüne sermesi ortaya çıkan vasatlığın en bariz ispatı. Siyasal alanın herhangi bir sorun karşısında kibirli bir şekilde davranması, sömürge sonrası toplumlarda ortaya çıkan sorunlardan olsa gerek herkesin her şeyi bildiği ama kimsenin hiçbir şey için en ufak bir çabada bulunmadığı yapısal bir bozukluk. Sosyal medya üzerinden ucuz söylemlerle “lise okul kaptanlığı seçim yarışları” misali temelsiz bir rekabet. Demem o ki sözümona siyasiler ve yardakçıları yapay bir umut sarmalına kapılmış durumdalar. Onlar da herhangi bir sorunun çözülemeyeceğinin farkında, bu nedenle kendilerine dahi güvenmiyorlar. Temsilî arzular ile ülkeyi yönetebileceğini düşünen zihinlerin örümcek ağı ile örülü olması, halka anlaşılır dilde hitap uğruna siyasetin dilinden kopuk yavan popülist söylemlere meyil vermesi… bunlar uzar gider, silsile içinde yeni silsileler türer.
Kalıntılara bakarken, harabelerin içinden geçerken günümüzün eserlerinin sönük ve silik olmasının nedenine paralel olan üretimsizlik “planlama bağlamında” plansız oluşu simgeler. Şöyle ki, devlet erkânı denilen kavramın giderek partici ve rantçı söylemler hasebiyle yok olmaya yüz tutması, akışkan hale gelmesi ile devletin içi partilerin, ucuz ideolojilerin ve bunlara bağlı olarak rant “birliklerinin” yardımı ile oyulurken, siyasal alanın topluma güven vermesi ya da eylemlerinde planlı olduğunu göstermesi beklenemez. Siyasal alanın nevrotik bozukluğu ister istemez toplumsala bir şekilde yansır. Kaygının, özellikle de gelecek ile bağlantılı olan kaygının yarattığı atmosferde açık konuşmak gerekirse particiliğin neden olduğu “büyüye kapılanlar” problemlere ve sorunlara karşın umutla bakabilecek küçük ya da büyük sebepler arayıp bulmaktadır. Fakat bazı şeylerin bilincinde olan kesimlerden böyle bir davranışı beklemek imkânsıza yakındır. Nietzsche’nin dediği gibi “kötü belleğin iyi tarafı, aynı şeylerden defalarca, ilk kez gibi yararlanmaktır” (Nietzsche, 2019, s. 66). Siyasal olanın nevrozu da tam olarak burada kendini gösterir. Siyasal alanın kendine güvensizliği gücü elinde bulundurabilmek için nevrotik bozukluğunu gizleyerek, parlatarak iktidar ve güç vurgusunu kısmen de abartarak toplumsala yansıtır. Toplumsalın tarihten kopuşu, tahrifatçı tarihsel ideolojiler ile bezenmesi mevcut siyasala olan ilgiyi artırır.
Siyasal olan ilgiden ortaya çıkacak olan şimdinin saptırılması, bir efsunlanma, büyülenme sorunsalını beraberinde getirir. Gerçekliklerin gerçekliklerini yitirdiği noktada nevrotik bozuklukların neden olduğu kaygı ve diğer benzeri bozukluklar arka plana atılır. Kıbrıs’ın kuzeyinde mevcut olan sorunların başında gelenlerden biri de siyasal alandaki kişilerin nevrotik bozukluk ile birlikte narsisist tavırlar içerisine girmeleridir. Nevrotik olan ile narsisist olanın birbirleri ile sıkı bağlar içerisinde olması, “Yaparsak biz yaparız!”, “En doğru karar!” gibi söylemler bu nedenle politik arenada sıkça lanse edilir.
Kişisel bazda olmasa da gruplar, partiler ve topluluklar bazında ele alabileceğimiz nevrotik bozukluk Kıbrıslı Türklerin zamanından (geçmişten, şimdiden ve gelecekten) çok şey çaldı ve çalıyor. Ânın ve tüm zamanın yitip gitmesine neden olan bu siyasal anlayış, biraz abartarak söylersek eğer, Kıbrıslı Türklerin gelecek beklentilerinin şimdinin esiri olmalarına yol açtı. İdeolojik bozukluklar ile toplumsal sorunları tamir edebileceğini düşünen tüm siyasi partiler, öncelikle neyi benimsediklerini, realite bağlamında bu sorunların nasıl düze çıkabileceğini görmeliler. Yıllardır hamaset konusunda bıkmadan usanmadan yarışan partici zihniyetler kendi temelsiz ideolojik çıkarımları sebebiyle yurttaşlarının geleceklerinin kalmadığını görmeden Kıbrıs’ta herhangi bir sorunun düze çıkması beklenemez.
Siyasal arenanın 90’lı yılların hamasi siyasetinden uzaklaşamaması, radikal değişim sürecine oldukça uzak olunduğunun en büyük ispatı. Ercan Kumcu’nun yirmi bir yıl önceki metninde olduğu gibi hâlâ daha aynı yerde aynı sorunların ayan beyan ortada oluşu siyasal alanın vasfını da net bir şekilde ortaya koyar. Nevrozların getirisi ile temsilî olarak iradeden kopuk bir şekilde yönetim anlayışına sahip bir siyasal alanda geleceğin şimdi ve geçmişin tuzağına düşmesi bu nedenle şaşırtıcı değildir.
Siyasal olanın kastettiği dilin gerçekliği, somutluğu tarihin önemini ve ciddiyetini kavrayamayanlar açısından pek bir anlam taşımaz; bu nedenle siyasal dil ve siyasal arenanın genelindeki nevrotik sorunsallar, çoğunluk açısından göze batmaz. Söylemlerin ne kadar akla yatkın olduğu ya da hangi mantık çerçevesinde fikirlerin ortaya çıktığı pek bir önem taşımaz. Ciddiyetsizlik kendine has bir ciddiyetle sözümona yumruğunu masaya vurur… Son kertede siyasal olan hoppalıktan ve lakaytlıktan uzaklaşmadığı sürece ortaya ciddi bir devlet jargonu çıkmaz, böylece bu sorunlar silsilesi diye adlandırdıklarımız kendi silsilelerine yeni silsileler katarak ilerler. Yapısal sorunlar çözülmek yerine birikerek daha farklı fakat aynı özü paylaşan yenilikleri ortaya çıkarır.
Kaynakça
Halbwachs, M. (2018). Kollektif Bellek, çev. Z. Karagöz, İstanbul: Pinhan Yayıncılık.
Kumcu, E. (2000). "Kıbrıslı Türklere hep balık verdik", Hürriyet, 1 Ağustos, https://www.hurriyet.com.tr/ercan-kumcu-kibrisli-turklere-hep-balik-verdik-39172082
Nietzsche, F. (2019). İnsan Çoğul ve Tek Başına, çev. K. Sarıalioğlu, Ankara: Fol Yayınları.